24 Şubat 2012 Cuma

2. Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm Siyaseti

2. Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm Siyaseti





Osmanlı tarihinde; "Biz canımızı Müslümanların ittihadı uğruna feda etmiş bir milletiz." diyen 1. Selim, Kanunî, Barbaros, Sokullu gibi padişahlar ve devlet adamları hayatlarını Müslümanların birleştirilmesine adamışlardır. Özellikle 19. yüzyıl sonunda gerek Osmanlı Devleti'nin içinde bulunduğu durum gerekse devletlerarası siyasî dengelerin değişmesi neticesinde bazı siyaset yazarlarıyla devlet adamlarının Batı emperyalizmi karşısında, Müslüman kimliğini ve kültürünü korumak üzere İttihad-ı İslâm (İslâm Birliği) fikrini savunmaya başladıkları görülür.1 Batı kaynaklarında yaygın kanaat, İttihad-ı İslâm fikrinin 1870'li yılların sonuna doğru arttığı ve 2. Abdülhamid tarafından tatbikata konulduğudur. Gerçekte bu tâbir Abdülhamid'den önceki Osmanlı padişahları tarafından kullanılmaktaydı. Sultan Abdülaziz'in son zamanlarında "İbret" ve "Basiret" gibi gazeteler ve "Cemiyet-i İhyâ-yı İslâm" gibi dernekler, bu fikri hararetli bir şekilde tartışmaya başladılar.2


2. Abdülhamid'in iktidar yıllarında bu fikir, içte ve dışta büyük tesirleri olan bir cereyan hâlini almıştı. Bunun sebebi olarak, 1878 Berlin Antlaşması'nı müteakip Osmanlı Devleti'nin karşı karşıya kaldığı yeni coğrafî, dinî, etnik ve demografik yapı, dışta karşılaştığı büyük baskılar ve birkaçı hâriç bütün İslâm topluluklarının Batı'nın sömürgesi olması gibi hususlar gösterilebilir. Bu yeni akımın güç aldığı en temel unsur, sultanın aynı zamanda "halife-yi rûy-ı zemin" yani dünyadaki bütün Müslümanların temsil makamı olmasıdır. Abdülhamid, Hatırat'ında bu hususu şu cümlelerle ifade eder: "Tenkidlere rahatlıkla tahammül edebilirim. Ancak kendimi sadece bir hükümdar addetmeyeceğim. Aynı zamanda bütün Müslümanların fikrini de dikkate almam lâzım geldiğini unutuyorlar. Hattâ her şeyden önce Müslümanların başı yani halife olarak hareket etmem icap eder."3 Kemal Karpat, Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm politikasının genel çerçevesini çizerken, dışta Müslüman topluluklara el uzatmakla birlikte, onun dünya Müslümanlarını birleştirmek, aynı siyasî çatıda toplamak gibi bir gayesinin olmadığını; içte ise Müslüman teb'ayı kaynaştırarak onlar arasında birlik ve tesanüt sağlamak hedefinde olduğunu ifade etmektedir.4 Dünyanın farklı bölgelerine dağılmış Müslümanların gerçekte bir devletin bayrağı altında toplanması, o devrin siyasî şartları göz önüne alındığında pek mümkün değildir. Ancak hepsinin ümidi İstanbul'dur. Başka çalacak kapıları yoktur. Abdülhamid bu konuyu şu sözlerle ifade eder: "Dindaşlarımın yaşadığı memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması çok acıdır. Osmanlı Devleti'ne 20 milyon Müslüman katılmıştır. Buna rağmen Müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddî kuvvetimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, mânevî kudretimiz bâki kalacaktır."5


Dönemin düşünürlerinden Cemaleddin-i Afga­nî'nin İttihad-ı İslâm düşüncesinin Abdülhamid üzerinde tesirli olduğu görüşleri vardır. Ancak Afganî'nin savunduğu, bütün Müslümanları kuvvetli bir devlet, federasyon altında toplayan siyasî mânâda bir İslâm birliği idi. Abdülhamid'inki ise, muayyen sınırlarda yaşayan Müslümanlar arasında sömürülmeye karşı ortak bir düşünce oluşturmaktı. Bu açıdan ikisi birbirinden farklıdır. Cemaleddin Afganî'yi bir müddet Yıldız Sarayı'nda tutan sultan, onun daha çok İran ve Şiiler konusundaki birikiminden istifade etmeyi hesaplamış, ondan Sünnî ve Şii âlimleri bir araya getirerek mezhep ayrılıkları ve aradaki ihtilâfların asgariye indirilmesi için raporlar istemiştir.6


İttihad-ı İslâm düşüncesinin temeli, İslâm dünyasının geri kalmışlığı ve zulme maruz kalması idi. Batı, onun bütün İslâm ülkelerini silâhlı mücadeleye sevk edecek topyekûn bir direniş başlatma yerine "hilâfet" eksenli bir himaye politikası ile Osmanlı merkezli ortak bir gönül dayanışması oluşturma gayretinde olduğunu çok iyi biliyor ve bunu kendileri için öncekinden daha tehlikeli görüyordu. Abdülhamid, Rum yazar M. De Grece'e: "Çalışma odama, Müslüman ülkelerin iyice belirli bir şekilde yeşil renkle işaretlenmiş olduğu bir haritayı asmıştım. Elçileri, özellikle de İngiliz'i her kabul edişimde parmağımı haritaya doğru götürüyordum. Bu da onları endişelendirmeye yetiyordu."7 der. Gerçekten de Ortadoğu'da bulunan zengin petrol yataklarına göz diken emperyalist Batılı devletler -bilhassa İngiliz ve Fransızlar- bir taraftan ajanları vasıtasıyla milliyetçilik fikirleri aşılayarak Osmanlı'yı parçalamaya çalışırken, diğer taraftan da kendi sömürgelerini İttihad-ı İslâm düşüncesinden uzak tutma gayreti içindeydiler. Abdülhamid: "Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız. İstanbul için, yalnız bu birlikte, ümit vardır. İslâmiyet'in birliği devam ettiği müddetçe, İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda vs. elimizde sayılır... Henüz zamanı gelmiş değil, ama bir gün mü'minler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gâvurların boyunduruğunu kıracaklardır. Toplam 250 milyon Müslüman kurtuluş için Allahu Tealâ'ya yalvarmaktadır ve Hazreti Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem ) vekili olan halifeye ümitlerini bağlamışlardır." sözleri ile bu politikadaki kararlılığını ortaya koymaktadır.8


Kıtalar ötesine gönderilen heyetler

Onun saltanatı boyunca Yıldız Sarayı, Orta Asya'dan Kuzey Afrika'ya dünyanın her tarafından gelen veya davet edilen Müslüman temsilcilerinin uğrak yeri idi. 2. Abdülhamid, davetli veya davetsiz huzuruna gelen bütün misafirlere İslâm kardeşliği ve birliği ruhunu işleyen konuşmalar yapıyor, uğurlarken de gittikleri yerlerde dağıtılmak üzere Kur'ân-ı Kerîmler hediye ediyordu. Özellikle hac mevsiminde İstanbul'a gelen fakir hacı adaylarını memnun etmek için büyük gayret gösterilirdi. Karadeniz yoluyla İstanbul'a gelen Tatar, Kalmuk, Kırgız, Kafkas ve Kaşgar Türkleriyle Afganlar ve Türkmenler, Anadolu yakasındaki Valide Camiî'nde toplanırlar; iaşe ve ibateleri devlet hazinesinden sağlanan bu kişiler, sultanın İdare-i Mahsusa'dan kiraladığı gemiler ile Harem'den hac yolculuğuna başlarlardı. Bir Osmanlı Arşiv Belgesinde, on beş fakir Dağıstanlının İdare-i Mahsusa vapurlarından biriyle hac için Cidde'ye gidişleri ve seyahat masraflarının 2. Abdülhamid tarafından ödenmesi şu şekilde anlatılır:



"Mabeyn-i Hümâyûn Baş Kitâbet-i Celîlesine

Cânib-i Hicaz´a azîmet etmek üzere surre-i hümâyûn vapuruyla Dersaadet´ten Beyrut´a gelen on beş nefer Dağıstan muhâcirlerinin fakr-ı hallerine binâen İdâre-i Mahsûsa vapurlarından birine irkâben Cidde´ye kadar i´zâmları zımnında ikişer yüz kuruştan üç bin kuruş vapur navlunlarının sadaka-i âtıfet cereyân-ı kıymet hazret-i padişahi olmak üzere Beyrut Mal Sandığı´ndan tesviyesine me´zûniyet buyrulması ma´rûftur.

Beyrut Valisi"


Müslüman toplulukların dertlerini dinlemek için yakınlığına uzaklığına bakılmaksızın, dünyanın muhtelif yerlerine 2. Abdülhamid'in özel izniyle heyetler gönderilmekteydi. Bunlardan biri 28 Nisan 1901'de Enver Paşa başkanlığında Çin Müslümanlarına gönderilmişti. Bu sırada sayıları yetmiş milyonu bulan Çin Müslümanları camilerinde hutbelerini Sultan 2. Abdülhamid adına okutmaktaydı. Heyet Ağustos 1902'de burada görüşmeler yaptıktan sonra geri dönmüş ve Çin Müslümanlarının din görevlisi talebini Yıldız Sarayı'na giderek Abdülhamid'e iletmişlerdi. Bunun üzerine 1906'da Ali Rıza Efendi ve Bursalı Hafız Hasan Efendi Pekin'e gönderilmiştir. Bu iki âlim bir taraftan ulûm-u diniye ile meşgul olurken, diğer taraftan da "Dar'ul-Ulûmi'l-Hamidiye" adında bir okul açılmasına önayak olmuşlardır.9 Ayrıca Uzakdoğu'da İttihad-ı İslâm fikrinin neşv ü neması (gelişip-büyüme) için, heyetler gönderilmesine karar verilmişti. Diğer bazı coğrafyalarda olduğu gibi buraların ileri gelen Müslümanları hiçbir zaman Osmanlı'dan hediye, nişan veya para talebinde bulunmamışlardır. 1889 yılında Japonya'ya gönderilen Ertuğrul Fırkateyni'nin her ne kadar resmî bir ziyaret için yolculuğa çıktığı ifade edilse de, gerçekte Hind sahilleri ve adalarında yaşayan Müslümanlarla bir araya gelme hedeflenmişti. Bunu duyan Hind Müslümanları, günler öncesinden onun uğrayacağı limanlara akın etmişti. Bombay'da Ertuğrul Fırkateyni'ni günde ortalama 20.000, bir hafta içinde ise toplam 150.000'e yakın ziyaretçi görmeye gelmiştir. 29 Ekim 1889 tarihli Advocate of İndia isimli İngilizce yayımlanan gazete, Ertuğrul'un ziyaretinin tesirleriyle alâkalı şu bilgileri vermektedir: "Fırkateynin Bombay'a gelişi Hindistan'ın Müslüman halkı üzerinde geniş bir tesir bırakmış, bu halk din kardeşlerini büyük bir içtenlikle bağırlarına basmıştı. Cuma günü gemi mürettebatından 150 kadar asker ve subay gayet temiz giyinmiş hâlde Cuma namazını eda etmek üzere camilere gitmişler ve yolda kalabalık bir halk kitlesi tarafından saygıyla selâmlanmıştı."10



Ertuğrul'un Bombay'da nasıl büyük bir tesir icra ettiği ve Müslümanların Osmanlı hilâfetine olan bağlılıkları, bizzat gemi komutanı Osman Bey tarafından yazılan raporlarla Abdülhamid'e iletilmiştir.11 26 Ekim 1889 tarihinde halkın ziyaretlerine son verilerek ertesi günkü sefer için su, yiyecek ve kömür ikmali yapılmıştır. Kolombo üzerinden Singapur'a geçilmiş ve aynı coşku burada da yaşanmıştır. Geminin uzunca bir süre Singapur'da kalacağını haber alan uzaktaki Müslüman hükümdarlar temsilciler göndermişlerdir. Bunlardan Sumatra, Cava ahalisi, Siyam Müslümanları, Flemenklerin (büyük ölçüde şimdiki Hollanda ve Belçika devleti) mezalimlerinden dolayı, Osman Paşa'ya dert yanmışlardır.12



Hind Müslümanları, 1857 yılında Babür Devleti yıkıldıktan sonra gözlerini Osmanlı'ya çevirmişlerdi. Seylanlılar Cuma hutbelerinde 2. Abdülhamid'in adını zikrediyor ve kendilerini onun teb'ası sayıyorlardı. 1882 Ağustos'unda Mısır'da İngiliz saldırılarına karşı Albay Arabî'nin başarısı için Hindistan'da toplu dua yapılmıştı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı neticesi kazanılan galibiyet, Hindistan'ın birçok şehrinde kutlanmış, zafer sebebiyle sultana tebrik mesajları gönderilmişti. Abdülhamid'in 1900 yılında yapılan cülus kutlamaları, Hindistan'da da coşkuyla kutlanmıştır.13



2. Abdülhamid'in Müslümanların yaşadığı bir başka yer olan Kuzey Afrika'da da benzer faaliyetler içinde olduğu görülür. Sultan'ın burada üzerinde önemle durduğu kabile Senusîlerdi. Bunlar, Bingazi'nin güneyinde ve Büyük Sahra'nın ortasında yemyeşil Kufra Vahası'nda yaşayan çok cesur, istiklâllerine düşkün insanlardı. Abdülhamid, Fransızca, Almanca ve İngilizceyi iyi bilen bir askerini Azamzâde Sâdık Müeyyed Paşa'yı Kufra'ya Senusîlere iki defa göndermişti. Müeyyed Paşa, onlara, Osmanlı'ya bağlılık ve sadakât yemini ettirdi. Ayrıca Fas Şerifi Hasan ile önce şeyhülislâmla, ardından da diplomatik kanallarla münasebet kurulmuştu.



Somali'de Şeyh Üveys ve rakibi Muhammed Abdullah Hayın da sultanla sürekli haberleşiyordu. Zengibar Hükümdarı Sultan Ali de İstanbul'a bağlıydı. Hattâ İstanbul'la hiç bağlantısı olmayan Fas Rif bölgesi emiri Abdülkerim dahi, Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm şemsiyesi altında idi. Trablusgarp'ta önemli bir tarikat olan Medeniye'nin şeyhi Muhammed Zafir, Yıldız Sarayı'nda misafir ediliyordu. Sultan burada İttihad-ı İslâm çalışmalarını, müntesibi bulunduğu Şazeliye ve bunun bir kolu olan Medeniye ile yürütüyordu.


İslâm'ın kalbgâhına giden yol: Yemen

İttihad-ı İslâm fikrinin en yaygın olduğu yerlerden biri Arap vilâyetleridir. Bu vilâyetler, Osmanlı Devleti'nde Müslüman teb'anın yaşadığı en geniş coğrafyadır. Abdülhamid'in üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri, bu vilâyetlerin elde tutulması idi. Bu coğrafyanın Hindistan yolu üzerinde bulunması, hele 19. asrın sonunda petrol yataklarına rastlanması, dünyanın bütün dikkatini bu bölgeye çevirmişti. Tahsin Paşa Hatırat'ında bu durumu şu şekilde anlatır: "Bir tarafta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan Yemen İmamı, Mısır Hidivi, Necid, Zafir Emirleri, Lahiç Sultanı, Basra Nakibüleşrafı, Cebel-i Dürzi Reisi, Barzan, Maskat Şeyhleri diğer tarafta Halife izafesiyle bütün âlem-i İslâm'a sahip görünen Osmanlı Padişahı bulunuyordu. Bu iki kuvvetli tarafın arasına giren, her biri başka başka menafi-i siyasiye ve iktisadiye takip eden İngiltere, Fransa ve İtalya devletleri ise çizdikleri program dairesinde istifadelerini temine say ve ihtimam eyliyorlardı. Bu oyunda birinci rolü İngilizler oynuyordu. İngilizler, dâhilde belli başlı cemaat, aşiret ve kabilelerin ileri gelen reislerini okşayarak, âtiyyeler vererek, icabında himaye edeceklerine inandırarak kendilerine celb ederlerdi. Bu işi başarmak için suret-i mahsusada yetiştirilmiş, türlü türlü kıyafetlere girmiş memurlar gönderirlerdi. O memurlar lisan ve mahalli âdetlere gerçekten aşina olurlardı. Memur olduklarını hissettirmeden efkârı ifsada ve hükümeti metbularından soğutmaya çalışırlardı."14



Sultan Abdülhamid, iktidarda kaldığı sürece Arap vilâyetlerinde İngiltere ile kıyasıya bir mücadele içinde olmuştur. İngiltere, Osmanlı hâkimiyetini Kuveyt-Akabe-Sana üçgeninde boğmak istiyordu. Yemen ve Akabe'deki mücadeleyi Osmanlı kazanmış, Kuveyt'te ise başarılı olunamamıştı. İngilizlerin Mısır'a yerleştikten sonra üzerinde en çok durdukları yer Yemen olmuştu. Yemen elden giderse, Mekke ve Medine'yi korumak zorlaşırdı. Bu sebepten 2. Abdülhamid buranın savunmasına özel bir önem vermişti. Yemen kabilelerine nişanlar, rütbeler ve ihsanlar verdi. Bu suretle Arabistan'da bulunan şeyhlerin çoğu Osmanlı idaresinden ayrılmadı. Burada sekiz bin kişilik bir kolordu görevlendirildi. En dirayetli paşalardan olan Ahmed Muhtar, Ahmed Eyüp, İsmail Hakkı, Müşir Osman, Ahmed Fevzi, Hüseyin Hilmi ve Tevfik Paşalar, vali ve komutan olarak atandı. Osmanlı Yemen'i 1. Dünya Savaşı'nın sonunda bıraktı. O zamana kadar sadece bu topraklarda 150 bin şehit verildi.



Abdülhamid, İttihad-ı İslâm siyaseti için hac ibadetini çok iyi değerlendirmişti. Hac ibadeti boyunca birbirleriyle yakınlaşıp kaynaşan Müslümanlara hitap edilmiş, Dünya Müslümanlarının desteğini alabilmek için broşürler hazırlanıp dağıtılmıştır. Ayrıca Sultan, Hicaz'da hastaneler yaptırmış ve bu hastanelerde hasta hacılar tedavi edilmiştir. Parasız kalan hacıların masrafları karşılanarak memleketlerine gönderilmeleri sağlanmıştır. Osmanlı Devleti hacılar için su yolları, konaklama tesisleri ve misafirhaneler yaptırmıştır. Hac ibadetini yapmak isteyen hacıların kolay ve güvenli bir şekilde yolculuk yapmalarını sağlamak için Hicaz Demiryolu inşa edilmiştir. 1901'de Şam'da inşasına başlanılan demiryolu, 1908'de Medine'ye ulaştırılarak tamamlanmıştır. Hicaz Demiryolu'nun masrafları ise başta Abdülhamid olmak üzere tamamen İslâm dünyasından toplanan yardımlarla karşılanmıştır. Hindistan, İran, Fas, Tunus, Cezayir, Türkistan, Sumatra, Java ve Malezya Müslümanları açılan yardım kampanyalarına katılmışlardır. Bilhassa Afganistan Sultanı Amir Han, en büyük yardımı yapan şahıs olmuştur. Abdülhamid burada en çok Şerif Hüseyin ailesi ile meşgul olmuştu. Suriye'de ise eşraftan İzzed Hulo, Necip Melhama ve Rufaî Şeyhi Ebu'l- Huda'yı Yıldız Sarayı'nda misafir ederek onların gönlünü almış, Suriye Müslümanları da sonuna kadar Osmanlı'ya sâdık kalmıştır.15


İngilizlerin yeni bir halife çıkarma gayretleri

Sultan Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm politikası İngilizleri hayli tedirgin etmişti. Onu tesirsiz hâle getirmek için Hindistan Müslümanları üzerinde baskı ve şiddet uygulamışlardır. Arap ülkelerinde ise daha başka yollar izlediler. Buralarda "Arap Halifeliği" veya "Arap Irkçılığı" ön plâna çıkarılmıştır. Özellikle halifeliğin Osmanlı'dan alınması için "Halife Kureyş'ten, Araplardan olmalıdır." propagandasını yapmışlardır. Halife adayları da, Mısır Hidivi Tevfik Paşa idi. Bu propagandanın tesirinde kalan Tevfik Paşa, halifelik konusunda bir ara epeyce ümitlenmişti. Bu gelişmeler üzerine Abdülhamid, Kahire'deki Mısır Yüksek Komiseri Ahmed Muhtar Paşa vasıtasıyla Mısır gazetelerine nişan vererek, hediyeler göndererek Osmanlı lehine yayımlar yaptırmıştır. Kahire gazeteleri, Halifenin Kureyş'ten değil, kuvvet ve kudret sahibi Müslümanların içinden olması gerektiği şeklinde yayımlar yapmışlardır. İngilizler, bundan netice alamayınca, bu defa da halifeliğin tarihî ve dinî temelleri kalmadığı şeklinde propagandaya başlamışlardır. "Hilafet Abbasilerle sona ermiştir, ondan sonrası sahtedir.", "Hilafet Bağdat'ın düşmesi ile birlikte sona ermiştir. Memlûkler tarafından canlandırılışı cansız bir gösteri, Osmanlı'nınki ise rüyadır." diyorlardı. Bir de Alman İmparatoru Wilhelm'in 1898'de Şam'da Selahaddin-i Eyyübî Türbesi'nin başında yaptığı meşhur "Şam Nutku", İngilizleri çok rahatsız etmişti. Wilhelm nutkunda şunları söylemiştir: "Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selâhaddin'in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan 2. Abdülhamid'e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur." İngilizler bu safhadan itibaren tehlikeli bir faaliyete girişerek, din duygusunu silip süpüren ırk esasına dayalı Arap milliyetçiliğini tahrik etmeye başlamışlardır.16



2. Abdülhamid'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilerek Sela­nik'e sürgüne gönderilmesi, İslâm dünyasında oluşan hilâfet eksenli heyecanın da sönmesine sebep olmuştur. 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı'nın yıkılması ve hilafetin kaldırılması üzerine 1926'da Kahire'de ve 1931'de Kudüs'te yeni bir halifenin seçilmesi hususundaki gayretler ise neticesiz kalmıştır. Böylece, asırlarca Osmanlı'ya ve bütün İslâm dünyasına ruh veren ve 2. Abdülhamid'le siyaset sahnesinde önemli bir yer bulan İttihad-ı İslâm düşüncesi, bir gaye-i hayal olarak müminlerin zihinlerinde kalmıştır.


Dipnotlar



1. Metin Hülagü, Panislâmist Faaliyetler, s.9, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1994.

2. Azmi Özcan, Panislâmizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, 1877-1914, TDV yay., İstanbul 1997.

3. Ali Vehbi, "Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım)", s. 86, Hareket Yay. İstanbul 1974.

4. Kemal Karpat, Panislâmizm ve II. Abdülhamit, s. 28, 48, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul 1987

5. Vehbi, age., s.86.

6. Süleyman Kocabaş, Sultan II. Abdülhamit, s. 229, Vatan yay., Konya 1995.

7. De Grece, Michel, II. Abdülhamit Y ı l d ı z Sürgünü, s. 180, Çev: D. Bayladı, Milliyet yay. İstanbul 1995.

8. Vehbi, age., s. 86.

9. Kocabaş, age., s.237–238.

10. Apatay Çetinkaya, Ertuğrul Fırkateyninin Öyküsü, XX. Yüzyıldan Bugüne Türk-Japon İlişkileri, s. 123-125, Ad Yayıncılık, İstanbul 1998.

11. Apatay, age., s.125.

12. DMA, Mektûbî, Belge No: 608/46.

13. Kocabaş, age, s.241.

14. Tahsin Paşa, Hatırat, s.244,

15. Kocabaş, age, s.254.

16. Yusuf Hikmet Batur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I, s.118-119, Ankara 1995.



Ahmet Ürgüplü


Selahaddin Eyyubi hem Kürt, hem Arap, hem de Türktü!




 Selahaddin Eyyubi hem Kürt, hem Arap, hem de Türktü!




Başbakan Erdoğan grup toplantısında Selahaddin Eyyubi'nin "gerçek torunları"nın teröre karşı tavır aldıklarını söyledi.



Bunun üzerine "Selahaddin Eyyubi'nin gerçek torunları" vurgusuyla yalnızca Kürtleri mi yoksa genel olarak bu topraklarda yaşayanları mı kastettiği noktasında kafalar karıştı. Öte yandan da "Selahaddin Eyyubî Kürt müydü?" sorusu yayından çıkan bir ok gibi ak sayfalara düşmüş oldu.



Ben Türkiye'de etnik kökenleri tartışmanın anlamsızlığına inanan biriyim. Zira ailemizin bir kolu Şam'dan, öbür kolu Amasya'dan, diğeri Hilvan'dan vs. gelip Urfa'da buluşmuşlar. Çok sonraları annemin dilindeki birçok kelimenin Dede Korkut Kitabı'nda geçtiğini öğrenmek şaşırtıcı olmuştu benim için. Kürt mü, Arap mı, Türk mü? olduğum, sıcak suyla soğuk suyun bir kovaya döküldükten sonra ayrıştırılamaması gibi neredeyse tespiti imkânsız bir bilmecedir.



Elbette Kürtlerin dünya ve İslam tarihinin en büyük şahsiyetlerinden birine sahip çıkması önemli. Ama bu, onu bir ırka indirgeme yanlışına dönüşmemeli. O İslamın, hatta insanlığın ortak değeridir. Unutmayalım ki, Fransızlar bile Fransız bir anne uydurarak onu sahiplenmek istemişlerdi. Demek ki, paylaşılamayan bir güzelliğin odağındadır Selahaddin Eyyubi.



Kürtler onun Kürt, Araplar Arap, Türkler de Türk olduğunu iddia ederler. Bu bir kavga sebebi olmamalı. Bir evrensel değeri sahiplenme uğrunda girişilen rekabetin güzelliğini yakalamalıyız onun şahsında. Selahaddin Eyyubi Kafkasyalı mı?



Selahaddin Eyyubi'nin Kürt olduğunu iddia eden 4-5 Arapça kaynak var elimizde. Üstelik İbn Hallikan gibi bir asır sonra onun soyağacını araştırmış bir tarihçi de çıkmış ki bu bakımdan şanslı sayılırız. İbn Hallikan şöyle diyor:



"Tarihçiler Selahaddin Eyyubi'nin babası ve ailesinin Azerbaycan'ın en ucunda bulunan Duvin şehrinden olduğunda anlaşmışlardır. Burası Gürcüler ülkesinde ve Arran yolundadır. Onlar Kürttü ve Ravâdiye aşiretine mensuplardı ki, bunlar büyük Hezbaniye aşiretinin bir koludur. Babası Duvin'de doğmuştur. Dedesi Şâdi, Şirkûh ve Necmeddin Eyyub adlı oğullarıyla birlikte önce Bağdat'a, sonra da Tikrit'e yerleşmiş. Dedesi Tikrit'te ölmüş ve adına bir türbe yapılmıştır. Onların soyağacını dikkatlice inceledimse de, Şâdi'den daha geriye gidemedim." (Minorsky'nin "Prehistory of Saladin" adlı incelemesinden, s. 125)



İbn Hallikan'ın dediklerinden çıkan sonuçlar: 1) Selahaddin Eyyubi'nin kökeninin Kafkasya'da Müslümanların kilit noktalarından biri olan Duvin yakınlarında Azanakan köyü olduğu, 2) Kürt oldukları, 3) Hezbanilerin bir kolu olan Revâdi aşiretine mensup olduklarıdır.



Aynı şekilde Kürt tarihçi Şerefeddin'in "Şerefnamesi" de, İbnu'l-Esir gibi tarihçiler de onun "Duvinli Revanda (Revadi) Kürtleri"ne mensup olduğunu yazarlar. Ancak Minorsky'nin dikkatimizi çektiği bir nokta önemlidir:



Kafkasya, Revâdi aşiretinin asıl vatanı değildi. Hezbani Kürtlerinin Aras vadisine, 10. yüzyıldan önce dalgalar halinde yerleştikleri bilindiğine göre buraya muhtemelen Erbil taraflarından gelmişlerdi, zira Hezbani kelimesinin Erbil'le kadim bir bağlantısı mevcut.



Minorsky'nin bu kısa analizinden Eyyubi ailesinin asıl vatanının Azerbaycan olmadığını anlıyoruz. Öyleyse nereden gelmişlerdi oraya? Erbil'den mi?



Selahaddin Eyyubi üzerine dünyadaki en muteber uzmanlardan birisi, Türkiye'de yaşıyor. Tarihçi camiası dışında neredeyse meçhul kalan bu mütevazı isim, Prof. Ramazan Şeşen'dir. Selahaddin Eyyubi üzerine yazdığı iki muhteşem kitabında onun etnik kökeni konusuna ışık tutan bir araştırmaya girişen Şeşen, bize diğer tarihçilerin dikkatini çekmeyen bir pencere açıyor.



Buna göre Selahaddin Eyyubi muazzam bir şöhrete sahip olarak öldükten sonra hakkında çeşitli şecereler uydurulmuştur. Hatta kimisi Kureyş'e, kimisi de Emevilere kadar çıkarmıştır soy zincirini. Yemen'den Azerbaycan'a



Ancak tarihçi Yakubî'nin bir kaydına göre Revadî Kürtleri, Revvâd b. El-Musanna el-Ezdî'den gelir ve bu şahıs da 758 yılında Basra'dan Azerbaycan'a yerleştirilen Yemen Araplarındandır. Selahaddin Eyyubi'nin aşireti Revâdiler önce Tebriz civarına yerleştirilmiş, kuvvetlendikten sonra Tebriz şehrinin yönetimini ele geçirmişler ve 10. yüzyılda o bölgede yaşayan Hezbanî Kürtleriyle karışarak zamanla kendilerini "Kürt" saymışlardır. Dolayısıyla Selahaddin Eyyubi'nin uzak ataları Araptır ve zamanla Kürtleşmişlerdir.



Şimdi Eyyubilerin Türk ayağına geliyoruz. Selahaddin'in abisinin ismi Turanşah, bize ailenin Türklerle de karışmış olduğunu gösteren ufak bir misal sunar. Küçük kardeşlerinden birinin ismi Tuğtekin, öbürününkü Böri'dir (Türkçe "kurt" anlamında). Üç kardeşinin Türkçe isimler taşıması bir tesadüf olabilir mi? Ancak dayısının isminde geçen "Tüküş" (Türkçe "tokuş" kelimesi Arapçada böyle yazılır) kelimesinden ve ailenin bildiğimiz kadınlarının Türkçe isimler taşımalarından yola çıkarak "anne tarafı Türk olmalıdır" hükmüne varan Prof. Şeşen, eniştelerinden Muzafferüddin Gökböri'nin de Türk olduğunu ekliyor sözlerine. (Dr. Rıza Nur ise "Türk Tarihi"nde Selahaddin Eyyubi'nin ölmeden önce devletin topraklarını çocukları arasında bölüştürmesinin bir Türk devlet teamülü ("ülüş") olduğundan hareket ederek bunu onun Türklüğüne delil gösterir.)



Ramazan Şeşen hocanın şu sözleri çok anlamlı:



"Ayrıca Kürt ırkı Türklerin Suriye, Mısır, Anadolu ve diğer Ortadoğu ülkelerindeki hakimiyetlerinin tesisinde daima Türklerle beraber hareket etmiştir. Şah İsmail ve İran'da bulunan birçok Türk şii olup İranlılığa hizmet ettikleri halde, Doğu Anadolu'daki Kürtler Osmanlılara sadık kalarak, birçok Türk kabilelerinin aksine, Türklüğe hizmet etmişlerdir."



Dolayısıyla Selahaddin Eyyubi melez bir aileden gelir ve bu melezliği de hem Türkiye Müslümanları, hem dünya Müslümanları açısından mutlak bir avantajdır. Uzak ataları Araptır, evet, bunlar zamanla Kürtleşmiş ve kendilerini Kürt saymaya başlamışlardır. Lakin bünyesinde çalıştıkları ve sonunda devraldıkları Nureddin Zengi'nin devletindeki Türklerle etkileşime girip zamanla Türkleşmeler de olmuştur. Zira Zengi, Eyyubi ve Memluk devletlerinde devlet ve ordu teşkilatı Türklerin, bürokrasi ise Arapların elindeydi. Ayrıca ordularında hatırı sayılır oranda Kürt askeri de bulunuyordu.



Sonuçta bence Selahaddin Eyyubi hem Arap, hem Kürt, hem de Türktü. Bu yapay ve bizi bölecek tanımlardan da kurtulalım derim. İslam dünyasının temel problemini politik ahlaksızlaşma olarak gören ve buna isyan eden Selahaddin Eyyubi, İslam dünyasını tek bir bayrak altında birleştirme davasına kendini adamış biriydi. Gibb'in deyişiyle, İslamı siyasi cesaretsizlik batağından çıkararak ahlakî bir ideal etrafında yeniden kenetlenmenin yolunu açmıştı. Bugün onun aziz hatırası niye aynı işi göremesin?



m.armagan@zaman.com.tr HYPERLINK "mailto:m.armagan@zaman.com.tr"

http://twitter.com/mustafarmagan HYPERLINK "http://twitter.com/mustafarmagan"


http://zaman.com.tr/yazar.do;jsessionid=56B40530047821C564FBDADEEC3F3AE6?yazino=1198979

Kanunî Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı Fethi






Kanunî Sultan Süleyman'ın Bağdat'ı Fethi



Mehmet HALEOĞLU



Osmanlı Devleti'nin Batı'da Macarlara karşı hudut kalesi olan Belgrat'a, 'dâru'l-cihad' dendiği gibi, Doğu'da aynı durumda olan Bağdat'a da, 'dâru'l-İslâm' denmiştir. 1514 Çaldıran muzafferiyeti, Safevi İran'ın 19 yıl kendisine gelmesini engellemişti. Doğu'daki bu durum, Osmanlı'nın Batı'daki fütuhatını kolaylaştırmış, Macarlara karşı çok daha etkili bir şekilde hareket etmesine zemin hazırlamıştır. Bu sırada Safevi İran hükümdarı Şah İsmail vefat etmiş ve yerine genç yaşta Şah Tahmasp geçmişti. Bu dönemden sonraki Osmanlı-İran münasebetleri hakikaten tarihin seyrini değiştirebilecek bir önem arz eder. Tarihçiler; "Batı'ya doğru harekete geçen Osmanlı eğer İran'la uğraşmamış olsaydı, 16. asırda bütün Avrupa Osmanlı siyasetinin oyuncağı hâline gelebilirdi." denmektedir.


Bağdat 1508 yılında Safevilerin eline geçmişti. Şehrin ticaret yolları üzerinde bulunması, uzun zaman Abbasi halifelerinin merkezi olması Osmanlı açısından önemini daha da artırmaktaydı. Avrupa'yı ekonomik bakımdan baskı altına almak isteyen Osmanlı, Anadolu ve Karadeniz ticaret yollarını kontrolüne geçirmiş, Basra'dan Bağdat'a oradan da Suriye'ye uzanan yolları hâkimiyeti altına almaya çalışmıştı. Bu sırada Irak'ın kuzey bölgesi Osmanlı'ya aitti. Orta ve güney kesimlerinde yaşayan Arapların önemli bir kısmının Şii olması Safevi tesirini kolaylaştırmaktaydı. Bağdat Valisi Zülfikar Han, İran şahı ile arası açıldığından 1529 yılı başlarında Kanunî adına hutbe okutup para bastırmış, şehrin anahtarlarını da İstanbul'a yollamıştı. Bunun üzerine İran şahı ordusuyla Bağdat'a gelerek Zülfikar Han'ı idam ettirmiş, yerine de Tekeli Mehmet Han'ı vali tayin etmişti. Bu sırada Kanunî dördüncü sefer-i hümâyûnu için Viyana yollarında bulunmaktaydı. Osmanlı'nın Batı'da bulunması İran'a geçici bir üstünlük sağlamış gibi oldu. İki yıl sonra ise bu defa İran'ın Azerbaycan Valisi Ulama Han Osmanlı'ya sığındığında kendisine beylerbeyilik ve paşalık verilmiştir.

Bölgedeki askerî hareketliliğe sebep esas hâdise ise, o sırada Osmanlı hâkimiyetindeki Bitlis ve çevresi hâkimi Şeref Han'ın topraklarının İran toprağı olduğunu ilân ederek şahtan yardım istemesidir. Bu hâdise Osmanlı'ya ait bir toprağın başka bir devletin eline geçmesi mânâsına geldiğinden, gerekli tedbirler alınmış ve İran üzerine sefere karar verilmiştir. 21 Ekim 1533'te İstanbul'dan hareket eden Veziriazam İbrahim Paşa, kışı İran topraklarına yakın bir yerde geçirdi; böylece İran'ın hareketleri sınırlandırılmak ve devletin bu konudaki ciddiyeti gösterilmek istendi. Van ve çevresi alınarak Van Gölü bir İç göl hâline getirildi. 11 Haziran 1534 tarihinde Kanunî Sultan Süleyman altıncı sefer-i hümâyûnu olan ve kaynaklarda 'Irakeyn Seferi' olarak adlandırılan sefere çıktı. Konya, Erzincan yoluyla Erzurum'a geldi. Şehir 1502 yılında Şah İsmail'in eline geçmiş, ahali kılıçtan geçirilmiş, çevredeki aşiretler de İran'a götürülerek iskân edilmişti. Sultan, uzun zamandan beri kimsenin yaşamadığı bu güzel şehrin yeniden îmar, inşa ve iskanı için gerekenlerin yapılmasını istedi. Padişahın doğu bölgesine yaklaşması, çevredeki emirlerin gözünü korkutup mukavemetini kırdığından, bunlar kendiliklerinden Osmanlı hâkimiyetini tanımaya başladılar. 13 Temmuzda Osmanlı ordusu Tebriz'e girdi. Daha sonra veziriazam ve padişahın komutasındaki ordular birleşti. 29 Ekim'de Hemedan'a gelindi. Bunun üzerine İran'ın Bağdat valisi, şehrin artık savunulmasının mümkün olmadığını görerek Bağdat ve çevresini boşaltarak İran taraflarına gitmiştir.

Tebriz-Bağdat yolu 1 ay 24 günde kat edilmiştir. Sadrazam İbrahim Paşa'nın öncü kuvvetleri 28 Kasım 1534'te Bağdat'a girmiştir. Paşa, şehrin yağmalanmaması için gereken tedbirleri almıştır. Kanunî şehrin alındığı müjdesini getirene 500 duka bahşiş verdi. 30 Kasım'da ordusuyla şehre giren padişah, şehirdeki İslâm büyüklerine ait bütün mezar, kabir ve türbeler ile vakıf eserlerinin tamir edilmesini istedi. Dönemin ünlü şairi Fuzulî 70 beyitlik meşhur kasidesini Kanunî'ye takdim etmiş ve kendisine günde 9 akçe maaş bağlanmıştır. Fuzulî ayrıca Bağdat'ın Osmanlı yönetimine geçmesine "Geldi burc-i evliya'ya Pâdişâh-î nâm-dâr" mısraıyla (941=1534) tarih düşürmüştür. İran'ın Tebriz'i yeniden alması ve Van Kalesi'ni muhasara etmesi üzerine padişah ve ordu-yu hümâyun 1 Nisan 1535 tarihinde Bağdat'tan ayrılmıştır.


http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/kanuni-sultan-suleymanin-bagdati-fethi-kasim-2011.html








Medine Müdafii Fahreddin Paşa



Medine Müdafii Fahreddin Paşa


Galip ÇAĞ




Elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. Durdu. Her iki yanındaki İngiliz askerlerine baktı. Onların gözlerindeki korkuyu hissetti. Ne de olsa "Çöl Aslanı"na refakat ediyorlardı. Tüfekleri ellerinde, parmakları sürekli tetiklerinde idi. Korkuyorlardı. Döndü ve tozdan artık iyice seçilmez olan şehre baktı. Yüreği daraldı. Nasıl bırakırdı, nasıl giderdi? Sırtına inen dipçikle zor da olsa döndü ve tekrar yürümeye başladı.

Haziran 1916'da İngiliz müfsitlerin telkinleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin'e bütün İslâm âlemi tepki göstermiş; ama o, ihanetinden dönmemişti. Kendince bahaneler bulmuştu bu menfî hareketine... Osmanlı'yı İngilizlerin yanında savaşa girmemesi dolayısıyla yargılıyor ve kendi kurduğu mahkemede mahkûm ediyordu.

Osmanlı birlikleri, isyan başladığında Yemen'de âdeta bir ölüm kalım savaşı veriyordu. Hava sıcaktı, hem düşmanla hem de salgın hastalıklarla mücadele ediyorlardı. Dahası diğer cephelerden gelen kötü haberler iyice zorlaştırıyordu işlerini. Asker yorgundu, asker yılgındı. Fakat Şerif Hüseyin'in isyanı başkaydı. Alınan haberlere göre isyancılar, 7 Temmuz 1916'da Mekke'ye ulaşmışlardı. Sıra, Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin bulunduğu Medine'ye gelmişti. Kanal Cephesi ve sonrasında bölgede kurulan cephelerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, buranın savunmasını Fahreddin Paşa'ya vermişti ve onu 17 Temmuz 1916'da Hicaz Seferi Kuvvetleri'nin başkumandanı olarak atamıştı.

Osmanlı birlikleri Medine önlerine ulaştığında şehir tam bir muhasara altında idi. Bir yanda düşman askeri, diğer yanda çöl, burayı dış dünyadan âdeta tecrit emişti. İsyancıların çemberi kısa zamanda yarıldı ve şehir Osmanlı kontrolüne alındı. Ama asıl çile şimdi başlıyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu kararlıydı, Medine alınacaktı.


Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü. Askerlerin bir kısmı firar etti, yiyecek bitti, su tükendi. Ama o kararlıydı. Yapamazdı, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrini terk edemezdi. Ama ümitsizlik artık askerlerinin damarlarına iyice işlemişti. Bazılarına göre her şey bitmişti. İşte tam bu sırada Fahreddin Paşa'nın, Çaldıran Seferi'nde ümitsizliğin pençesine düşmüş askerlerini birer kaplana çeviren Yavuz gibi yaptığı konuşma, yeniden diriltmişti bu yorgun ruhları:


"Ey İnsanlar! Mâlûmunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim; bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücün desteği, Hilâfet'in gözbebeği olan Medine'yi son kurşununa, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman'ca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Tealâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O'nun Resulü, Peygamber Efendimiz'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zâbitleri! Ey her cenkte (savaşta) cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek dâima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlâtlarım! Gelin hep beraber Allah'ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah, biz Sen'i bırakmayız!"


Çırpınıyordu. Görünen düşmandan çok görünmeyen düşmanla, ümitsizlikle mücadele ediyordu. Askerlerinin onu, dik görmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için canla başla çalışıyordu. Mahiyetindeki subay ve erleriyle birlikte bir sabah namazını Mescid-i Nebevi'de edâ ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve mübarek huzurunda yemin etti, şeref sözü verdi: "Yâ Resulallah! Son neferimize varıncaya dek şehit olmadıkça Sen'in mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz."

Askerleri yiyeceklerinin tükendiğini söyleyince, onlara çekirge yemelerini emretti, öyle ya çölde çekirgeden bol ne vardı ki! "Çekirgenin serçeden ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Serçe gibi huysuz ve serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor." Gündüzleri askerinin zihnine âbidevî bir duruş nakşeden Fahreddin Paşa, geceleri Mescid-i Nebevî'ye gidiyor ve orada sabaha kadar gözyaşı döküyordu: "Ya Resulallah, Sen'i nasıl bırakırım..."


Mondros'un imzalandığı haberi Medine'ye ulaştığında herkes gözlerine bakar, bitti mi artık dercesine. "Hayır, bitmedi." demedi belki; ama teslim olmaya dâir de en ufak bir îmada bulunmamasından burayı vermeyeceği anlaşılıyordu. Harbiye Nazırı Cevat Paşa'nın teslim emri kendisine ulaştığında silâh arkadaşlarına şunları söylemişti: "Hükümet, Medine'nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silâhlarımızla dövüşerek ölmek evlâdır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilâfet ve padişahın bir iradesi olmalıdır."

Bu kararlılık 27 Ocak 1919'daki o kara güne kadar sürdü.




Sabaha karşı uyuyakalmış olmalıydı, zîrâ uyandığında üniforması üzerinde idi. Kendine gelmeye çalışırken, diğer taraftan da özel odasında silâh arkadaşlarının ne aradığını anlamaya çalışıyordu. "Bitti paşam!" diyebildi biri. Anlayamadı. Sonra ellerinde silâhlarıyla İngiliz askerlerini gördü. "Buraya kadar paşam, teslim olunuz!" Beyninden vurulmuşa döndü. Gözünden büyük birkaç damla yaş düştü. Hiddetle kalkmak istedi, silâhına uzandı bir yandan, ama ne mümkün, derhal engellendi. Konuşmadı; ama gözleri onun yerine yalvardı âdeta; "Bırakın, Allah aşkına bırakın!" Bırakmadılar. Zîrâ İngilizler zaten böyle bir hamle bekliyorlardı. Çöl Aslanı'nı feda edemezlerdi. Çaresiz mâni oldular komutanlarına...

Dışarı çıktığında yüzlerinde hay­â­sız bir zaferin nişanesi hükmünde ukalâ tebessümleri ile diğer İngiliz subaylarını gördü. Biri yanaştı ve bu büyük kahramana elini uzattı, sıkmak istedi. Paşa ağlıyordu. Görmedi veya görmezden geldi. Bir diğeri yanaştı bu sefer, göz işareti ile kılıcını istedi. Kaşları çatıldı. Kılıcının kabzasını sıkı sıkı tuttu. Ravza-i Mutahhara'nın bulunduğu yöne döndü yüzünü. Kılıcını çekti ve secdeye kapanıp kılıcını yere bıraktı. Medine'ye bir ölüm sessizliği çöktü, artık hep birlikte ağlayan askerlerin gözyaşları insanın içine işleyen kumlu rüzgâra karıştı. Ayağa kalktı. Arkasını döndü, iki adım atmıştı ki âniden: "Affet beni, ya Resulallah!" dedi ve hıçkırıklara boğuldu.


Şimdi artık Medine iyice gözden kayboldu. Onu Yenbu Limanı'na ulaştıracak cipe binerken kum fırtınası iyice ağırlaştı. Başını öne eğdi. İngiliz askerleri, pürdikkat onu izliyorlardı. Ellerini kaldırdı göğe ve Medine gözden kaybolurken dilinden şunlar döküldü: "Allah'ım, ben sözümü tutamadım. Sen beni affet!"


Biz de diyoruz ki, ey Medine müdafii kahraman insan! Üzülme. Sen'in ruhunu şad edecek, İslâm'ı dünyanın her yerinde lâyıkıyla temsil edecek, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) adını dünyanın dört bir yanına götürecek, mübarek beldelere gerçek mânâda sahip çıkacak altın bir nesil yetişiyor. Ecdadın kaybettiği her yerde ve dünyanın dört bir bucağında bütün insanlık, bu nesli bekliyor.


Fahreddin Paşa Kimdir?

Medine Müdafii olarak tanınan Fahreddin Paşa,1868'te Rusçuk'ta doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Soyadı kanunundan sonra Türkkan so­yadını almıştır. 93 Harbi'nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ömer Fahreddin 1888'de Harp Okulu'nu, 1891'de Erkân-ı Harbiyye'yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasında­ki başarısıyla Edirne'nin geri alınmasın­da rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914'te 1. Dünya Savaşı'na girdiği vakit miralay rüt­besiyle Dördüncü Ordu'ya bağlı 12. Ko­lordu kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. 25 Kasım 1914'te mirlivalığa terfi ettirildi. 26 Ocak 1915'te 12. Kolordu'daki vazifesine ilâveten Dördüncü Or­du kumandan vekilliğine getirildi.


İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin'in isyana hazırlandığı ha­berinin alınması üzerine Fahreddin Pa­şa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Pa­şa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa'nın sa­vunduğu Medine dışındaki hemen bü­tün büyük merkezler âsilerin eline geç­ti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şid­detiyle devam ettiğinden Hicaz'a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elin­de bulunan son derece kısıtlı imkânlar­la Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca kahramanca mü­dafaa etti.


İngilizler tarafından 'Türk kaplanı' di­ye adlandırılan Fahreddin Paşa 27 Ocak'ta savaş esiri olarak Mısır'a gönderildi. 5 Ağustos'ta Malta'ya sürgün edildi. Sür­gün sırasında, savaş suçlularını yargıla­mak üzere işgalci devlet tarafından İs­tanbul'da kurdurulan ve başkanından dolayı halk arasında Nemrud Mustafa Dîvânıharbi adı verilen mahkemece ölü­me mahkûm edildi. Ancak Fahreddin Pa­şa Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921'de Malta'dan kurtuldu. Ber­lin'de karşılaştığı Enver Paşa'nın daveti üzerine Moskova'ya geçti. 24 Eylül 1921'de Millî Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kabil sefirliğine tayin edildi. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı. 12 Ma­yıs 1926'da görevinin sona ermesi üze­rine yurda döndü. 5 Şubat 1936'da Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden tümgeneral rüt­besiyle emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948'de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı'na defnedildi.


(TDV İslâm Ansiklopedisi'nden özetlenerek iktibas edilmiştir.)


* Bu mısraların sahibi, Türk tarihinin en şerefli sayfalarından biri olan tarihî Medine Müdafaası'nda bulunmuştur ve bu mısraları Ömer Fahreddin Paşa'ya ithaf etmiştir.






MEDİNE DESTANI








MEDİNE DESTANI



AHMET MİROĞLU




Bir zamanlar, Mekke ve Medine dahil olmak üzere, bütün Arap Yarimadasi Osmanli Devleti sinirlari içinde idi. Bu topraklari Memlûklerden (Kölemenler) devralan (1517) Yavuz Sultan Selim Han (1512-1520), kendisine “Mekke ve Medine'nin hakimi” diye seslenen hatibin sözünü kesmisti. Zira o, sahsina “Mekke ve Medine'nin hâdimi (hizmetkâri)” seklinde hitap edilmesini tercih etmekteydi.




Hakikaten bu anlayisa uygun olarak Osmanlilar, o tarihten 1919 yilinin Ocak ayina kadar Mekke ve Medine'ye büyük bir ask ve baglilikla hizmet etmislerdir. Ne yazik ki bu kutlu görev o tarihte sona ermistir.




Biz bu yazimizda, mukaddes topraklarin ve Peygamber sehri Medine'nin Osmanli Devleti'nden kopus hikayesini özetlemeye çalisacagiz.




Asirlarca Islâm'i serefle temsil etmis Osmanli Devleti, bir oldu-bittiyle I. Dünya Savasi'na dahil olmus ve sonunda maglup ilan edilmisti. Mondros Mütarekesi (1918) sartlarina göre, Osmanli Ordusu teslim olmak zorundaydi. Filistin-Hicaz cephesindeki bütün ordularimizin teslim olmasina ragmen, Hicaz Kuvvetleri komutani Fahreddin Pasa direnmekteydi. Istanbul'u dinlemiyor, “Ben Efendimiz'in mübarek merkadini teslim edemem!” diyerek bütün telkinleri reddediyordu.




Her ne kadar Ingilizler, Medine-i Münevvere'ye dogrudan girememis ve asker sokamamislarsa da, meshur casuslari Lawrence vasitasiyla satin aldiklari bazi kabile reisleri ve o zamanki Mekke Serifi vasitasi ile Medine'yi zorluyorlardi. Neticede Mescid-i Nebevi'yi, Merkad-i Mübarek'i ve o mukaddes beldeleri aylarca süren açlik ve susuzluga ragmen basariyla savunan Fahreddin Pasa da teslim olmak zorunda kalmistir.




Kardeşleri düşman eden İngiliz oyunu




Araplarin Osmanli Devleti'ne isyanlarinin sebebi bagimsizlik talebi degildi. Araplar, I. Dünya Savasi boyunca Osmanli ordusunda omuz omuza Çanakkale'den itibaren her cephede savasmislardi. Hatta Istiklal Savasi'nda, Aydin cephesinde Mehmetçikle yan yana Yunanlilara karsi bogusarak sehit düsen Araplar vardir. I. Dünya Savasi'nda hiçbir Arap beldesinde; ne Irak, ne Suriye, ne Lübnan, ne Yemen, ne de Filistin'de Osmanli'ya isyan eden tek bir Arap görülmemistir.




İsyan eden sadece Mekke Emiri Serif Hüseyin Pasa idi. Bu zat, ‘Mîr-i Mirân (Beylerbeyi)' rütbesindeki Mekke Emiri idi. Serif ailesinin fertleri olan Hüseyin, Haydar ve Cafer Pasalar Istanbul'da ikamet ederler, Sura-yi Devlet azaligi yaparlar, pasa maasi alirlardi. Sultan Ikinci Abdülhamid, Hüseyin Pasa'dan süphelenirdi. Onun Mekke emirligi taleplerini hep nazikçe geri çevirmisti. Fakat Pa sa, Sultan Resad zamaninda Mekke emiri olmayi basardi.





Şerif Hüseyin, Ingilizler tarafindan bütün Araplari bir bayrak altinda toplayarak, en büyük Arap krali, hatta imparatoru olacagina inandirilmisti. Ingilizler onun ihtirasindan yararlanarak, Osmanli'ya karsi ayaklandigi takdirde kendisine para, silah, cephane, erzak, ne lazimsa saglayacaklarini, yardim edeceklerini ve belirli sinirlar içinde bagimsiz bir Arap devleti kuracaklarini vaadetmislerdi .





Sonradan açiklanan belgelere göre Serif Hüseyin Pasa, 1915 Temmuzunda Ingilizlerle dogrudan temasa geçmis ve isbirligi yapmak karsiliginda kuzeyde Mersin ve Adana'yi içine alarak Iran sinirina, doguda Basra Körfezi'ne, güneyde Hint Okyanusu kiyilarina ve batida Kizildeniz'le Akdeniz'de Mersin'e kadar uzayacak bir hudut dahilinde Araplara bagimsizlik talep etmisti.





Pazarlik 1916 yili ortalarina kadar sürmüs ve bu esnada Osmanli Devleti'ni oyalayan Serif Hüseyin, Ingilizlerle isbirligi yaparak birkaç küçük çarpismadan sonra 27 Haziran 1916'da yayinladigi bir bildiriyle isyan bayragini açmisti. Hüseyin'in askerleri para gücüyle toplanmis bir tür lejyoner bedevilerdi. Bunlar, Hicaz çöllerinde göçebe hayati yasayan ve talanla geçinen son derece cahil, dünyadan habersiz kimselerdi. Mekke, Taif, Cidde gibi sehirlerdeki Araplar isyana katilmadiklari gibi, asilerin lideri de zaten buralardan asker toplamaya tesebbüs etmemistir.





İsyan, Osmanli ordularinin sevk ve idaresi üzerinde çok olumsuz bir etki yapmistir. Ingilizler de zaten bunu hedeflemekteydiler. Isyanin sonuçlari da ayni sekilde olumsuz olmu stur. Askeri uzmanlarin belirttigine göre, nasil Balkan Harbi, Yemen isyani yüzünden kaybedilmisse, Suriye'nin elden çikmasina sebep olan Filistin Harbi de, Hicaz isyani yüzünden kaybedilmistir.





Önce Mekke düştü




İsyan basladigi sirada Medine'nin muhafizi Fahreddin Pasa idi. Ingilizlerle anlasan Mekke Serifi Hüseyin'in isyana hazirlandigi haberinin alinmasi üzerine, Fahreddin Pasa 4. Ordu kumandani Cemal Pasa tarafindan Medine'ye gönderilmisti (28 Mayis 1916). Fahreddin Pasa 31 Mayis'ta Medine'ye ulasti ve Serif Hüseyin'in birkaç gün içinde isyan edecegini Cemal Pasa'ya bildirdi. Serif Hüseyin ve dört oglu 3 Haziran'da Medine çevresindeki demiryolunu ve telgraf hatlarini tahrip ederek isyani baslattilar. 5-6 Haziran gecesi Medine karakollarina saldirdilarsa da, Fahreddin Pasa'nin aldigi tedbirler sayesinde geri püskürtüldüler.





Fahreddin Pasa hemen karsi harekâta baslayarak, belli mevkilerdeki asileri yenilgiye ugratti. Arkasindan yeni birliklerle takviye edilen Hicaz Kuvve-i Seferiyyesi Kumandanligi'na tayin edildi. Asiler, Mekke Valisi Galib Pasa'nin tedbirsizligi yüzünden 9 Haziran'da genel saldiriya geçerek 16 Haziran'da Cidde'ye, 7 Temmuz'da Mekke'ye ve 22 Eylül'de de Taif'e girdiler. Fahreddin Pasa'nin savundugu Medine disindaki hemen bütün büyük merkezler asilerin eline geçmisti. Bu sirada Kanal Harekâti bütün siddetiyle devam ettiginden, Hicaz'a asker gönderilemiyordu.





İki yıl yedi ay süren şanlı direniş




Fahreddin Pasa, elinde bulunan son derece kisitli imkanlarla Medine'yi iki yil yedi ay boyunca müdafaa etti. Önce Medine ve çevresinde bir güvenlik hatti olusturmak için Asar Bogazi, Bi'r-i Dervis, Bi'r-i Abbas ve Bi'r-i Reha mevkilerini asilerden temizledi. 29 Agustos 1916'da Medine çevresinde 100 kilometrelik bir emniyet seridi meydana getirilmis oldu. Fahreddin Pasa Medine'yi savunabilmek için Istanbul'dan devamli takviye kuvveti istiyor, Osmanli hükümeti de onun isteklerine cevap verebilecek durumda olmadigini bildiriyordu.




Osmanli hükümetinin Hicaz'i kismen bosaltma karari almasi üzerine, Fahreddin Pasa yagma ihtimaline karsi Medine'de Hz. Peygamber s.a.v.'in mübarek merkadinde bulunan mukaddes emanetlerin Istanbul'a nakledilmesini teklif etti. Sorumluluk kendisinde olmak sartiyla, teklifi hükümet tarafindan kabul edildi. Fahreddin Pasa bir komisyon kurarak tek tek kontrol ettirdigi otuz parçadan olusan mukaddes emanetleri 2000 askerin korumasi altinda Istanbul'a gönderdi.










İNGİLİZ CASUSU LAWRENCE






Medine'yi Suriye'den ayiran çölde dolasan ve yagmacilikla geçinen bedeviler, Serif Hüseyin'in hileleri ve Ingilizlerin paralariyla kandirilarak Osmanli Devleti aleyhine harekete geçirildikleri için, Medine'yi Suriye'ye baglayan demiryolunu korumak güçlesti. Ünlü Ingiliz casus Lawrence, demiryolu boyunca raylari dinamitletiyordu. Her geçen gün çölün ortasinda çevre ile irtibati kesilmis bir kale durumuna gelen ve iasesi de azalan Medine'nin tahliyesine karar verildi. Önce yeni tayin edilmis olan Mekke Emiri Serif Haydar Pasa, ailesiyle birlikte Medine'den ayrildi. Onlari 3-4 bin kisilik yerli halk takip etti.




Takdir-i ilâhi, riza-yi peygamberî, irade-i padişahî devam ettikçe




Fahreddin Pasa, elinde kalan az sayidaki kuvvetle hem bu çöl yolunu hem de Medine'yi müdafaaya devam etti. Fakat Hicaz demiryolunun Medine'ye yakin olan Tebük-Medain arasindaki Müdevvere istasyonunun düsman eline geçmesinden sonra, Medine kalesi isyancilar tarafindan kusatildi. Hiçbir yerden yardim alamaz duruma gelen sehirde kalmis olan halk ve asker arasinda açlik ve hastalik hüküm sürmeye basladi. Bu güç sartlara ragmen Fahreddin Pasa sehrin müdafaasini sürdürdü. Hatta kusatmadan önce kaleyi tahliye etmesini teklif eden Istanbul hükümetine “Medine Kalesinden Türk bayragini ben kendi elimle indiremem. Eger mutlaka tahliye edecekseniz, buraya baska bir kumandan gönderin” cevabini vermisti.




Fahreddin Pasa “Takdir-i ilâhi, riza-yi peygamberî ve irade-i padisahî seref-müteallik oluncaya kadar Medine müdafaasi devam edecektir!” diyordu. Ingilizlerle bedevilere teslim olmaktansa, müdafaa ettigi yerleri havaya uçurarak canini feda edecegine dair yemin ediyordu.





Fahreddin Pasa ve askerleri bir taraftan düsmanla, diger taraftan açlik ve hastalikla mücadele ederken, Kanal Harekâti felaketle bitmis, Filistin elden çikmis ve en yakin Osmanli kuvvetleri Medine'den 1300 km. uzakta kalmisti. Bu sirada Osmanli Devleti maglup olmus ve Mondros Mütarekesi'ni imzalamisti (30 Ekim 1918). Mütarekenin 16. maddesine göre teslim olmasi gereken Fahreddin Pasa buna yanasmadi.





Medinedekiler ise, her tarafla irtibatlari kesilmis oldugundan mütarekeden haberdar degillerdi. Olup bitenleri telsiz vasitasiyla takip eden Pasa, Kizildeniz'de demirleyen bir Ingiliz torpidosu mütareke sartlarini kendisine bildirdigi halde buna cevap vermedi. Ayrica hükümetin Mondros Mütarekesi'ni teblig etmek üzere gönderdigi yüzbasiyi hapsederek, Istanbul'u da cevapsiz birakti.





Bir yandan İngilizler, bir yandan Medine'yi kusatmis olan Serif Hüseyin'in kuvvetleri Medine'nin bir an önce teslim edilmesini istedilerse de, bu isteklerine karsilik vermedi. Hükümet, Ingilizlerin baskisi üzerine bu defa padisahin imzasini tasiyan bir teslim emrini Adliye Naziri Haydar Molla ile Medine'ye gönderdi. Fahreddin Pasa bu emri de dinlemedi. Askerlerin çogunun hasta olmasina; cephane, ilaç ve giyecek stoklarinin bitmesine ragmen direnmeyi sürdürdü. Ancak sonunda kendi subaylarinin baskisi ile teslim olmaya riza gösterdi (Ocak 1919). Böylece 1517'den 1919'a kadar tam 402 yil süren Osmanli hakimiyeti, -affedersiniz, Osmanli hadimiyeti - hazin bir sekilde sona ermis oldu.





Şerif Hüseyin'e ve hayallerine ne oldu?





Şerif Hüseyin, Osmanlilarin Hicaz'i terk edisinden sonra Mekke'de emirligini ilan etmisti. Fakat talihi yaver gitmedi. Ihanetinin bedelini Abdülaziz b. Suud tarafindan devrilerek ödedi. Önce etrafindakilerin telkinlerine uyarak oglu Serif Ali lehine kralliktan çekildi. Bu kâr etmeyince, Abdülaziz b. Suud'la mücadele etmek zorunda kaldi. Basarili olamayarak Ali ile beraber Kibris'a kaçti. Mezarlari dahi gurbette kaldi.





Medine'ye Emir tayin ettigi oglu Abdullah ise Suudiler karsisinda tutunamayacagini anladi, kaçip Amman'a yerlesti. Ingiliz himayesinde Ürdün Kralligi'ni kurdu. Ingilizlerden bagimsizlasma hedefiyle hareket etmeye baslayinca öldürüldü. Yerine oglu Tallâl geçti. O da aklî dengesini yitirdi. Istanbul'da tedavi gördü. Yerine oglu Hüseyin geçti. Hüseyin'in vefati üzerine de, malum simdiki kral Abdullah...





Şerif Hüseyin'in öbür oglu Faysal ise Suriye Emiri olmak niyetindeydi. Fransizlar tarafindan engellendi. Ingilizler de Faysal'i Bagdat'a götürüp Irak Hükümeti'nin basina geçirdiler. Sonradan toparlanan Iraklilar, birkaç hükümet darbesinden sonra bütün aile üyelerini katlettiler.





Şerif Hüseyin'in hayalleri birbiri ardinca yikilmisti. Kafasinda kurdugu Islâm Imparatorlugu yerine, kala kala torununa minicik bir Ürdün Kralligi kaldi.





Şerif Hüseyin'in tutunamayisinin altinda, Araplarin destegini alamamasi yatmaktadir. Ingiliz altinlariyla yanina çektigi fukara bedeviler disinda destekleyeni yoktu. Mekke, Medine, Cidde ve Taif'in yani sira Maan , Amman, Kerek , Salt ve Dera da isyana katilmamistir. Sam'da bütün isyancilarin toplami 30-40 kisiyi geçmemi stir. Bagdat'tan hiçbir bagimsizlik beklentisi isitilmemistir. Osmanli'nin da, -Liman Von Sanders Pasa'nin cepheden pijamayla kaçtigi- Filistin hezimeti sebebiyle eli kolu bagli idi. Bu hengâmede Suudiler bütün güçsüzlüklerine ragmen, kabile içi birligi saglamis olma avantajiyla mukaddes topraklara sahip olmuslardir.





Medine'ye Nasil Veda Ettiler?




Medine'den ayrilmadan önce, son ere kadar hepsinin, bu arada çesitli yaralar alarak vücutlari adeta delik desik olmu s, kimi kolsuz, kimi bacaksiz kalmis gazi mehmetçiklerin, birbirlerine sokulup yardim ederek, halsiz-mecalsiz, son defa Harem-i Serifi ziyaretle Ravza-i Mutahhara'ya yüzlerini-gözlerini sürerek dualar ede ede yaptiklari veda ziyareti görülecek seydi.





İngiliz altinlari ile Türk'e dis biler hale getirilmis bazi sözde Araplar bile bu manzara karsisinda göz yaslarini tutamamislardi. Bizimle beraber Medine'de kalip aylar süren kusatmanin her türlü sikintisini çeken, açligina bile katlanan yerli Araplar ise tam bir matem havasi içinde hüngür hüngür agliyorlardi. Hele yillardan beri Harem-i Serifte vazifeli olarak çesitli hizmetlerde bulunan harem agalarinin hiçkira hiçkira mehmetçiklerin boyunlarina sarilislarini benim gibi görenlerin, o anda ne hale geldiklerini tarif edemem.




Osmanli'nin Medine'den ayrilisi iste böyle olmustu. Gerçi henüz hastanemizde tedavi görmekte olan erlerimiz de vardi, ama bu gidis artik onlarin da er-geç yolcu olacaklarini belirten hazin bir gerçekti.





Onlar da gittikten sonra Medine'de sadece bir Türk sehitligi kalacakti. Bu mukaddes sehri ve Harem-i Serif'i, Lawrence'in kiskirtip ayaklandirdigi asilere karsi müdafaa ederken canlarini vermis olan sehitler...




(Feridun Kandemir, Medine Müdafaasi: Peygamberimizin Gölgesinde Son Türkler, Istanbul 1991, 235.)




http://www.semerkanddergisi.com/6217.htm,



Osmanlı’da ilk Siyonist hareketi başlatan Theodor Herzl







Osmanlı’da ilk Siyonist hareketi başlatan Theodor Herzl







Günümüzü, bugünün Türkiye’sini iyi anlamamız için geçmişimizi yani tarihimizi iyi bilmemiz gerekir…




Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasına kadar gelen süreçte devletin zayıflamasında etkili olan faktörler ile günümüzde yaşadıklarımız birebirdir… Şöyle bir geçmişle, günümüzü karşılaştırdığımızda aradaki farksızlığı anlamamak mümkün değil.


Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasına neden olan faktörleri tek tek saymamız gerekirse binlerce sayfalık kitap basmamız gerekir. Fakat bu faktörlerin en önemli ve gizli kalmışlarını ortaya çıkarırsak en azından günümüz ile bağlantısını ortaya koyabiliriz.


Bugüne kadar üzerinde pek durulmamış, fakat Osmanlı’nın, Kurtuluş Savaşı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin ve günümüzün en büyük tehlikesi ‘’Mason Locaları’’ gizli gizli ülkemizi tehdit edip, yok etmeye yönelik çalışmalar yaparken bizler bu konu hakkında bilgisizliğimizden dolayı umursamaz tavır takınıyoruz. Fakat ufak gözüken bu olgu, Osmanlı’nın başını ağrıtmış, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra bunu gören Mustafa Kemal Atatürk’ün bu tehlike yuvalarının kapanmasına sebep olmuştur. Fakat daha sonra Mustafa Kemal’in ölümünü fırsat bilen İsmet İnönü’nün desteğiyle tekrar ortaya çıkan Mason Locaları, Celal Bayar’la beraber daha güçlenmiş ve sonrasında Türkiye’nin siyasi politikasını yönlendirmeye başlamıştır.

Osmanlı’da ilk Siyonist hareketi başlatan Theodor Herzl


Theodor Herzl,Budapeşteli orta gelirli bir ailenin hukuk bölümünü okumuş oğludur…Hukuk bölümünü okumasına karşın yazarlık yapmış ve çeşitli oyunlar sergilemiştir.Theodor Herzl,Yahudi bir ailenin çocuğu olarak,yazarlık ve tiyatroculuk dışında kendisini Siyonizm’e adamış ve günümüzün Büyük Ortadoğu Projesi olarak bilinen Büyük İsrail Devleti’ni kurmak için ilk adımı atmış ve çeşitli planlar yapmıştır…1870’li yıllarda kafasında kurduğu Büyük İsrail Devleti’ni pratiğe dökmek adına Yahudilik hakkında çeşitli kitaplar yazmış ve propagandalar yapmıştır.Herzl kitap yayımlamakla kalmayıp,1896 yılında Dünya Siyonist Teşkilatı’nın kurulmasını sağlamış ve İsviçre’nin Basel kentinde ilk kongresini gerçekleştirmiştir.Bu kongrede Herzl: ‘’Ben bugün burada Yahudi Devleti'ni kurdum, ancak bunu yüksek sesle söylersem bütün dünya güler. Fakat beş sene içinde ya da elli sene sonra bunu herkes böyle bilecektir." demiştir.
Bu sözüyle görülüyor ki,Herzl’in planlarının ileride karşımıza büyük bir tehlike olarak çıkacağı önceden tahmin edilememişti.Kaldıki 1896 yılında dediği bu söz 1948 yılında gerçekleşti ve İsrail devleti kuruldu…Yani Herzl,53 yıl süren bir Siyonist mücadele sonrasında İsrail devletinin kurulmasını sağladı…
Bu kongrede işin garip tarafı Herzl’in kurulacak devletin sınırlarını da söylemiştir…Toplantı bitiminde Herzl: ‘’Kuzey sınırlarımız Kapadokya'daki dağlara kadar dayanır. Güneyde de Süveyş Kanalı'na kadardır." demiştir.
Bu sözünde devletin sınırlarını Osmanlı topraklarının bir kısmına kadar çizmesi açıkçası o dönemde önemsenmemiştir…Hatta şöyle bir durumda vardır ki o dönemde Osmanlı,sınırlarını Filistin’e kadar genişletmiş olması Herzl’in sınırlarını çizdiği toprakların önemli bir kısmı Osmanlı’nın elinde bulunması Herzl’i tedirgin etmişti…Ve klasik Yahudi felsefesi olarak ‘’paramla her şeyi satın alabilirim’’ diyerek 1902 yılında sorunun çözümü için İkinci Abdülhamit’le görüşür…




Bu görüşmede Herzl, padişaha: "Yahudilerin vaadedilmiş topraklarda "yurt" kurmasına izin verildiği taktirde Avrupa'daki Yahudi bankerlerin Osmanlı'nın tüm dış borçlarını ödeyeceğini" bildirir. Zaten doğruluk payı bulunmayan bu taahhüdü Abdülhamit "Ben bir karış dahi olsa toprak satmam, zira bu vatan bana değil, milletime aittir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır." cevabı ile reddetmiştir.




Daha sonrasında Theodor Herzl hızını kesmeyip ikinci görüşmeyi yapar ve aynı cevabı alınca İngiltere’nin kapısını çalar…Fakat İngilizlerden de istediğini alamayan Herzl için tek bir çözüm kalmıştır…Bu çözüm İkinci Abdülhamit’i tahtan indirmeye çalışan Jöntürklerle işbirliği yapmaktır...İkinci Abdülhamit’i tahtan indiren İttihat ve Terakkiciler ikinci meşrutiyetle yönetimde söz sahibi olmuşlardır…Theodor Herzl’in işbirliği devam etmiş fakat Filistin’in alındığını görmeden ölmüştür…




Sabetayizm’in Doğuşu ve Osmanlı’da Gelişimi




Sabetayizm’in çıkış noktasına ve Osmanlı dönemindeki etkinliklerine baktığımızda Siyonizm’in kurmuş olduğu bir akım olduğunu görmemek mümkün değildir…


Sabetaycılıktan bahsetmemiz gerekirse;Sabetayizm,17.YY ortalarında İzmir’de yaşayan Yahudilik inancına sahip olan Sabatay Sevi’nin Yahudilik’in mezhebi olarak ortaya çıkardığı Siyonist bir düşüncenin ideolojik bir sisteme dayalı halidir…


Sabetaycılık aslına bakarsak İslam dinindeki münafıklıktan başka bir şey değildir… Çünkü Sabetaycılar, kendilerini Müslüman olarak gösterir, çevrelerinde Müslüman olarak bilinir ve İslam inancının bir takım zorunluluklarını yerine getirirler… Fakat Sabetaycılar’ın bu duruşu sadece sinemanın perdesinden öte bir şey değildir…


Tarihsel olarak incelediğimizde Sabetayizm’in doğuşu çok ilginçtir…
Tarihte hepimizin bildiği bir olay vardır: Osmanlı devleti, İspanya’da Endülüs Emeviler döneminde zulüm gören Yahudilere kucak açmış ve onlara Osmanlı’da yerleşme hakkı tanımıştır… İşte bu zulümden kaçanlardan ve Osmanlı’ya göç edenlerden biride Sabetay Sevi’nin ailesi olmuştur…


Avrupa’nın barbar olarak gördüğü ve Yahudilerin topraklarına göz diktiği Türkler, her zaman hoşgörü ve iyi niyetinden kaybetmişlerdir…
Yahudilik inancına baktığımızda Tevrat’ta son Mesih’in geleceği hakkında bilgi vermesi ve bunu bilen Sabetay’ın, bunu çok iyi kullanması kendisinin ne kadar zeki ya da kurnaz olduğunu gösterir… Çünkü Sevi 22 yaşına geldiğinde 1648 yılında Mesih olduğunu ilan etmiş ve o dönemde halk arasında yankı uyandırmıştı. Yaklaşık iki milyon kişiye ulaşan inanları Sabetay Sevi’yi sadece peygamberleri olarak görmeyip, öğrencileri ona mitolojik bazı Tanrısal güçler vererek onu Tanrılaştırmıştı…


İşin ilginç kısmına değinmek gerekirse o dönemin din âlimleri ve Yahudi din adamları Sevi’ye karşı çıkmış, Sevi hakkında sahtekârdan başka bir şey değil gözüyle bakıyorlardı…


Akıllara şu soru gelmiyor değil…


Sabetay Sevi ne yaptı da bu kadar kişi ona inandı?


Sabetay Sevi,18 yaşında iken hahamlık yapıyordu… Zeki ve kurnaz olan Sevi, hahamlık yaptığı dönemde ikna kabiliyetinin yüksek olması ve zekâsıyla birçok mutasavvıf öğrenci yetiştirdi… Bu öğrencilere kendisini o kadar üstün nitelikli gösterdi ki, kimi zaman doğa olaylarını kendi mucizesi olarak gösterdi… Bu bir etken olmasına karşın ana neden Sabetay Sevi’nin Hıristiyanlarca da, Yahudilerce de bilinen şeytanın sayısı olan 666 ve 1666 yılında Deccal’ın ortaya çıkacağına inanmaları ve Sabetay Sevi’nin 1665 yılında Yahudi âlimlerce Mesih olduğu onaylanınca ve 1666 yılında Deccal’ın yeryüzüne ineceğine, Deccal’ı Mesih’in öldüreceğini düşünmeleri Sevi’nin işini kolaylaştırmıştı…




Fakat ne Deccal gelecekti, ne de Sabetay Sevi Mesih olarak Deccal’ı öldürecekti…
Bu kadar şey Osmanlı topraklarında olurken, Osmanlı ne yapıyordu?
Aslına bakarsak Osmanlı bu olaylara ilgisiz davrandı, önemsemedi… Bunun temel sebebi, topraklarında barındırdığı uluslara fazla hoşgörü göstermesi ve dinlerine karşı saygılı olmasıydı…




Fakat İzmir’li hahamların Sabetay Sevi’yi öldürmek istemeleri ve öldürememeleri Sabetay Sevi’yi şikâyet etmelerine neden oldu… Osmanlı ilk şikayette durumu pek önemsemedi fakat zaman ilerledikçe Sevi hakkında gelen şikayetler durumu değiştirdi ve Dördüncü Mehmet’in Sevi’yi tutuklatarak karşısına çıkarmasına neden oldu…


Çok gariptir ki Dördüncü Mehmet’in karşısına çıkan Sevi,ilk olarak padişahın kendisini Mesih olarak kabul etmesini ve İsrail devletini kurmak ve toprak istediğini söyledi…




Bu konuşma bize Theodor Herzl’i hatırlatmıyor mu?


Padişah Sevi’nin isteğini reddederek Çanakkale’de bir kaleye hapsetti… Fakat Sevi, burada da rahat durmayıp, propagandasını yapmaya devam etti… Buna karşın hahamlar tekrar saraya Sevi’yi şikâyet ederek daha ağır bir ceza verilmesini istedi…


Dördüncü Murat bu isteği dikkate aldı ve bir divan oluşturarak yargılanmasını sağladı…


Sabetay Sevi Türkçe konuşmuyordu… Divana bu yüzden Padişah’ın hekimbaşısı dönme Hayatizade Mustafa Efendi çağırıldı ve Sevi’nin dediklerini tercüme etmesi istendi…


Divan reisi ile Sebatay Sevi arasında geçen diyalog şuydu:


Divan reisi: Karıştırmadığın halt kalmadı. Uyandırmadık fitne bırakmadın Sabetay Efendi. Haydi, bakalım şimdi göster mucizeni!


Bunun üzerine Sabetay Sevi şaşkın bir şekilde ne yapacağını ve ne diyeceğini bilemedi. Divan Reisi Sevi’nin mucize yapmasını istedi… Tercüman ise mucizenin şeklini anlattı: Sabetay soyunacak, vücudunu en maharetli okçular nişangâh yapacaklardır. Attıkları oklar vücuduna işlemezse o zaman Osmanlı Padişahı da onun Mesih olduğunu resmi olarak tasdik edecektir. Çünkü Yahudiler, ona kılıç, ok, tüfek, kurşun işlemez, hatta onu ateş yakmaz, suda boğulmaz diye itikat etmektedirler.




Sabetay Sevi bunu duyduktan sonra afalladı… Şok oldu… Ve Divan Heyeti karşısında ‘’Adiyo Santro’’ diyerek titremeye başladı… Sevi bu cümleyle her şeyi inkâr etti, kendisinin Mesih olmadığını, Mesih olduğu hakkında iddiaların Yahudiler tarafından ortaya atıldığını kendisini hiçbir zaman Mesih olarak görmediğini söyledi…


Fakat durumu bu şekilde inkâr ederken, Sevi şunu unutmuştu: Dördüncü Mehmet’in karşısına ilk çıktığında Dördüncü Mehmet’in, Sevi’yi Mesih olarak görmesini istemiş ve İsrail devletini kurmak için toprak istiyorum dediğini unutmuştu…




Olayların bu şekilde gelişmesiyle Divan Heyeti Sevi’ye Müslüman olma teklifi götürdü… Olmadığı takdirde büyük acılar çekerek işkence ile öleceği bildirildi… İlkin bu teklife yanaşmayan Sevi,dönme Hayatizade’nin tavsiyesi ile Müslüman oldu


Fakat bu Müslümanlık sadece görüntüye ve kâğıda dayanmaktaydı… Sevi inancını değiştirmemiş,içinde yaşamaya başlamış ve örgütlenmesini gizlice sürdürmüştür…Öğrencileri de Osmanlı topraklarında Sabetayizm’i içten içe yaşamış ve gizlice yaymıştır…


Ve başta da belirttiğimiz gibi görüntüde ve eylemde Müslüman olan bu münafık Siyonist örgüt aslen Yahudilik inancına sahiptir…




Sabetaycılık ile İttihat ve Terakkiperver’in İlişkisi




İttihat ve Terakkiciler hakkında ‘’tümü siyonisttir’’ demek doğru olmaz…
Fakat içlerinde Sabetaist ya da siyonist kimse yok demek de yanlıştır…
Çünkü içlerindekilerin önemli bir kısmı masondur…
İttihatçı, mason ya da sabetaycılar;Mehmet Cavit Bey,Mehmet Talat Paşa,Mahmut Şevket Paşa,Hasan Ali Yücel,Şükrü Kaya,Mustafa Necati Bey,Mim Kemal Öke


Bunların birçoğu hakkında bilgiyi mensubu oldukları mason localarından öğrenebiliyoruz…




Fakat Eski Maliye Nazırı Mehmet Cavit Bey’in Sabetaycı olduğu 1952 yılında Büyük Ortadoğu Gazetesi’nde yayımlanmıştır… Dönmelerden olan Nazif Özge, Büyük Doğu gazetesinin 1952 yılında ‘’ Dönmelerin ruhani büyükleri kimdir?’’ sorusuna şu şekilde cevap veriyor: “Eski Maliye Nazırı Cavit Bey’in kardeşi Şefkati Bey’dir. Dönmeler, onu, hâşâ, Allah’ın soyundan gelmiş kabul ederler. Yetmiş yaşlarındadır. Dönmelere, isim-soyisimlerini o takar. Kendisinin soyu, “Roz”dur. Onlara göre Allah’ın soyu da Roz’muş...”


Kimdir Cavit Bey?


İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin liderlerinden olan Cavit Bey, İkinci Meşrutiyet’te Maliye Nazırlığı yapmış bir Türk siyasetçisidir… Mehmet Cavit Bey,1875 yılında Selanik’te doğmuştur. Cavit Bey’in babası Naim Bey’dir… Selanikli bir tüccar olan Naim Bey, Pakize hanımla evlidir…


İttihat ve Terakkici Cavit Bey, daha sonra Mustafa Kemal’e düzenlenen İzmir suikastında adı geçmiş ve İstiklal Mahkemesinde idam edilmiştir.




Siyonist hareketin Osmanlı’da başlayıp, Kurtuluş Savaşı sonrası Türkiye’ye kadar devam etmesi ve olayların birbirleriyle bağlantılı bir şekilde hareket ediyor olması ne kadar dikkat çekici değil mi?









ATATÜRKÜN ADI "KEMAL" DEĞİL. GERÇEK ADI "KAMAL"

ATATÜRK'ÜN ADI "KEMAL" DEĞİL. GERÇEK ADI "KAMAL"







Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı








Resmî tarihin Sultan Vahdettin saplantısı







1918 şartlarında İngilizleri tutmayan var mıydı ki, Hürriyet gazetesinde yer alan bir köşe yazısında(1), Mondros Mütarekesi'ni ve İngiliz himayesini kabullendiği için Sultan Vahdettin'e hain yaftası yapıştırılabiliyor?







Açın bakın, Mondros'ta İngiltere ile aramızda rica minnet çöpçatanlık yapan General Townshend'in hatıralarını, İngiliz gemileri kasım ayında Çanakkale'den nasıl birer 'kurtarıcı prens' olarak girmişlerdir, hayretle görürsünüz. Hadi onu bulamadınız diyelim, bari tarihçi Orhan Koloğlu'nun 1918 yılı üzerine yazdığı kitabındaki(2) basın taramasını okuyun ve zamanın PTT'sinin Mondros Mütarekesi'ni kutlamak için tam 22 bin serilik bir posta pulu çıkardığını hayret ve ibretle görün.




O zaman Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'da kendi parasıyla çıkardığı Minber gazetesinde işgalci İngilizlerin tebrik edilip alkışlandığını da, 17 Kasım 1918'de aynı gazetede çıkan söyleşisinde "İngilizlerden daha hayırhah (iyiliksever) bir dost olmayacağı" mesajını verdiğini de, ertesi gün çıkan Vakit gazetesinde ise "Britanya hükümetinin Osmanlılara karşı olan iyi niyetlerinden şüphe etmediğini" söylediğini ve dahi "muhataplarımızla [yani İngilizler, Fransızlar vd.] anlaşmak lazımdır" dediğini de hatırlamamız gerekmez mi? Ya Mustafa Kemal Paşa'nın 11-13 Ekim 1918'de Halep'ten Vahdettin'e çektiği telgraftaki ilginç teklifleri... Şöyle diyordu padişahın yaveri Naci (Eldeniz) Bey adına gönderdiği telgrafta: Müttefiklerle olmadığı takdirde ayrı olarak ve mutlaka barışı sağlamak lazımdır ve bunun için kaybedilecek bir an bile kalmamıştır. (Orijinali: "Müttefiken olmadığı takdirde münferiden behemahal sulhü takarrur ettirmek lazımdır ve bunun için fevt olunacak bir an dahi kalmamıştır.")(3) Peki, bütün bu belgeler bilinip dururken birilerinin kalkıp da "Mütareke hükümlerine sonuna kadar riayetkâr davranmalıyız" şeklindeki tavrı nedeniyle Vahdettin'in hain ilan edilmesini anlamak gerçekten de mümkün değil.




Karabekir'in hatıratında Vahdettin




Fazla uzağa gitmeye gerek yok. Kâzım Karabekir'in bile yakılan kitabı İstiklal Harbimizin Esasları'nın ilk baskısında (1933) Sultan Vahdettin'le son görüşmesine dair hatıraları, kitabın sonraki baskılarında açıkça sansüre tabi tutulmuş değil midir? Halbuki Vahdettin, 11 Nisan 1919 günkü görüşmesinde, birkaç gün sonra Trabzon'a giderek yeni görevine başlayacak olan General Kâzım Karabekir'e dönüp, "Paşa, ben ve millet sizlerden ümitliyiz... Hayır dualarım ve niyâzlarım sizinle beraberdir" demiş, Karabekir Paşa da kendisine şöyle cevap vermişti: "Kumandan ve asker evlatlarınızla bütün millet zât-ı şahaneleri etrafında bir kalp ve bir kafa gibi toplanabilir şevket-meâb." Üstelik Karabekir Paşa dışarı çıkınca onu heyecanla bekleyenler arasında bir tanıdık da vardır kapının önünde: Fahri Yaver-i Hazret-i Şehriyari Mustafa Kemal Paşa. Hemen Karabekir'e sorar: Neler konuştunuz? Karabekir, Padişah'ın kendisini hayır dualarla yolculadığını anlatınca Mustafa Kemal Paşa şu anlamlı tespiti yapar oracıkta: Sen Erzurum'a yerleşince vatanın üç uç noktasında üç temel dayanak noktası teşekkül ediyor. Ne yazık ki, İstiklal Harbimizin Esasları'nın 1951 ve sonraki yıllarda yapılan baskılarında bu ve benzeri türden Vahdettin'i 'beraat ettirici' nitelikteki ibarelerin itinayla temizlendiğini hayretle görürüz. Eh, Karabekir'in kitaplarında durum buysa gerisini varın, siz düşünün.




Mustafa Kemal'in yukarıdaki sözüne dönelim tekrar. Ne demek istiyor? Gayet açık bence: Vahdettin ve İstanbul hükümeti daha önce Cafer Tayyar Paşa'yı Edirne'ye, Ali Fuat Paşa'yı Ankara'ya gönderdikten sonra üçüncü büyük kozunu oynamış ve Karabekir Paşa'yı Erzurum'a tayin ettirmeyi başarmıştır. Böylece direnişin Edirne, Ankara ve Erzurum ayakları tamamlanmış, sıra bunları toparlayacak ve organize edecek bir genel müfettişliğe gelmiştir ki, bir ay sonra bu göreve olağanüstü yetkilerle padişahın yaveri olan Mustafa Kemal Paşa atanacak ve 15 Mayıs 1919 günü yine Vahdettin'le görüştükten sonra dördüncü ve merkezÎ ayağı oluşturmak üzere Samsun'a doğru yola çıkacaktır. Nitekim bu görüşmeyi sonraları Falih Rıfkı Atay'a anlatan Atatürk, Vahdettin'in kendisine, "Şimdiye kadarki başarılarınızı unutun, asıl şimdi yapacağınız hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin" dediğini nakletmemiş miydi? Öyleyse soralım: Bizzat Karabekir ve Atatürk'ün ağzından yaptıkları anlatılan Vahdettin nasıl hain olabiliyor?




İngiliz gizli belgeleri ne diyor?




Son olarak İngiliz gizli belgelerine bir göz atalım. Aslı Britanya arşivlerindeki gizli yazışmalara göre, işgalci İngilizler, şimdi de 'esir padişah'ı Samsun'a çıkmış bulunan Mustafa Kemal Paşa aleyhine konuşmaya zorlamaktadırlar. Ne var ki, Vahdettin kendilerine, Mustafa Kemal Paşa'nın ancak İtalya'nın birliğini sağlayan millî kahramanları Garibaldi kadar "haydut" kabul edilebileceğini, onun yurtseverliğinden kuşku duymadığını, dahası ona saygı ve hayranlık hissetmemenin güç olduğunu söylemiştir.(4) İngilizler de bu sözleri resmen kayıtlara geçirmişler. Vahdettin'in ifadelerinin İngilizce çevirisi şöyle: "It is absurd to label the Nationalist Movement as the tyranny of a set of non-Turkish brigand and patriot in much the same sense that Garibaldi was, and is difficult not to respect and admire him."




Bir başka belge ise gerçekten şaşırtıcı. 14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan Mustafa Kemal Paşa, İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor: "Mustafa Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti. "Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik... Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum... Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."




Kim kahraman, kim hain?




Anadolu'da İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması gerektiğini söyledikten sonra Mustafa Kemal, bu topraklar üzerindeki İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır olduğunu gazeteci aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir: "Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde hizmetlerimi arzedebileceğim münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..."(5) Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler. Şimdi söyleyin bakalım, İngilizlerle ilişki kurmak vatan hainliği sayılabilir miymiş?




Kaldı ki, kimin hain, kimin kahraman olacağına gazete köşelerinden yahut meclis kürsüsünden karar verilemez; hatta mahkemeler bile buna karar veremez. Bunun kararını kamuoyunun vicdanı ve "tarih" denilen o acımasız yargıç verirse verir. Hem Fransızlar şu General Petain'in hain mi kahraman mı olduğuna 60 küsur yıldır karar verebildiler mi? Adam üstelik vatanını Almanya'ya gerçekten peşkeş çektiği ve işgalcilerle düpedüz işbirliği yaptığı için İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra herkesin gözü önünde yargılanıp idama mahkûm edildiği halde bugün dahi onun bu şekilde davranmakta haklı olduğunu düşünen Fransız vatandaşları azımsanmayacak sayıdadır. Dahası, bu bir rejim sorunu değildir Fransa'da; bir tarih sorunudur. Ne diyelim, darısı bizim Vahdettin'in başına.




En iyisi son sözü, bir ara bakanlık da yapmış olan Hüseyin Cahit Yalçın'a bırakmak. Bakın yakın tarihimizdeki hain-kahraman düellosu hakkında bu tecrübeli kalem ne ibret-âmiz laflar söylemiş: "İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi [Mondros'u] imza eden Rauf [Orbay] Bey, bugün âdeta vatan haini oluyor. Çünkü Halk Fırkası'ndan çıkmıştır. İzzet Paşa kabinesinde mütarekeyi kabul eden ve imza etmesi için emir verenler arasında bulunan Fethi [Okyar] Bey ise bugün Millet Meclisi Reisi bulunuyor. Çünkü, henüz Halk Fırkası'na mensuptur. Bu ne mantıktır, bu ne ölçüdür, bu ne mutaassıp fırkacılık [particilik] hissidir?"(6) Tarih yalan söylemez; ama ona yalan söyletilebilir. Tabii yatsıya kadar...




1) Bkz. Tufan Türenç, "Tarih yalan söylemez: Vahdettin haindir", Hürriyet, 14 Kasım 2007. 2) Orhan Koloğlu, 1918: Aydınlarımızın Bunalım Yılı, İstanbul 2000, Boyut Kitapları, s. 190. 3) Atatürk'ün Bütün Eserleri, cilt 2, İstanbul 2003, Kaynak Yayınları, s. 232. 4) Bkz. S. Ramsdan Sonyel, Turkish Diplomacy 1918-1923, Londra 1975, s. 154, dipnot 1'den aktaran: Yalçın Küçük, Türkiye Üzerine Tezler 5, İstanbul 1992, Tekin Yayınevi, s. 249-250. 5) Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 98. 6) Aktaran: Rauf Orbay, Yakın Tarihimiz, cilt IV, İstanbul 1962, s. 180.







MUSTAFA ARMAĞAN