30 Ekim 2013 Çarşamba

Allah rızasını kazanmak için savaşırız!.”

 

Allah rızasını kazanmak için savaşırız!.”
 
 
Yavuz Sultan Selim, Mısır Seferi’nden başarılı dönmüştü. Bütün halk toplanmış onu şehre girerken alkışlamak için sabırsızlanıyordu. Ama Padişah, gece olmadan şehre girmek istemiyordu.


 Bunun sebebini herkes merak ettiği halde hiç kimse sormaya cesaret edemiyordu.
Sonunda büyük alimlerden olan İbni Kemal:
“Padişahım, bir maruzatım var,” dedi.


Padişahın:

“Efendi, ne istediğin varsa hiç çekinmeden söyle,” demesi üzerine İbni Kemal cevabı merak edilen soruyu şöyle sordu:



“Askerler merakta, bütün halk sokağa dökülmüş, sizi alkışlamayı beklerken siz hala şehre girmezsiniz. Bunun sebebi hikmeti nedir?”


Yavuz Selim şu şahane cevabı verdi:
“Efendi, bizi hala tanıyamadın mı? Biz; şan, şöhret ve alkış toplamak için değil,



 Allah rızasını kazanmak için savaşırız!.”
 
 

26 Ekim 2013 Cumartesi

Derin Tarih: Padişahlar neden hacca gitmezdi?


 
Derin Tarih: Padişahlar neden hacca gitmezdi?

 
Derin Tarih'ten Ekim sayısında, Sadık Keramet Nigâr'ın kaleme aldığı son Halife Abdülmecid'in yurdundan nasıl sürüldüğünü, sürgün sonrası neler yaşandığını ve hazin ölümüne şahitlik edeceğiniz ...bir kitap hediye ediyor. 

Derin Tarih'ten bu ay muhteşem bir kitap hediyesi daha! Sadık Keramet Nigâr'ın kaleminden son Halife Abdülmecid'in yurdundan nasıl sürüldüğüne, sürgün sonrası neler yaşandığına ve hazin ölümüne şahitlik edeceksiniz. Son Halifenin Sürgün Yılları kitabı tüm Derin Tarih okurlarına hediye...

Padişahlar neden Hacca gitmezdi?
Osmanlı Padişahları neden hacca gitmezdi? Prof. Abdülkadir Özcan cevaplıyor.
Prof. Arzu Terzi'den tarihe ışık tutan bir yazı: Hacca gidemeyen padişah, yerine bir vekil gönderirdi.
Mehmet Çelik Derin Tarih okurlarına özel kutsal topraklardaki gözlemlerini anlattı: O gece, o sokağa rahmet mi, yoksa lanet mi yağıyordu?

Kıble neden Mescid-i Aksa'dan Kâbe'ye döndü? Ebubekir Sifil'in yazısında.
Mehmet Mahfuz Söylemez Kâbe'yi tarihi süreci içinde ele aldı: Şirkin merkezi nasıl tevhidin kıblesi oldu?

İsmail Kara'dan etkileyici bir tespit daha: Hac: İslâm birliği fikrinin kuvvetli bir unsuru.
Başka neler var?

Mümtaz'er Türköne'den çok konuşulacak bir yazı: Cumhuriyet ayık kafayla mı kuruldu?
Hezârfen'den evvel bir Selçuklu'nun uçmak istediğini biliyor muydunuz? Muharrem Kesik kaleme aldı.

Avrupa'nın icat ettiği düzmece şehzadenin kim olduğunu öğrenmeye hazır mısınız? Semavi Eyice sizi olayların iç yüzüyle buluşturacak.

Ahmet Demirel 1. Meclis'teki muhalif grubun bilinmeyen tüzüğünü deşifre ediyor!
California Üniversitesi'nden James L. Gelvin: 'Abdülhamid'in en büyük katkısı, devletini güçlendirmeye çalışmaktı.'

Mahmud Erol Kılıç yazdı: Yavuz'un en büyük referansı İbn Arabî'dir.
Osmanlı'nın kumaşa emanet ettiği kutsallık: Cüz keselerini bir de M. Zeki Kuşoğlu'nun kaleminden okuyun.

Kendi ağızlarından Derin Tarih yazarlarına bu ay Norman Stone konuk oluyor ve kendisiyle İngilizce konuşan Türklere diyor ki: Vatandaş Türkçe Konuş!

M. Şükrü Hanioğlu soruyor: Suriye neden Makedonya olamadı?
Derin Kitap köşemizde Mim Kemal Öke bu ay da çarpıcı tanıtımlarıyla kitapları mercek altına alıyor: Osmanlı padişahlarını nasıl bilirsiniz?

 


22 Ekim 2013 Salı

6 kitapçı ve sahaf dün tevkif edildi (Tutuklandı)-21.08.1960, Milliyet

 


6 kitapçı ve sahaf dün tevkif edildi (Tutuklandı)-21.08.1960, Milliyet


Arapça dinî eserler basmakla itham edilen sanıkların 18 ay ile 7 yıl hapsi istendi.


ARAPÇA ve eski yazı ile dinî eserler bastırıp, yaydıkları için nezaret altına alınan 6 sahaf ve kitapçı, dün 3 üncü Sulh Mahkemesine tevkif edilmiştir.



ALMANLARIN ÇARESİZLİĞİ VE YENİÇERİ ELBİSESİNDEN KORKAN FRANSIZLAR

 

ALMANLARIN ÇARESİZLİĞİ , OSMANLININ ŞANI, ADALETİ VE YENİÇERİ ELBİSESİNDEN KORKAN FRANSIZLAR



19. yüzyılda Almanya'nın Mülhaym şehrindeki Ren nehrinin bir yakasında Almanlar, öbür yakasında da Fransızlar oturuyordu. Fransızlar her sene nehrin Almanlardaki kısmına geçip mahsulün tümünü toplayıp götürüyorlardı.


O sıralar, birliğini temin edemeyen güçsüz Almanlar ise buna fazla ses çıkaramıyorlardı tabi. Her sene böyle olunca çareyi Osmanlı Sultanına durumu yazıp, yardım istemekte bulurlar.
"Fransızlar her sene bize zulmediyor, mahsulümüzü elimizden alıyorlar. Siz ki, dünyaya adalet dağıtan bir imparatorluğun sultanı, islamiyetinde halifesisiniz. Bizi bu zulümden kurtarın. Asker gönderin.Ürünlerimizi bu sene olsun toplama imkanı sağlayın."


Çöküş faslına girildiği bir zamana denk gelen yardım isteğini inceleyen padişah asker göndermeyi mümkün ve gerekli görmez; yalnızca asker elbisesi göndermeyi kafi bulur ve cevabı bir mektupla beraber içi askeri elbise dolu üç çuval yollanır.


Yeniçeri elbisesinden korkan Fransızlar


Şaşkına dönen Almanlar, çuvalı alıp mektubu okurlar: "Fransızlar korkak adamlardır. Onlara yeniçeri göndermemize gerek yoktur. Yeniçerimizin kıyafetini görmeleri kafidir. Çuval içindeki Osmanlı askerinin elbiselerini adamlarınıza giydirin. Mahsul zamanı, nehrin görülecek yerlerinde dolaştırın. Karşıdan gören Fransızlar için bu kafidir."

Bağ bahçe sahipleri hemen Osmanlı askerinin kıyafetini kapışırlar. Hasat vakti büyük bir heyecanla yeniçeri kıyafetinde, nehir kıyısında dolaşmaya başlarlar. Ertesi gün, karşıdan gelen haber, Almanların sevinç çığlıkları atmalarına sebep olur:


 "Osmanlılardan yardım geldiğini düşünen Fransızlar, korkudan köylerini de terkederek iç kısımlara doğru kaçmaktalar. Mahsulünüzü rahatça toplayabilirsiniz. Zulüm sona ermiştir."Bu olay, Mülhaymlıların gönüllerinde taht kurmustur. Giydikleri yeniçeri kıyafetlerini, daha sonra Mülhaym'a bağlı Karlsruhe müzesine koyup ziyarete açarlar.

Şehrin en yüksek binasına da Osmanlı bayrağı asarlar. Ayrıca, halen olayın yıldönümünde de şehirde bir karnaval düzenleyip hadiseyi temsilen kutlarlar. Bu olay Osmanlı'nın sadece bir yeniçeri kıyafetiyle Almanları Fransızların elinden ve talanından nasıl kurtardığını gösteren maziden elmas bir tablo olarak kalmaktadır...


14 Ekim 2013 Pazartesi

Şehzadebaşı'ndaki Mızıka Karakolu'nu basan


Şehzadebaşı'ndaki Mızıka Karakolu'nu basan İngiliz askerleri tarafından öldürülen bir Türk askeri. (16 Mart 1920)

13 Ekim 2013 Pazar

OSMANLI DEVLETİNDE GAYRİMÜSLÜM KADINLARIN GİYİMİ


OSMANLI DEVLETİNDE GAYRİMÜSLÜM KADINLARIN GİYİMİ
(İSTANBUL-1873)

1.Ermeni kadını 2.Yahudi kadını 3. Rum kadını


İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNDE(Eski adı Darülfünun)ANFİ SIRALARI


İSTANBUL ÜNİVERSİTESİNDE(Eski adı Darülfünun)ANFİ SIRALARI

KİMYA FAKÜLTESİNDE DERS ANI


UÇAK FABRİKASINI İSMET İNÖNÜ KAPATMIŞTIR



UÇAK FABRİKASINI İSMET İNÖNÜ KAPATMIŞTIR
 


Nud-36 eğitim uçağı ve avcı uçağıdır.
 

Fabrikası İstanbul Barbaros iskelesindedir. Nuri Demirağ bu uçağı üretmiştir ve ikinci yerli savaş uçağımızdır. 1936 yılında üretilmiştir. Çoğunlukla Gök okulunda eğitim uçağı olarak kullanılmıştır. 


 N.U.D Fabrikasının bir sonraki uçak modeli 1938 yılında üretilecek olan yolcu uçağı Nud-38 dir. Bu uçak N.U.D. 


 Uçak Fabrikası kapatılınca hava kuvvetlerinden emekli oluştur. Hizmet dışı olduğu yıl 1942 yılıdır. N.U.D. Avrupa'dan siparişler almaya başlar. Ancak Türkiye'de böyle bir başarının özel sektör marifeti ile yapılması bazı çevreleri rahatsız eder ve hükümet yurtdışına silah satışını yasaklar. Siparişler birer birer iptal olur.


 Nuri Demirağ bu uçak fabrikasının kapatılmaması için o dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü'den yardım ister. Hatta gazetelerden "İsmet İnönü'ye açık mektup" başlığıyla ilanlar verir. Ancak bu çabalar sonuç getirmez.


 Ayrıca fabrika arazisi bugünkü Atatürk havalimanının yapımı için yok pahasına istimlak edilir. İtiraz edilsede mahkeme kararıyla fabrika kapatılır ve Nud-36'lar müzelik olur. Nud-36'lar diğer Türk yapımı savaş uçakları gibi o zamanın en iyi ve en kaliteli uçaklarından biri olmuştur.
 

Hoca'yı Asanlardan Biri de O'ydu.


 
Hoca'yı Asanlardan Biri de O'ydu.
 

Armağan: Bunlar yaşandı bu ülkede. Hem de öyle böyle değil, altı üstü bir şapka için idam sehpalarında nice alimler sallandırıldı.

İskilipli Atıf Hoca'yı asanlardan biri de Andımız'ın mucidiydi

Tarih, nicedir uyuşturulmuş olan dimağlarımızı kamaştırmaya devam ediyor ve öyle görünüyor ki, bir süre daha edecek de. Geçen haftaki “Andımız” tartışmasının bir faydası da, bizi Cumhuriyet’in kuruluş yıllarının acar şahsiyetlerinden biriyle, Dr. Reşit Galip’le yüzleştirmesi oldu.

Böylece Andımız’ın mucidi olan bu tıp doktorunun Darülfünun hocalarının sokağa atılmalarından Zeki Velidi Togan’ın üniversiteden kovulmasına, Atatürk’ün kafa ölçüsünün alınmasından ezanın Türkçeleştirilmesine kadar akla hayale gelmedik çeşitlilikte işlere memur edildiğini öğrenmiş olduk.

Lakin geçen haftaki yazımda bir cümleyle değindiğim İstiklal Mahkemesi üyeliği de en az diğer ‘görevleri’ kadar önemliydi. 7 Mart 1925’ten itibaren bir yıl görev yapan bu mahkemenin iş yoğunluğunu konunun uzmanı Ergün Aybars’ın verdiği rakamlar yeterince göstermektedir:

Bakılan dava sayısı: 256.

Yargılanan sanık sayısı: 1.669.

Mahkûm edilenlerin sayısı: 669.

Verilen toplam hapis cezası: 3.000 küsur yıl.

İdam cezası: 128.

Sürgün cezası: 50.

Müebbet kürek ve sürgün cezası: 7. (İstiklal Mahkemeleri, Milliyet: 1997, s. 419.)



Eşkıyalık gibi başka davalara da bakıyordu gerçi ama Reşit Galip’in de üyesi bulunduğu Ankara İstiklal Mahkemesi’nin mesaisinin ana meşgalesini irtica ve şapkaya muhalefet oluşturmuştu. Nitekim İskilipli Atıf Hoca’yı idam eden mahkeme de ondan başkası değildi.

İşin garibi, bugün asker ve polisler dışında sivil olarak hemen hiç kimsenin giymediği ülkemizde 25 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan “Şapka İktisası Hakkında Kanun” hâlâ yürürlüktedir ve Anayasa’mızın güvencesi altındadır.

Birkaç yıl önce Avrupa Birliği müzakereleri için ülkemize gelen yetkililer bu kanunu görünce, hele de Anayasa’nın güvencesi altına alındığı söylenince hayretler içerisinde ‘Şapka kanununa neden ihtiyaç duydunuz ki?’ diye safça sormuşlardı. Bizimkilerin ne cevap verdiklerini bilmiyorum; verdilerse şapka uğruna bu milletin binlerce yıl hapis yattığını, yüzlerce vatandaşın kellesini kaybettiğini eminim söylemek akıllarına gelmemiştir.



Bunlar yaşandı bu ülkede. Hem de öyle böyle değil, altı üstü bir şapka için idam sehpalarında nice alimler sallandırıldı (bu arada belirtelim ki, ‘sallandırma’ tabiri halkın etrafında çokça gördüğü darağaçlarını salıncağa benzetmesinden doğmuştur).

İşte şapkanın ana vatanı olan Avrupa medeniyetinden delegeleri bile hayrete düşüren kanunumuzun nasıl uygulandığına dair bazı misaller:


SUS! BİZİ ÇİLEDEN ÇIKARMA!

Yer: Ankara İstiklal Mahkemesi. Tarih: 26 Ocak 1926. Başkan: Kel Ali (Çetinkaya), Üyeler: Kılıç Ali ve Reşit Galip. Yargılanan: İskilipli Atıf Hoca.

Arada “Kılıç Ali Bey” ve “Ali Bey” de lafa girip sanığı suçlayıp payladıkları için S rumuzuyla soruları soran kişinin Aydın mebusu Reşit Galip olduğu anlaşılmaktadır.

İskilipli Atıf Hoca, bundan önce Giresun’da yargılanıp beraat etmiştir ama mahkeme yakasını bırakmamıştır. Yine de gayet emin bir şekilde cevaplandırır soruları. Araya Kel ve Kılıç Ali’ler de girer. Mesele, Şapka Kanunu’ndan 1,5 yıl önce bastırmış olduğu kitabın nerelere gönderildiğidir. Hepsini teker teker açıklar. Şahitleri getirin der Atıf Hoca, gerekirse getiririz cevabını alır. Getirin, söylesin, cezama razıyım, der. Oralı olmazlar. Hatta beraat ettiği Giresun davasında sanki hüküm giymiş gibi davranırlar. Gizli bir gayesi olduğunu iddia ederler. Her şeyim ortada, der, hesap veremeyeceği hiçbir şeyi olmadığını söyler gayet emin bir şekilde.

Bir şeyler çıkarmaya azimlidir mahkeme heyeti. Nitekim Reşit Galip şöyle çıkışır Atıf Hoca’ya:

“Sen en karanlık günlerde Teali-i İslamcılık yap, Mustafa Sabri’nin yanında yer al da, sonra karşımızda şöyle böyle söyle. Sözleriniz hiçbir gerçeğe uygun değildir.”

Bunun üzerine Atıf Hoca öldürücü darbesini indirir: “Bunun belgesini size gösterdim.” der. Reşit Galip kızar: “Ne belgesi?” Atıf Hoca gayet sakin “Mustafa Sabri ile bu beyanname meselesini görüşseydim tekzip etmezdim.” der. Suçlandığı beyannameyi imzalamadığı gibi Mustafa Sabri’ye açıkça muhalefet ettiğine dair resmî bir tekzip belgesi de sunmuştur mahkemeye. Onu hatırlatır. Mahkeme, belgeyi dikkate almak istememiştir besbelli.

Reşit Galip köşeye sıkışmıştır. Kızgın bir tonda “Belgeyi göster.” diye hırçınlaşır.

Merhum Atıf Hoca o vakur tavrını hiç bozmadan sözlerine devam eder:

“Belgeyi arz ediyorum. ‘Vakit’ gazetesinin 1034. nüshasında tekzipnamem duruyor. Şimdi bu durup dururken bendenize belge sormak bilmem nasıl olur?”

Bu darbeyi hazmedemeyen Andımız’ın mucidi, Atıf Hoca’nın tekzip metnini kendisini kurtarmak için yayımladığını söylemek zorunda kalır. Hoca, “Öyle olsaydı onlarla beraber olurdum.” der, yollarının ayrıldığından bahseder. Demek ki, tekzip metni kuvvetli belgedir.

İşte Reşit Galip’in evlere şenlik cevabı:

“Sus! Bizi çileden çıkarma! Biz budala olmalıyız ki, bu sözlere inanalım. Bol bol atıyorsun. Çıkarın!” (Ankara İstiklal Mahkemesi Zabıtları 1926, İşaret: 1993, s. 109-115.)

İşte İstiklal Mahkemeleri’nin adalet anlayışının Yassıada’dakinden hiçbir farkı olmadığını gösteren çarpıcı bir örnek. Hatta Yassıada’daki adalet anlayışının kaynağının İstiklal Mahkemeleri’nden miras kaldığını bile söyleyebiliriz.


BİZ TÜRK MİLLETİNİ BÖYLE GÖRMEK İSTİYORUZ!

Bugünden bakınca o zaman millet koyunmuş da, kimse sesini çıkarmamış zannediyoruz ya, bu dahi büyük bir yanılgı. Daha şapka inkılabı yapılmadan önce yazdığı kitaptan yargılanan İskilipli’nin hangi muamelelere maruz kaldığını gördük. İsterseniz bazı Anadolu şehirlerindeki itirazları ve uğradıkları akıbeti de görmeye çalışalım:

26 Kasım 1925: Erzurum’da halk çarşıyı kapatıp Vali’nin evinin önünde “Biz gâvur memur istemiyoruz” diye protesto etmişlerdi şapkayı. Derhal sıkıyönetim ilan edildi. 80 kişi tutuklu.

30 Kasım: Maraş’ta hükümet binası önünde toplanan halk “Şapka istemeyiz” diye bağırdı. Erzurum’daki şapka protestocularından 6’sı idam edildi. (Hapis cezalarını zikretmiyoruz.) Sivas’ta 1 idam var.

7 Aralık: Erzurum’da 4 idam daha.

15 Aralık: Rize’de 8 idam ve ağır hapis cezaları.

18 Ocak 1926: Maraş’ta 5 idam ve hapisler.

4 Şubat: İskilipli Atıf ve Ali Rıza Hoca idam edildiler.

Suçları görünüşte şapkaya itiraz etmekti ve altı üstü bir başlığa itiraz etmenin en büyük suç sayıldığı dönemlerdi. Mason üstadı olup uzun süre içişleri bakanlığı da yapmış olan Şükrü Kaya bunu Şapka Kanunu çıkarken Meclis’teki bir konuşmasında ayan beyan belirtmiş zaten:

“Millet, bağımsızlığını 6.-7. yüzyılların (Asr-ı Saadet’i kastediyor) köhne fikirlerine bağlayamaz. Biz vicdanlarda milliyet aşkını uyandırmak istiyoruz. Milli kıyafet ancak müzelerde bulunur. (…) Biz Türk milletini böyle görmek istiyoruz.”
 
 
 MUSTAFA ARMAĞAN / ( 13 Ekim 2013)

10 Ekim 2013 Perşembe

Karadeniz'de Rum Çalışmaları



Karadeniz'de Rum Çalışmaları


Pontus Rum hareketinin başlaması Anadolu işgalinden daha eskidir. 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji'nde Rumlar biri Rum İrfansever Kulübü, diğeri Pontus Kulübü adıyla iki kulüp kurmuşlar ve daha sonra buna bir de musikî kısmı eklenilerek Pontus Cemiyeti adı altında bir dernek meydana getirmişlerdir. Pontus'un temeli bu kolejde atılmıştır. Bu ihtilâl derneğinin Samsun Metropolithanesi'nde elde edilen tüzüğüne göre Ünye, Fatsa, Kırşehir, Kavak, İnebolu, Havza, Çarşamba, Bafra, Sinop, Kayseri, Ürgüp ve Tokat'ta şubeleri bulunuyordu.



Şehirlerdeki teşkilâtın tamamlanmasından sonra teşkilât köylere kadar yaygınlaştırılarak, tüzüğünün 14. maddesi gereğince yaşları 20'den yukarı bütün Rum erkeklere istisnasız silâh dağıtılmıştı. Okulun hizmet araçları olan otomobiller ve hatta özel arabalarla silâh ve cephane taşınıyordu. Bu teşkilâttan başka para toplamak, teşkilâta girmeyen veya yardım etmeyenleri korkutmak ve dışarıyla haberleşmede bulunmakla görevli Mukaddes Anadolu Rum Cemiyeti adıyla bir komite daha Samsun'da kuruldu. Pontus Örgütü'nün genişlemesi ve Pontus hülyasının gerçekleşmesi için çalışanların başında Marsilya'da yerleşmiş bulunan ve aslen Trabzonlu olan işadamı Konstantinides geliyordu.




Rum ve Ermeni çetelerine her türlü yardımı yapan kolejin müdürü Amerikalı White, Pontusçulara yardım yapmakla kalmıyor, Müslümanlar'ın en güçlü devleti sayılan Osmanlı Devleti'ni yıkmak için Türkiye'deki Rum ve Ermeniler'in korunmasının da gerektiğini kabul ediyordu. Hıristiyanlık için Ermeni ve Rumlar'ın çok kan döktüklerini, bunlardan pek çoğunun "İslam'a karşı mücadelede şehit" düştüğünü söyleyen White, Anadolu'daki mezhep farklılıklarını da körüklüyordu. 1908 yılına kadar Rumlar birbirinden ayrı ve önemsiz bir halde eşkıyalık yaparlarken Müdafaa-i Meşruta Cemiyeti ve şubeleri vasıtasıyla intizam altına alındıktan sonra muntazam ve amansız bir şekilde çalışmaya ve mezâlime koyuldular.




Fotoğraf: Pontus terörünün en büyük destekçisi Samsun bölgesinden sorumlu Amasya metropoliti Germanos Karavangelis

6 Ekim 2013 Pazar

DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ CUMHURİYET ARŞİVİ



DEVLET ARŞİVLERİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ CUMHURİYET ARŞİVİ KAYIT NO 4684 01-24-1934 KIRŞEHİR VİLAYETİ KAMAN NAHİYESİNDE BİR MÜEZZİN ARAPÇA TEKBİR GETİRDİĞİ ÖNCE İHBAR EDİLİR SONRA ADLİYEDE HAKKINDA İŞLEM YAPILIR ORJINAL BİR BELGE YORUMA AÇILMIŞTIR.

Yer: Scottish Rite - San Siego California



Yer: Scottish Rite - San Siego CaliforniaKalifornia daki Mason İskoç Riti yapılan bina

Resmin altındaki açıklama : " Modern Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu ve ilk Cumhurbaşkanı ,ulusal kahraman USTA MASON "

" Modern Turkish Republic National Hero,a Master Mason


3 Ekim 2013 Perşembe

ABDÜLHAMİD HAN SULTANLIĞINDA


İSMET İNÖNÜ AMERİKAN YARDIMI: 1947

 
İSMET İNÖNÜ AMERİKAN YARDIMI: 1947


 
Sovyetler Birliği lideri Stalin'in Türkiye'den Kars, Artvin ve Ardahan'ı ve Boğazlarda askeri üs istemesi üzerine, Milli Şef de ABD'den askeri destek istemişti. Bu desteği vermeye hazır olduğunu belirten ...
 

ABD, Truman Doktrini ile yardıma başlamıştı ama karşılığında Türkiye'de serbest seçimlere dayanan demokrasi düzeninin yerleştirilmesi ile Milli Şeflik, "5 yıllık kalkınma planları" ve Köy Enstitülerileri gibi Sovyetler'den esinlenmiş uygulamaların kaldırılmasını talep etti.[1]

Milli şef ile ABD'nin anlaşması üzerine (sözde kendilerine bağımsız derler) Amerika Birleşik Devletleri’nden aldığımız 69 milyon dolar askeri yardım ile elde edilen askeri techizatın bakımı için ABD’ye her yıl 400 milyon dolarlık bakım ve ithalat parası harcaması yaparak ne kadar kârlı bir anlaşma yaptığımızı[2] UNUTMAYINIZ.


 KAYNAK

 1) Oral Sander, Siyasi Tarih (1918-1994), İmge Kitabevi, sayfalar 257-259
2) Altan, Mehmed; Süperler ve Türkiye, İst?1986,sh. 87


1 Ekim 2013 Salı

FATİH’İN KARDEŞ KATLİNİ EMREDEN OSMANLI KANUN DEFTERİ SAHTE ÇIKTI





FATİH’İN KARDEŞ KATLİNİ EMREDEN OSMANLI KANUN DEFTERİ SAHTE ÇIKTI


 

-Fatih Sultan Mehmet'in hazırlattığı ileri sürülen "Kardeş katletme" kanunu fatihin7in ölümünden 143 yıl sonra kopyalandı.


-Belgenin aslının Osmanlı Arşivinde bulunduğu iddia ediliyor ama bugüne kradar bahsi geçen kanun defterinin asıl örneği Osmanlı Arşivindeki 200 milyon belge arasında çıkmadı.

-Fatih'i ağır şekilde suçlamak için hazırlanan Osmanlı Devlet kanunları defteri sahtedir.



FATİH SULTAN MEHMET’E ATILAN 500 YILLIK “KARDEŞ KATLİ” İFTİRASI

 

Fatih Sultan Mehmet ile ilgili olarak “Kardeş katledilmesi” emrini verdiğinin yazılı olduğu bir çeşit Osmanlı’nın Devlet Anayasası sayılan Kanunname-i Ali Osman belgesi üzerinde araştırmalar yaptım. Tarih kitaplarında Fatih’in kardeş katli maddesinin yer almasına kaynak gösterilen kanun defteri 1614 yılında Devlet katipler başı Bosnalı Hüseyin Bedayi Efendi tarafından Osmanlı Devlet Arşivinde bulunan asıl örnekten kopyalanmış. Adı geçen Kanunname-i Ali Osman defterinin kopyalanan örneğinin o dönem Osmanlı’nın sürekli savaştığı Avusturya istihbaratı tarafından kaçırılarak Viyana’ya götürüldüğü bilgilerine ulaştım.

 

FATİH’İN KARDEŞ KATLEDİLMESİ SÖZLERİ NASIL YAZILDI

 

Fatih Sultan Mehmet’in yazdırdığı iddia edilen Kanunname-i Ali Osman üç bölümden meydana gelmiyor ve tamamı 13 sayfalık bir defter. Kanun defterinin inandırıcı olması için baş kısmına da “ Bu kanunname atam ve dedem kanunudur ve benim dahi kanunumdur. Soyumdan gelenler nesilden nesile uygulayalar” sözleri yazılmış.

Osmanlı Devlet kanununun ikinci bölümünde padişahların kardeşini öldürmesi kararı “ evladımdan her kimseye saltanat müyesser ola (devletin başına geçerse) karındaşların (kardeşlerini) nizamı alem için (devletin yaşaması için) katl etmek (öldürmek) münasibdir. Ekser ulema dahi tecviz etmiştir (uygun görmüştür), Onunla amil olalar (uygulayalar)” olarak yazılmış.

 

FATİH’İN KARDEŞ KATLİ YAZILI OSMANLI KANUNNAMESİNİN SAHTELİĞİ NASIL ORTAYA ÇIKARILDI

 

Fatih Sultan Mehmet’in kardeş katlini emr eden sözlerinin yazılı olduğu Osmanlı Devlet Kanunname belgesini yazanlar defterin asıl örneğinin Osmanlı Arşivinde bulunduğunu söylüyorlar. Hüseyin Bedayi Efendi’de Devlet Arşivinden kopyaladığını söylüyor. Kopyalanmış örneğinin Avusturya’da bulunduğu defterin baş kısmında Osmanlı Devlet yönetiminde söz sahibi olan Divanı Hümayun’da görev alanlar sıralamasında Başvezir’den sonra Şeyhulislam gösterilmiş. Bu bilgiler yanlış. Osmanlı Bakanlar Kurulunda Şeyhulislamlar görev almazdı. Hükümetin aldığı kararların dine uygunluğu hakkında görüş bildirirdi. Fatih’e ait gösterilen Osmanlı Devlet Anayasası defterinin asıl örneği Osmanlı Arşivindeki 200 milyon belge içerisinde yer almıyor. Ayrıca Fatih’in ölümünden 143 yıl sonra kopyası yayınlanan defterde yazılı olan “kardeş katli” ile ilgili maddeyi dayanak gösteren hiçbir padişah karar belgesi de yok. Özellikle Osmanlı Arşivinde bulunan Mühimme Defterlerindeki binlerce ferman kayıtlarında da yer almıyor. Gerçekte fatih’in yazdırmadığı bir Osmanlı Devlet Kanunu defteri kendisinden sonra düzmece olarak hazırlandı. Ve sahte kanun defteri Avusturya İstihbarat Arşivinde Osmanlıyı ve Fatih’i suçlamak için propoganda aracı olarak kullanıldı. Fatih adına yazılan sahte Kanunname-i Ali Osman Defterinin çevirisini, bilimsel eleştiri dosyasını http://cezmyurtsever-osmanldevleti.blogspot.com/ internet sitesinden yayınlayarak dünyayı bilgilendiriyorum. Bu bilgiler ışığında Osmanlı ve dünya tarihi yeniden yazılmalıdır. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’e 500 yıldan beri atılan bir iftira söz konusudur.

 

FATİH ADINA DÜZENLENEN SAHTE OSMANLI KANUN DEFTERİNİN TERCÜMESİDİR


http://cezmyurtsever-osmanldevleti.blogspot.com/2011/05/fatihin-kardes-katli-kanunu-sahte.html





Osmanlı neden çocuklarını ve kardeşlerini öldürtmüştür?

Osmanlı neden çocuklarını ve kardeşlerini öldürtmüştür?

Fatih ve Kardeş Katli konusunda detaylı bilgi verir misiniz?

 
Bir gemide 9 canı bir masum olsa gene de o gemi batırılmaz. Fatih Sultan Mehmet neye binaen kardeş katlini vacip kılmıştır hadi baş kaldıranı tamam diyelim de daha başkaldırmadan neden katlediyor?Ayrıca küçük yaştakileri?
 
 
 
Osmanlı da Kardeş Katli

Osmanlı Devletlinde kardeş katli, bazı tarihçiler tarafından vahşet ve saltanat uğruna insan katliamı olarak anlatılmaktadır. Kardeş katli meselesinin Kanunnâmedeki dayanağı olan madde nasıldır?

Kanunnâmenin ihtilâfa yol açan ve farklı fikirlerin doğmasına sebep olan asıl maddesi, kardeş katli meselesi ile alâkalı şu maddedir: "Ve her kimesneye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdlr. Ekseri ulemâ dahi tecviz etmiştir. Anınla âmil olalar".

Acaba bu maddenin mânâ ve mefhumunun İslâm hukukundaki izahı nasıldır? şayet bu madde sahih ve İslâm Hukukuna uygun ise, Osmanlı tatbikatındaki örnekler, bu kanuna ne derece uygundur? Şer'î hükümlere ters düşen, Osmanlı tatbikatı mıdır yoksa bu kanun maddesi midir? Bütün bu ve benzeri suallerin doğru cevabı nedir? Bütün bu konulan, önemine binâen, ayrı ayrı sorulanın cevaplarında tartışalım.

Kardeş katli meselesinin şer'î dayanağı var mıdır?

Bu sorunun cevabı, ilgili maddenin de izahı demektir. Önce İslâm hukukundaki suç ve cezaları görelim: Bilindiği gibi İslâm Hukukunda, üç çeşit suç ve ceza vardır:

a) Had suç ve cezalarıdır. Hırsızlık (hadd-i şirb), yol kesmek (kat'-ı tarik), zina (hadd-i zina), dinden dönmek (irtidâd) ve devlete isyan (bağy) suçlarından ibaret olan bu suçların, unsurları teşekkül ettiği takdirde, tatbik edilecek cezaları, Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir. Bunlarda mühim olan, unsurların teşekkülüdür. Unsurlardan birisi eksik olursa had cezası tatbik edilmez; ancak ülü'l-emr tarafından tesbit edilecek ta'zîr cezaları uygulanır. Meselâ, dört şahidle zina yaptığı isbat edilemeyen suçluya, zina haddi tatbik edilmeyecektir. Ancak üç şahitle zina yaptığı isbat edilen suçlu, bütün bütün cezasız da bırakılmayacaktır. İşte unsurları teşekkül etmeyen bu suçlara tatbik edilecek cezalara ta'zîr cezaları denir ve ülü'l-emr tarafından tesbit edilir.

b) Şahsa karşı işlenen cinayet suçlarıdır ki, cezaları kısas veya diyettir. Bunların da çoğu cezaları, Allah ve Resulü tarafından tesbit edilmiştir.

c) Tazir suç ve cezalarıdır ki, biraz önce zikredilen had veya cinayet gruplarına girmeyen (esrar içmek gibi) yahut girdiği halde o cezaların tatbiki için gerekli unsurlara sahip olmayan (üç şahitle İsbat edilen zina suçu gibi) suç ve cezalardır. İşte bu bölümde ülü'l-emrin tesbit ettiği veya kadı tarafından takdir edilen cezalar tatbik edilecektir.

Bu kısa mukaddimeden sonra, kardeş katli ve bunu emreden kanun maddesinin tahlilini, yapabiliriz: Her hukuk sisteminde, Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem yani âlemin nizâmı, günümüzdeki ifadesiyle kamu düzeni ve kamu yararı için vaz'edilen idam cezaları vardır. Biraz sonra açıklayacağımız veçhile, Türk Ceza kanunun 125 ile 163 maddeleri arasındaki bütün hükümleri, devlete yani âlemin nizâmına karşı işlenen suçları tanzim etmekte ve daha birinci maddesinde devletin toprağı ve bağımsızlığını dağıtmaya ve bölmeye ma'tuf bütün hareketleri, idam cezası ile cezalandırmaktadır. Dünyadaki bütün ceza hukuku sistemlerinde de, devlete isyan suçları, benzeri hükümlerle önlenmeye çalışılmıştır.

Şimdi bu tür hükümlerin, İslâm hukukunda nasıl yer aldığını ve bu hükümlerin Fâtih'in kanunnâmesindeki hükümle nasıl bağdaştırılabildiğini açıklamaya çalışalım.

A) Bağy (Devlete İsyan) Suçunun Tatbiki Sonucu Kardeşlerin Katledilme Meselesi: Kardeş katli meselesinin birinci şer'î dayanağı, her hukuk nizâmında bulunan devlete isyan suçudur. Biraz önce açıkladığımız gibi, devlete isyan suçu, İslâm hukukunda, had suç ve cezaları arasında yer alan bağy adı altında düzenlenmiş ve unsurları tahakkuk ettiği takdirde idam cezası İle cezalandırılmıştır. Bağy suçunun unsurları, devlete (imama, sultana) karşı ayaklanmak, kuvvet kullanarak iktidarı ele geçirmeyi amaçlamak (muğalebe) ve açık bir isyan kasdı içinde bulunmaktır. Bağy suçunun cezaları, unsurlarının tahakkukuna göre değişir: Sultândan farklı düşündüğü halde bir isyan grubu teşkil etmeyen ve bir yerde toplanarak baş kaldırmayanlara dokunulmamalıdır. Propaganda yaparlarsa ikaz edilirler, ileri giderlerse ta'zîr cezaları ile cezalandırılırlar. Devlete isyan ettikleri an, savaşla yola getirilirler ve cezaları idamdır. Yalnız bunlar Müslüman oldukları için, çoluk-çocukları esir edilmez ve malları ganimet sayılmaz. Bunlara verilen Ölüm cezası bir had cezasıdır ve hikmeti de devleti yani nizâm-ı âlemi korumaktır.

İşte Osmanlı hukukçuları, padişahın meşru emirlerine yapılan her çeşit itaatsizliği, umumi rahatı ve nizâm-ı âlemi ihlal edecek olan her türlü isyanı ve memlekette anarşi çıkarma hareketlerini (fesâd bis-sa'y), bağy suçu kabul etmiş ve buna sebep olanları da bâği olarak vasıflandırmışlardır. Bu isyan suçunun cezasının da idam cezası olduğunu, fetvalarında açıklamışlardır. İsyan eden Padişahın kardeşi de olsa, şer'î hüküm değişmeyecektir. Meselâ Yavuz Sultân Selim'in, birisi Şi'îlerle ve bir diğeri de eşkıya ile ittifak ederek Devlete isyan eden ve bağy suçunda aranan şartlara uygun bir şekilde bu suçu işleyen kardeşlerine karşı olan tutumu, tamamen şer'îdir. Fâtih'in kanun maddesindeki kardeş katlinin birinci grubunu, bu tip hâdiseler teşkil etmektedir. Ancak nazariyat bu olmakla beraber ve söz konusu madde bu şekilde tefsir edilebilmekle birlikte, tatbikat, her zaman nazariyatı takip etmemiş, kanuna rağmen, şartlar teşekkül etmeden idamlar verilmiştir. Beşikteki bir bebeğin öldürülmesini, elbette ki müdafaa etmek yahut buna uyuyor demek de mümkün değildir. Ancak Fâtih, kanunnâmesinde böyle bir durumu da emretmemektedir.

Osmanlı tarihindeki kardeş katilleri ve idamların yarıya yakınının, bir had cezası olan bağy suçuna sokulduğunu verilen fetvalardan anlıyoruz. Ancak şunu da hatırlatmak istiyoruz ki, bazen bağy denilen had suçunun şartlan teşekkül etmediği halde, araya giren jurnalcilerin ve yalancı şahitlerin beyanıyla, Şeyhülislâmlardan bağy suçu imiş gibi fetva alındığı da görülmüştür. Kanunî'nin oğlu Şehzade Mustafa hakkındaki fetvalar buna misâl teşkil etmektedir. Bu konuda Başbakanlık Osmanlı Arşivinde bulunan şu belgenin izahları enterasandır:

"Buğat yani asiler ise, Mülteka ve benzeri fıkıh kitaplarına göre, mevcut hükümete ve Padişaha karşı Müslümanlardan bir veya bir kaç kişi isyan etmeleri ve hükümetin emirlerine itaat etmemelerinden ibarettir. Müslümanlar, bağy ve isyanda ısrar ederlerse, idam olunurlar. Ancak fitneyi teskin için idamdan hafif cezalar yeterli ise, bunlar tatbik olunmalıdır. Şurası dikkat çekicidir ki, Mülteka'yı şerheden âlimler, bağilerin cinayetleri hakkında, çok geniş mânâlar vermişlerdir. Meselâ Padişah'ın meşru emirlerine karşı her nevi itaatsizliği ve umumi rahatı (nizâm-ı âlemi) İhlal edecek her çeşit kıyam, hareket, fitne, fesad, insanları katl, malları gasp ve devlet işlerini engelleme gibi halleri, bağy saymışlardır".

Netice olarak bağy suçunu işleyen Padişahın kardeşi de olsa, eğer unsurları tahakkuk etmişse, gereken cezayı vermek, elbette ki şer'îdir. Ancak İslâm hukukunun hükümlerine aykırı olarak, şunun-bunun tahrikiyle unsurları tam teşekkül etmeden insanları dünyevî saltanat uğruna idam etmek, elbette ki şer'î değildir. Aksini kim iddia edebilir ki?

Osmanlı Devletinde devlete isyan suçunun cezası olarak ortaya çıkan öldürme vak'alarından bazıları şunlardır:

Osman Bey'in Amcası Dündar Bey (Olay kesin değildir); I. Murad'ın oğlu Savcı Bey; I. Murad'ın kardeşleri Halil Ve İbrahim; II. Murad'ın kardeşi Mustafa; II. Murad'ın amcası Düzme Mustafa; Yavuz Suttan Selim'in kardeşleri Korkut ve Ahmed; Kanunî Sultân Süleyman'ın oğlu Bâyezid ve bunun beş oğlu.

B) Siyâseten Katl=Ta'zîr Bil-Katl: Bu konunun girişinde açıkladığımız gibi, bağy suçunun unsurları tahakkuk etmediği takdirde, saltanat aleyhinde olanları, bâği olarak kabul edip idam ettirmek mümkün değildir. Yani had cezası olarak idam cezası tatbik edilmez. Ancak unsurları tam teşekkül etmese de, kamu düzenini (maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem) bozan bazı hareket ve fiiller, ulûl-emr tarafından ta'zîr yoluyla ve idam cezasıyla cezalandırılmaz mı? Hanefi ve Hanbelî hukukçularının çoğunluğu, maslahat-ı âmme ve nizâm-ı âlem gerektirdiği takdirde, ta'zîr yoluyla idam cezasının verilebileceğini kabul etmişlerdir kî, buna siyâseten katl denmektedir. Meselâ, livâta suçu, Hanefi hukukçulara göre, had cezasını gerektiren bir zina suçu değildir. Ancak bu, hiç suç değildir anlamına alınmamalıdır. Bu suçun cezası, ulûl-emr tarafından tesbit edilir. Böylesine bir çirkef işi âdet haline getiren insanın, genel ahlâk, âdâb ve kamu düzeni icabı ta'zir yoluyla idam edilebileceğini İstâm hukukçuları kabul etmişlerdir. Aynı şekilde fiilen isyan etmese bile isyana hazırlandığı her halinden belli olan bir insanın, âmme maslahatı ve âlemin nizâmı düşünülerek, ta'zîr yoluyla idam edilebileceğini, Hanefi hukukçuların çoğunluğu kabul etmektedir. İşte Fâtih Sultân Mehmed'in "ekseri ulema tecviz etmişlerdir" diyerek ifade ettiği durum budur. Ancak bunun için de, fesadın tahakkuku hususunda kesin delillerin bulunması icabeder. Eğer bir fâsık, fıkıh kitaplarında aranan fesadın kuvvetle muhtemel olması yani nizâm-ı âlem şartına uymadan, sırf keyfî ve menfaati için böyle bir yola baş vuruyorsa, bu, kanunun ve fıkıhçıların vaz'ettlği siyâseten kati prensibinin hatası değil, belki şer'i bir hükmün suiistimalidir ve işlenen bir günahdır. Osmanlı Hukukunda nizâm-ı âlem, fesada sa'y edenleri men' ve maslahat-i âmme tabirleriyle ifade edilen durum, bugün devtetin birlik ve beraberliği olarak ifade olunmakta ve bunun aleyhinde harekette bulunanlar, idam cezası ile mahkûm edilmektedir (TCK., md. 125 vd.). Şimdi bu hüküm, Türk Ceza kanununda bulununca adalet oluyor da, Osmanlı Kanunnâmelerinde bulununca, Padişahın keyfî adam öldürmesi mi oluyor? Böyle bir iddia çifte standartlılık olur. Ancak bugün aynı madde suiistimal edilerek bazen masumların canları yakıldığı gibi, Osmanlı tarihi boyunca da, fıkıh kitaplarında aranan şartlar gerçekleşmeden infaz edilen idam kararları maalesef olmuştur. Bu suiistimal, elbette ki kötüdür ve yapanlar da manen mes'uldürler. Fâtih'in kanunnâmesindeki hüküm ise, fıkıh kitaplarındaki ifadelere uygundur.

Üzülerek ifade edeyim ki, konuyla alakalı fıkhî malumatı, Dede Efetndi'ni âsetname'sinden naklettiğimizden, bazı safdillerin, bu görüşünn Dede Efendi'ye ait olduğu ve onun da böyle bir fetvaya yetkili olmadığı, olsa bile onun fetvasının ne değer ifade edeceği şeklindeki yorumlarına şahit olduk ve üzüldük. Halbuki Dede Efendi, o meselede sadece fukahanın görüşlerini nakletmektedir. Bu sebeple konuyu biraz daha derinlemesine tahkik etmek ve uygulama örneklerinden bazılarını taakdim etmek istiyoruz.

Önce Hanefi fıkıhçılannın son zamandaki en meşhurlarından oldan Ibn-i Abidin’in izahlarını özetleyerek zikredelim. "Ta'zir Yoluyla Katl" başlığı altınnda bakınız ne güz bir özetleme yapıyor:

"Ta'zir, katl ile de olabilir. İbn-i Teymiyye'nin Es-Sârim'ül-Meslûl adlı eserindde gördüm ki, diyor: Hanefi hukukçularına göre, livâta, âlet-i câriha dışında adam öldürme ve benzeri suçlar tekerrür ettiğinde, imam yani ülü'l-emr suçluyu katledebilir. Âmme maslahatı gerektirdiği takdirde, ta'zir yoluyla idam cezası verme esasını, Hz. Peygamber ve ashabının tatbikatına hamleden Hanefî hukukçular, bu uygulama siyaseten katl demektedirler... Soyguncular, yol kesenler, dükkân soyanlar, cemmiyetin nizâmın bozarak fesad çıkaranlar, zâlimler ve fesad çıkaranlara yardımcı olanlar, kısaca idam edilmesinde âmme maslahatı bulunanlar için de aynı hükümler geçerlidir".

Delilsiz ve mesnedsiz bazı iddiaların aksine, bütün bu cezaaar, ancak mahkeme kararı ve yargılamadan sonra mümkün olduğunu da, hem bütün fıkıh kitapları ve hem de Osmanlı kanunnameleri kaydetmektedirler.

İbn-i Abldln'in şu fetvası da bu meseleyi gayet açık bir şekilde vuzuha kavuşturmaktadır:

"Soruldu: Fesad çıkaran, jurnalcilik yapan, yeryüzünde fesad için koşuşturan, , insanlar arasında şer ve fitne uyandıran, bâtıl yollarla insanların mallarını zabtetmeye gayret eden insanların canlarına kıyan ve hülasa eliyle ve diliyle Müslümanları her zaman rahatsız edip de bu huyundan da idam dşında hiçbir ceza ile vazgeçmeyen bir adamm hükmü nedir?

Cevap: Böyle olduğu kesin ise ve yalan söylemeleri mümkün olmayacak kadarar çok Müslüman da bunu tasdik ediyorsa, katledilir ve şerrini Allah'ın kullarından def’ ettiği için vesile olana sevap va mükafat verilir.

İşte bu ve benzeri fıkıh kitaplarındaki şer'î hükümleri nakleden ve kaynakarını da teker teker gösteren Dede Efendi'nin Siyâsetnâme tercümesinden bazı parçalar şöyledir:

"Nizâm-ı memleketin bozulmasına sebep olan, fitne ve fesada teşvik edenler, bu şenî' fiilleri bizzat işlemedikleri vakitlerde dahi, katl edilebileceklerine fetva verilmiştir. Ayrıca ülü'l-emre tanınan bu siyaset hakkının tatbiki için bil-fiil fesadın tahakkuku ve sebeb-i adî olan şahsın fil-hakika şerir ve müttehem olması da şart değildir. Zira vukuundan evvel def-i fesad, vukuundan sonra refinden daha kolay olduğu müsellemdir. Bir bid'atçının bid'atının yayılacağından korkan dindar Padişahın kulları ondan korumak ve nizamı alem için, o mübtedi'i katl ve idam etmesi caizdir”.

"Nizâm-ı âlem için şer ve fesadını defetmek üzere, ehl-i fesadı darb, te'dîb, nefy, tağrîb, hapis ve hatta katl ve idam tarzında ta'zir yoluyla cezalandırmak meşru ise de, tek kişinin veya yalancıların jurnali ile bu yola girmek caiz değildir. Fesada gayret ettiği ve sebep olduğu şer'an sabit olmalıdır. Osmanlı Şeyhülialamlarının fetvalarından anlaşılan da budur".

Dede Efendi'nin çok zayıf fetvaları da esas alarak, kardeş katlinin smırlarını genişlettiğinin biz de farkındayız. Zaten bazı kardeş katli olaylarının şartları gerçekleşmeden yapıldığını biz de kabul ediyoruz. Ancak meselenin hukukî yönünü j ortaya koymak için bunları da nakletmek durumundayız.

Şimdi de aynı mes'eleyi fıkıh kitaplarındaki şartlara göre tannzim eden, Osmanlı Şeyhülislâmlarına ait fetvalardan sadece birini kaydedelim:

“Bu mes'ele beyânında Eimme-i Hanefiyeden cevâb ne vechiledir ki;

Zeyd'in âdet-i müstemirresi sa’i bil-fesâd olduğu şer'an sabit olub ve ibadullaha mazarratı icabeder mevâdd-ı münkerâtın dahi kendüden sudurı tevâtüren isbât olundukda, Zeyd-i müfsid-i merkumun vech-i arzdan izâlesiyçün katli meşru' mudur? Beyân buyurula.

El-Cevâb: Meşrû'dur; emr-i veliyyül-emr munzam ise.

Harrereh'ul-Fakîr Hacı Muhammed EI-Müfti Bi Harpud-Ufiye Anhu.

Kaynak teşkil eden ibarelerin tercümesi:

"Kim bunu âdet haline getirirse, idam edilir. Zira o yeryüzünde fesad için sa'yetmektedir. Katl ile şerri def edilir. Dürer ve Gurer".

"Gayr-i meşru işlerin katl ve idam cezası ile define, imam (sultan) ve hulefâsı daha evlâdır. Zira onlar siyâseti daha iyi bilirler. Vecîhüddin'in Meşârık'ul-Envâr şerhinden".

Bunlara benzer arşivlerimizde çok sayıda fetva vardır. Bütün bunlardan anlaşılmaktadır ki, siyâseten katlin de belli şartları ve şer'î hükümleri mevcuttur. Bütün yazılanlara ve nakledilenlere rağmen, Osmanlı tatbikatının hep şer'î hükümlere uygun cereyan ettiğini söylemek safdillik olur. Ne acıdır ki, bir çok idam hadiselerinde bu esaslara ri'âyet edilmemiş ve jurnalcilerin tahriki ile nice zulümlere sebep olunmuştur. Ancak ister Padişahların kardeşlerini, isterse de sadrazamlarını katletmede, keyfe mâyeşâ hareket edemediklerini; Osmanlı Devleti'nde mahkemeden ilâm ve Şeyhülislâmdan fetva alınmadan idam cezasının uygulanmadığını, arşivlerden öğreniyoruz.1

Bir kısım tarihçiler, bu uygulamaların devlet siyâseti açısından haklı yönleri bulunduğunu iddia etmektedirler. Bu ne demektir?

Konuyu tarih ilmi ve devlet siyâseti açısından değerlendiren bir araştırmacının görüşlerini özetleyerek verip bitirelim: Osmanlı Devleti'ni tehdid eden en büyük tehlike, yabancılara sığınan şehzade veya diğer hanedan mensuplarının, tahtın mirasçısı olduklarını iddia etmeleri ve başta Bizans ve İran olmak üzere, düşman ülkelerin de bu fırsattan yararlanmak arzusudur. Osmanlı sultanları ve bilhassa Hz. Peygamber'in senasına mazhar olan Fâtih, ülkenin parçalanıp, bunun kimlere yarayacağının ve i'lây-ı kelimetullâh hizmetinin nasıl sekteye uğrayacağının çok iyi farkında idiler. İşte onlar, böyle bir duruma fırsat vermemek için, Şeyhülislâmdan aldıkları fetvalarla, kardeşlerini bile feda etmişlerdir. Bazan şer'î esasın tatbikinde, araya giren jurnalcilerin te'siriyle hata etmiş olabilirler. Ancak kendilerini, İslâm dinini dünyanın her tarafına yaymayı gaye edinen, ilây-ı kelimetullâhın en büyük temsilcisi kabul etmişlerdir. Fâtih'in Anadolu birliğini sağlamak gayesiyle Uzun Hasan üzerine giderken, "validem" diye hitâb ettiği bu Akkoyunlu hükümdarının anası Sara Hâtûn a verdiği cevap çok manidardır. Trabzon üzerine giderken yollarda her türlü zahmete göğüs geren ve bazan atından inip yaya yürümek zorunda kalan Fâtih'e Sara Hâtun'un "Oğul, ufacık Trabzon için tatlı canına bu kadar eziyet değer mi?" şeklindeki sözünü, İstanbul Fâtih'i: "valide, Seyf-i islâm bizim elimizde, cihâd sevabına nail olub, Allah'ın rızâsını tahsilden başka gayemiz yoktur; bizim davamız kuru kavga değildir" şeklinde cevablandırmıştır. "BU hanedanın maksad-ı a'lâsı, ilây-ı kelimetullâhdır" ifâdesi de Fâtih'e aittir. Netice olarak, kardeş katli meselesini, keyfî iradeyi hâkim kılmak şeklinde değil, nizâm-ı âlemi devam ettirmek için şer'î hükümlerin tatbiki tarzında değerlendirmek icabeder. Vatana ihanet suçunun her hukuk nizâmında idamla cezalandırıldığını da unutmamak gerekir.

Netice olarak, "siyâseten katl"i, mahkeme kararı olmadan ve yargılama yapılmadan sırf saltanat ve dünyevi menfaat uğruna Padişahın adam öldürmesi olarak anlayanlar, bu manayı nerden çıkardıklarını isbat etmek zorundadırlar. Zira nizâm-ı âlem için siyâseten katlin, uygulamada suiistimal yapılsa bile, vatanın ve devletin birliğini tehlikeye sokacak ve emniyet ve asayişi altüst edecek kimselerin fesada sa'y etmelerinden dolayı verilecek bir idam cezası olduğu; hem fıkıh kitaplarında ve hem de fetvâlarda uygulanması için "şer'an sabit" olması yani İslâm muhakeme usulü kaidelerine göre yargılanıp suçun sabit görülmesi şartının tahakkuku aranmaktadır. Ayrıca "emr-i eliyy'ülemr ile katl”den kasıt, sadece mahkeme kararının yeterli görülmemesi ve bu tip cezaların infazında veliyy'ülemrin yani Sultânın tasdikinin de şart koşulmasıdır. Bu da önemli bir husustur. Kanunnâmelerde yer alan şu ifade, yargılama konusunda Avrupa'nın 20. asırda ulaştığı seviyeyi göstermektedir:

•Mücrim olan kimse teftiş olunmadan veyahud üzerine zahir olan şenâyi’ şer'le ve örfle yerine varmadan sancakbeği ve subaşı ve adamları nesne alub salıvermek memnû'dur. Kendüler mahall-i töhmet ve adamları mücrim ve müstahakk-ı ikâb olur. Ve her mücrim-i müttehemin cerimesi kâdî-i vilâyet katında veya müfettiş huzurunda sabit ve zahir olub ehl-i örfe teslim etmedin dutub siyâset eylemek hılâf-ı şer’ ve örf te'addîdir = Suçlu yargılanmadan veya kendisine isnâd edilen suçlar hukuken sabit olmadan, yetkililer para cezası alarak salıveremezler; ceza uygulayamazlar".

Fıkıh kitaplarında yapılan bu açık izahlara ve şer'î hükümlere rağmen, bir kısım muhterem insanların "1400 yıllık tarihimizde yazılan fıkıh kitaplarının hiç birinde böyle fetva verilmemiştir" diyebilmeleri, neyin verdiği cesarettir; doğrusu biz de tesbit edemedik. Eğer bundan, Padişahın keyfî adam asması kasdediliyorsa, böyle bir şeyden ne kanunnamelerde ve ne de fıkıh kitaplarında bahsedilmemiştir. Yapılan suiistimaller dahi, "ehven-i şer ihtiyar olunur" kaidesine uyularak yapılmıştır. Hem kasdedilen bu menfi mânâyı ve hem de suiistimalleri tasvip etmek mümkün değildir. Şunu unutmayalım ki, Osmanlı devleti, onun kadıları ve Şeyhülislâmları, en az bizim kadar İslâm'a ve onun hukuk nizâmının kaynakları olan fıkıh kitaplarına hürmet duyan insanlardır. Değerli araştırmacı Abdülkadir Özcan'ın yerinde tesbitleri gibi, Şeyhülislâm veya diğer kadıların fetvası, kadıların kararı ve Padişahın tasdikiyle icra edilen siyâseten katl cezalarının fetvasını veren, kararını yazan yahut en azından "nizâm-ı âlem içün öldürüldü" diyen Hoca Sa'deddin Efendiler, Bostan-Zâde Yahya Efendiler, bu sözlerini Şeyhülislâmlık veyahut kazaskerlik gibi fetva ve kaza makamının en yüksek makamlarında bulunmuş kimseler olarak söylemektedirler.

Kardeş Katli ile ilgili kanun hükmü şer'-i şerife uygun olsa bile tatbikat, nazariyata uygun yürümüş müdür?

Bu soruya cevap verebilmek için bazı önemli tatbikat örneklerini incelemek icab etmektedir. Ancak tatbikatta suiistimallerin yapıldığını, siyâseten çok idamların icra edildiğini ve bu fiillerin ehliyetsiz bir kısım fakih ve kadılar tarafından meşruiyet kalıbına sokulduğunu, yine tarih bize göstermektedir. İsterseniz Bediüzzaman'ın tesbitlerini tekrar ettikten sonra bazılarına beraberce bir göz atalım:

"Hâkimiyetin en esaslı hâssası istiklâldir, İnfirâddır. Hatta hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlar da dahi istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdâhelesini şiddetle reddeder ve kendi vazifesine başkasının karışmasına müsaade etmez. Çok Padişahlar, bu redd-i müdâhale haysiyetiyle ma'sum evlatlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakîki hâkimiyetin en esaslı hâssası ve infikak kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezâsı, istiklâldir infirâddır, gayrın müdâhelesini reddir".

Şehzade isyanlarının ve şehzadeler arasındaki saltanat mücadelelerinin Osmanlı tarihinde önemli bir yer işgal ettiğini bilmeyen yoktur. Her şeyden önce şunu tebellür ettirmekte yarar vardır. Bir şehzadenin, sultanlığını ilân etmiş bir diğer şehzadeye karşı gelmesi ve saltanat iddia etmesi, tamamen bir bağy suçu mahiyetindedir. Ve cezası idamdır. Ancak saltanat iddiasına kalkışmadan evvel idam edilmişse, ya siyâseten katl yani fesadın kuvvetle muhtemel olmasından dolayı nizâm-ı âlem içün yahut zulmen idam edilmiştir. Şimdi bu gözlükle hâdiselere bakalım:

a) Orhan Bey zamanında üç idam hâdisesi yaşanmıştır. Bunların her üçü de had cezası mahiyetinde yani bağy devlete isyan suçunun cezası olarak tatbik edilmişlerdir. Zira Orhan Bey'in kardeşleri Halil ve İbrahim'in Padişaha isyan ettikleri ve saltanat mücadelesine giriştikleri bir vâkı'adır. İsyan sonucunda katledilmişlerdir ve siyâseten katl ile hiç bir münasebeti yoktur. Orhan Bey, ayrıca kendi oğlu Savcı Beyi de, bizzat kendisine isyan ettiği ve ordu toplayarak babası ile savaşmaya bile cesaret ettiği için idam ettirmiştir. Hatta Bizans veliahdı Andronikos ile dahi babası aleyhine ittifak kurduğunu tarih kitapları kaydetmektedir. Bunun cezası, Orhan Bey istemese dahi, İslâm hukukunda idam cezasıdır.

b) Yıldırım Bâyezid devrinde ilk defa siyâseten katl veya şayet siyâseten katlin şartlan gerçekleşmemişse ki bunu tam olarak bilmiyoruz- o takdirde bir nevi zulüm yaşanmıştır. Zira Yıldırım Bâyezid, çevresinin tahriki ile, henüz herhangi bir isyana yahut saltanat kavgasına girişmeyen kardeşi Ya'kub'u, ileride saltanat iddiasına kalkışmasın diye katl ettirmiştir. Osmanlı tarihçilerinin saltanat uğruna öldürülen ilk insan olarak tesbitleri doğrudur. Bazı araştırmacılar, hukukî cihetini bilmediklerinden bunu tenkid etmişlerdir. Zira daha önceki idamlar had cezasıdır ve bağy suçunun cezası olarak tatbik edilmiştir. Bu ise, ilerde fesada sebep olur korkusuyla siyâseten katl yoluyla idam ettirilmiştir. Osmanlı tarihçilerinin tesbiti doğrudur.

c) Osmanlı Devleti'nin en karışık devresi olan Fetret Devrinde, Mehmed Çelebi, kardeşleri İsa Çelebi ile Musa Çelebî'yi kendisine isyan ettikleri ve hatta saltanat için orduları karşı karşıya geldiği için bağy suçunun had cezası olan idam cezası ile cezalandırmıştır. Aynı şey, sonradan ortaya çıkan kardeşi Mustafa Çelebi için de geçerlidir. Bunların idamlarında siyâseten katl söz konusu değildir.

d) Fâtih'in babası II. Murad'ın amcası Mustafa Çelebi (II. Düzmece Mustafa), uzun süren saltanat mücadelesine girişmiş ve hatta Osmanlı ülkesinin Bizans ile paylaşılmasını da göze alarak imparator Manuel ile gizli ittifak dahi kurmuştur. Uzun mücadelelerden sonra yakalanarak bâği muamelesi görmüş ve idam edilmiştir. Bu bir had cezasıdır. II. Murad'ın küçük kardeşi Mustafa Çelebi de, Karamanoğulları ve Germiyanoğullanmn tahrikiyle Bursa'ya yürümüş ve had cezası olarak idam edilmiştir. Yani bu dönemde de, siyâseten katl cezası mevcut değildir.

e) Yavuz Sultân Selim, iki kardeşini, kendisine isyan ettikleri ve bâğî oldukları için, had cezası olan idam cezasıyla cezalandırmıştır. Gerçekten Sultân Korkut, topladığı ordu ile Padişah'a isyan etmiş ve sonunda yakalanarak cezası olan idama şer'an mahkum edilmiştir. Diğer kardeşi Ahmed ise, sadece saltanat mücadelesine kalkışmamış, ayrıca bu mevzuda Osmanlı'nın can düşmanı olan Safevî devleti ile de ittifak kurmuştur. Neticede yakalanarak, had cezası olan idam cezasına çarptırılmıştır.

f) Kanunî Sultân Süleyman, rakipsiz sultan olduğu için, kardeş katli mevzu bahis olmamıştır. Ancak Kanunî, kendi çocuklarının idamına karar veren bahtsız Padişahlardandır. Karısı Hürrem Sultân ve çevresinin tahriki ile, kendisini tahttan indirmeye azmettiği ve Padişah olmak isteği ile isyan ettiği şayiasına inanarak, bâğî vasfıyla Şehzade Mustafa'yı idama mahkûm eylemiştir. Bu idam kararı, görünürde bağy suçunun cezası olarak had cezasıdır. Ancak bu meselede hem fetvayı veren müftünün, hem kararı veren kadının ve hem de bunları tasdik edip icrası için emir veren Kanunî'nin, yanıldıkları veya yanıltıldıkları bir vâkı'adır.

Diğer bir hazin tablo da Şehzade Bâyezid'in İdamında yaşanmıştır. Kanunî'nin iki oğlu olan Selim ve Bâyezid, 1558 yılına kadar iyi geçindikleri halde, bu tarihten sonra saltanat hırsıyla araları bozulmuştur. Aradaki jurnalcilerin tahriki ile Şehzade Bâyezid, ordu toplayarak kardeşi Selim'in üzerine yürüdü. Bu hareketi isyan kabul edildi. İran'a iltica eden Bâyezid, kardeşi Selim'e teslim edilince, Ebüssuud'un fetvasıyla bağy suçunun had cezası olan idam cezasına mahkûm edildi. Bu hâdiseyle alakalı örnek fetvaları yukanda zikretmiştik.

III. Mehmed ve III. Murad devrindeki olayları yerinde inceleyeceğiz. Zira asıl haksızca yapılanlar bunlardır.

h) I. Ahmed devrinde saltanat usûlünde ciddî bir değişiklik mevzubahistir. Artık amûd-ı nesebi yani Osmanlı sülalesinden en büyük olanının padişah yapılması usulü kabul edilmiştir. Gerçekten I. Ahmed vefat edince, şehzadeleri bulunmasına rağmen, ailenin en büyük ferdi olan amcaları Şehzade Mustafa tahta geçirilmiştir. Bu kaide, kardeş katli hadisesini tamamen ortadan kaldıramamışsa da, gevşetmiş ve son derece azaltmıştır.

İşte görüldüğü gibi tatbikattaki durum farklıdır. Bir kısmı, tamamen şer'î hükümlere uygun olarak bağy suçunun had cezasını tatbik etmekten ibarettir ve bunlara siyâseten katl demek hatalıdır ve meseleyi bilmemekten ileri gelmektedir. Zira Padişah istemese de bu ceza mukadderdir. Devlete isyan edenin cezası elbette ki idamdır. Bir kısım uygulama ise, siyâseten katl müessesesine yani Fâtih'in Kanunnâmesinde "ekseri ulemâ tecviz etmişdür" dediği usule uygundur ve fıkıh kitaplarında şartlarına uyulmak kaydıyla açıklanmıştır. Bir diğer grup ise, ne şer'î hükümlere ve ne de Fâtih'in Kanunnâmesinde ifade ettiği, fıkıh kitaplarında da tecvîz edilen siyâseten katle uymaktadır. Elbette ki bu uygulamalar, gayr-ı meşrû'dur. Fâtih'in Kanunnâmesi de bunu emretmemektedir2.

Fâtih Sultân Mehmed'in kendi Kanunnâmesinin ilgili maddesini uygulayarak küçük yastaki kardeşi Ahmed'i katlettiği söylenmektedir Bunu nasıl izah ediyorsunuz?

Burada meseleye değişik yönlerden bakmak gerekir:

Evvela; Bu hadisenin meydana geldiği şüphelidir. Zira Kantemir gibi yabancı tarihçiler dahi, II. Murad vefat ettiğinde Şehzade Mehmed dışındaki bütün evlâdının vefat ettiğini ve bu arada Şehzade Ahmed'in de Amasya'da vali bulunduğu sırada öldüğünü yazmaktadır ki, bu ihtimalin doğru olması halinde, henüz bebek iken öldürülme iddialan da ortadan kalkar. Namık Kemal de, şehzade Ahmed'in katl edildiği iddiasını sadece bir iftiradan ibaret görmektedir. Böyle bir zulme, Fâtih Sultân Mehmed'in razı olamayacağını ısrarla savunmaktadır. Bazı kaynaklar da, olayı doğrulamakla beraber. Şehzade Ahmed'i haksız olarak katleden Evrenoszâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fâtih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler. Şayet vâki ise, yukarıda anlatılan hükümler, Fâtih için de geçerlidir. Ancak hangi gruba girmektedir? Bunun tesbit edilmesi gerekir.

İkinci olarak, Osmanlı kaynaklarının bir kısmında Sultân Murâd'ın İsfendiyar Bey torunu Hatice Hâlime Hâtun'dan doğma Ahmed isimli bir şehzadesi olduğu ve yaşı küçük olan bu şehzadenin II. Mehmed'in tahta çıkmasından kısa bir zaman sonra katl olunduğu kaydedilmektedir. Ancak diğer şehzade katilleri gibi, ayrıntılı bilgiler, kaynaklarda mevcut değildir. Ayrıca Babinger'in altı ya da sekiz aylık olduğu konusundaki beyanı dışında, yaşının ne kadar olduğu da kesin değildir.

Üçüncü olarak, II. Mehmed, babası II. Murâd'ın vefatından sonra, çok büyük sıkıntılar içinde tahta geçmiştir. Bizans'ın şehzadeleri kullanarak Osmanlı Devleti'ni yıkma planlan herkesçe bilinmektedir ve fetret devri de canlı şahitlerle doludur. Nitekim Fâtih'in Padişah olması üzerine, Bizans İmparatorunun elinde tutsak olarak tuttuğu Süleyman Çelebi'nin oğlu olması kuvvetle muhtemel bulunan Şehzade Orhan'a aynen şöyle söylediği kaynaklarca ifade edilmektedir:

"Haydi göreyim seni, bu taht benimdür deyü dava eyle. Ben Âl-i Osman nesliyim, ben var i-ken bu taht sana neden mustehakdır deyü dava edince, cümle beğler ve paşalar sana dönüb ve tahtı sana teslim ederler. Tahta çıktığında, kulağın bende olsun. Ben sana ne talimat verirsem, öyle hareket eyle. Göreyim seni, nice padişah olursun.".

İşte böylesine bir dönemde, yaşının ne kadar olduğu belli olmayan ve ama küçük yaşta bulunduğu kesin olan Şehzade Ahmed'i, devlete isyan suçuna teşebbüs etmeden, nizâm-ı âlem için diyerek katletmiş olabilir. Bu tamamen üçüncü guruba girmektedir. Eğer bir kusur işlenmiş ise, bunu savunmanın manası yoktur. Ancak bu ayrıntıları tam bilinmeyen olaydan dolayı, Fâtih gibi Hz. Peygamber'in medhine layık olmuş bir padişahı hunharlıkla suçlamak ve hele bu konuda Bizans İmparatorları ile birlikte hareket eden Bizans tarihçilerini onaylamak mümkün değildir. Hammer ve benzeri tarihçiler, sanki şehzadelerin Osmanlı Devleti'nin yıkılması için kullanıldığını bilmiyormuş gibi, bunu vesile ederek Fâtih Sultân Mehmed'e hücum etmişlerdir.

Özetleyecek olursak, Fâtih Sultân Mehmed, kendi koyduğu kanunun nizâm-ı âlem için fesada sa'y ihtimalinin bulunması sebebiyle siyâseten katl müessesesini ilk defa kendisi tatbik etmiş ve küçük kardeşi Ahmed'i katl ettirmişti. Bu, isyan tahakkuk etmediğinden, bir had cezası değildir. Belki nizâm-ı âlem için siyâseten katl müessesesine girmektedir. Burada aranan fesadın şer' ile tahakkuku şartının, ne derece gerçekleştiğini bilmiyoruz. Ancak tekrar ediyoruz ki, Hz. Peygamber'in senasına mazhar olmuş bir Padişah'ın, şartları tahakkuk etmeyen bir cezayı tatbik edeceğine de ihtimal vermiyoruz Önemle İfade edelim ki, 11 aylık bir bebenin öldürülmesini Fâtih'in idam ettirdiğine inanmak istemiyoruz. Zaten Evrenoszâde Ali Bey isimli bir zatın Padişah'ın haberi olmadan böyle bir cinayeti işlediğini bazı kaynaklar haber vermektedirler3.

Kaynaklar:

1- Konuyla ilgili bazı fetvalar; Nuruosmaniye kütp. nr. 3209, vrk. 358/a vd.; Süleymaniye kütp. Esad Efendi, nr. 1888; Damad, Mecma'ül-Enhür, 1/707- 709; BA, YEE, nr. 14-1540, sh. 50-51; İbn-l Âbidin; Reddu'l-Muhtâr Ale'd-Dürri'l-Muhtâr I-VI, Mısır 1967, c. IV, sh. 62-65; Şeyh Mehmed Arif, Terc. Siyasetname, sh. 6, 25-35 ;

Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, İstanbul 1995, Sözler Yayınevi, sh. 337-338

2- Berki, A. Himmet, İstanbul'un 500. Yıldönümü Münasebetiyle Büyük Türk Hükümdarı istanbul Fâtihi Sultân Mehmed ve Adalet Hayatı, İstanbul 1953, sn. 142-148; Alderson, A.D., The Structure of the Ottoman Dynasty, Connecöcut 1982, 2. Baskı, sh. 30-31; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c. I, sn.328, Md. 37, 1/114-117, 287, 331 vd.; c. II, sh. 10 vd.; Konrad, Dilger, Untersuchungen zur Geschichte deş Osmanischen Hofıeremünlells im 15. und 16. Jahrhundert, München 1967, sh. 5 vd., 34 vd.; Özcan, Abdülkadir, "Fâtih'in Teşkilat Kanunnâmesi ve Nizâm-ı Alem için Kardeş Katli Meselesi", İÜEFTD, sayı 33 (1980-81), sh. 12-13; Taneri; Aydın, Osmanlı Devletinin Kuruluş Aneminde Hükümranlık Kurumunun Gelişmesi ve Saray Hayati-Teşkilati, Ankara 1978, sh, 184 vd.

* İbn-i Kemal, Tevârih-i Ali Osman, I. Defter, sh. 129; Aktan, Ali, "Osmanlı Hanedanı İçinde Saltanat Mücadelesi ve Kardeş Katli", Türk Dünyası Tarih Dergisi, sayı 10 {Ekim 1987), sh. 8; Akman, Mehmed, Osmanlı Devleti'n de kardeş Katli. BU son eser, bu zamana kadar yapılan en kapsamlı çalışmadır

3- “Pala, Namık Kemalin Tarihî Biyografileri, sn. 105-106; Solakzâde, sh. 187; Hoca Sa'deddin, Tâc'üt-Tevârîh, c.I s. 407; İnalcık, Halil, Fâtih Devri Üzerinde Tedkikler ve Vesikalar l, Ankara 1954, sh. 110; Âsıkpaşazâde, Tarih, 140; İbn-i Kemal, VII. Defter, sh. 8-9; Akman, Kardeş Katli, sh. 64-69; Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri, c.II, sh. 5 vd.; Hammer, Büyük Osmanlı Tarihi, Mümin Çevik nesri, I-X, İstanbul 1998, c. II, sh. 258; Gazavât-ı Sultân Murad Han b. Mehemmed Hân, Haz. inalcık, Halil-Oğuz, Mevlûd, Ankara 1978, sh. 37-38; Aktan, 14-15; Kantemir, c.I Sh. 147.


Prof. Dr. Ahmed AKGÜNDÜZ – Doç. Dr. Said ÖZTÜRK (Bilinmeyen Osmanlı),s:80-89
 
 
 
 

ERMENİLER NEDEN ALEVİLİĞİ SEÇTİ?

 

ERMENİLER NEDEN ALEVİLİĞİ SEÇTİ?

 
 
Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu’nun son açıklamaları gündeme damgasını vurdu. Sayın Halaçoğlu’na gösterilen tepkileri abartılı ve bir ölçüde art niyetli buldum.

Eğer tarihi gerçekler Sayın Halaçoğlu’nun ifade ettiği gibi ise ve buna belgelere dayalı bilimsel bir karşı görüş öne sürülemiyorsa, sırf birileri rahatsız olabilir diye Tarih Kurumu Başkanı hilafı hakikat mi konuşmalıydı? Tarihi gerçekleri çarpıtmalı mıydı?

Mesele şu… Kayseri’de ‘Türk Kültürü ve Tarihinde Avşarlar” konulu sempozyuma katılan Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu konuşmasında, 8–10 yıldır devam eden bir çalışmasından da söz etmiş ve Türkiye'de 41 bin 297 aşiret tespit ettiklerini, 1915’teki tehcirden kurtulmak isteyen Ermenilerin Anadolu'da kalmak için kendilerini Kürt Alevi olarak gösterdiklerini böylece sürgünden kurtulduklarını söylemiş.

Doğru bildiğini söylemese miydi?

Profesör Halaçoğlu o konuşmasında kimseyi kınamak ve özellikle bir şeyler ima etmek için konuşuyor değil ki… Sayın Halaçoğlu’nun bir akademisyen olarak görevi tarihi araştırmalar yapmak. Bunun için maaş alıyor devletten. Bu tür araştırmaları yapmaması görevini ihmal etmesi olurdu. Kaldı ki Profesör Halaçoğlu 14 yıldır Türk Tarih Kurumu’nun da (TTK) başkanı. Bu tür araştırmalara öncülük etmek onun için bir kamu görevi aynı zamanda.

Profesör Halaçoğlu’nun açıklaması gayet net olduğu halde konu özellikle başka noktalara çekildi ve her zaman olduğu gibi çarpıtılmış bilgiden yola çıkılarak saptırılmış yorumlar yapılmaya başlandı.

Hâlbuki Profesör Halaçoğlu konuşmasında yaptıkları bilimsel çalışmalardan söz ediyor ve araştırmalarında elde ettikleri bulgulardan yola çıkarak tarihi bir durum tespitinde bulunuyordu. Kimseyi etnik kökeninden veya dinsel tercihinden dolayı eleştirmiyordu.

Fakat bazı çevreler Profesör Halaçoğlu’nun açıklamasına sert tepki gösterdiler. Hatta istifaya davet edenler oldu. Kimi çevrelerin gösterdikleri tepkilere bakıyorum da, sanki kendisini deşifre olmuş gibi hisseden ve bu açıklamalardan rahatsızlık duyduğunu gizlemeyen bir yaklaşım sergileyenler bile var.

Galiba o profesör de haklı…

“Ermeni kökenli kaç rektör var?” başlıklı yazımızda, Haziran ayında Erzurum’da yapılan II. Türk Ermeni İlişkileri Sempozyumda, “Türkiye’de en güçlü lobi Ermeni lobisidir” diyen bir profesörün sözlerine yer vermiştik. Ülkemizde birkaç gündür kopartılan gürültüye bakıyorum da, “meğer profesör haklıymış” demek geliyor içimden…

Sanki Halaçoğlu bir iftirada bulunmuş gibi, sırf tarihi hakikatleri gündeme getirdi diye ölçüsüz tepki gösterenler, hatta dava açanlar oldu. Bakalım dava sahipleri, Profesör Halaçoğlu’nun 10 yıldır üzerinde çalıştığı ve 41 bin aşiret tespit ettiği kapsamlı araştırmasıyla ortaya koyduğu gerçeklere karşı, dava sahipleri hangi belgelerle mahkemeye gelecekler ve Halaçoğlu’nun görüşlerini çürütecekler. Şahsen bir bilim adamı olarak gelişmeleri ben de merak ediyorum… Bu sayede birbirinden farklı görüşleri ve tarihi gerçekleri de öğrenme fırsatı bulacağız. Fena mı olur?

Dava sahipleri müsterih olsunlar. Osmanlı Arşivleri herkese açık. Bizim de doğrusu pek acelemiz yok. Nasıl ki köylerdeki arazi davaları 20–30 yıl devam ediyorsa, Allah ömür verirse biz de gerekirse o kadar süre mahkemeye sürülecek karşı belgeler için bekleriz. Bakalım mahkeme bu işe ne diyecek? Bekleyip göreceğiz.

İddialar yeni değil…

Kaldı ki Sayın Halaçoğlu’nun ifade ettiği gerçekler ilk defa gün yüzüne çıkıyor ve yeni seslendiriliyor da değil… Uzun dönem MGK’da danışman olarak görev yapan Prof. Dr. Hasan Köni, Almanya Türk Toplumu'nun 21 Nisan 2001 de Extertal'de düzenlediği toplantıda yaptığı, “Ermeni Meselesi ve Türkiye'nin Uluslararası Konumu” başlıklı konuşmada, Profesör Halaçoğlu’nun söyledikleriyle örtüşen bilgiler veriyor.

Prof. Köni konuşmasında; Tehcir sırasında yerinden olmamak için "convert" olan yani Müslümanlığa dönen Ermeniler olduğunu, sayılarının 300–-400 bin kişi olduğunu söyledikten sonra, “Mesela Hakkâri’deki Alevi kardeşlerimiz dönmüş Ermenilerdir. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da var. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyor. Doğuda maalesef bir yangın olduğu zaman askerlik ve nüfus şubeleri ilk önce yanar. Belki de devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız var. Kim olduklarını bilmiyoruz. Genelde Ermeni meselesinde dönmelerden hiç bahsedilmediğini…” ifade ediyor.

PKK ve Ermeniler kol kola…
Devletin elinde tüm bilgiler var. Kimin ne olduğu belli… Yani Prof. Halaçoğlu’nun altınız çizdiği birçok konu yeni değil. Tartışmalar üzerine Profesör Halaçoğlu bir gazeteye şunları söylemiş; “2 bin 200 civarında Kürt aşireti var. Kürtlerin de çoğu Şafii Sünnidir. Bazı ‘Kürt Aleviyim’ diyenler Ermeni dönmesidir. Bunu söylerken ‘maalesef Ermeni dönmeleridir’ diye ifade sarf etmemin nedeni ise, PKK ve TİKKO örgütü üyelerinin Ermeni dönmelerinden oluşmasıdır.”
Aksiyon dergisinde 1,5 yıl kadar önce “Gizli Ermeniler” ile ilgili bir dosya yayınlanmış, aşırı sol örgüt liderlerinin çoğunun gizli Ermenilerden oluştuğu bilgisine yer verilmişti. Aksiyon’da yayınlanan bilgilerle Sayın Halaçoğlu’nun tespitleri de birebir örtüşüyor:

Şu satırlar Aksiyon’dan; “Türkiye'de yaşayan 'Gizli Ermeniler' sol terör örgütleri ve PKK ile birlikte hareket edip bölücülükte önemli rol oynuyor. Kürt-Ermeni kardeşliği geçmişteki Kürt isyanlarında da aktif rol alıyor. Dersim isyanını başlatan bir Ermeni olduğu gibi, TİKKO'nun teorisyenliğini yapan da yine Garbis adında bir Ermeni idi.”

İhtida nedenleri?

O dönemde Ermenilerden bir kısmı tehcirden kurtulmak, bir kısmı da savaş döneminde Ermenilerin Müslümanlara yaptığı fecaat nedeniyle Birinci Dünya Savaşı bittikten sonra başlarına bir şey gelmesin endişesiyle ihtida ettiklerini (Müslüman olduklarını) açıkladılar. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgede daha çok Şafii mezhebi yaygın olmasına rağmen, kendilerini gizlemek için neden Aleviliği seçtiklerine gelince…

Bilindiği Sünnilerin yaşadığı yerlerde İslam’ın temel şartlarından olan namaz, oruç, hac gibi ibadetleri yerine getirenler toplum içinde dikkat çeker ve hemen fark edilirler. Sünniler içinde günlük ibadetlerini yerine getirmeyen, dine diyanete uzak duranlar bile, en azından cuma namazına, o da olmadı hiç olmazsa bayram namazına gitmeye az da olsa özen gösterirler. Gelenek düzeyindeki alışkanlıklar da dâhil, dini hiçbir ritüeli yerine getirmeyen Sünni sayısı oldukça azdır. Yapılan araştırmalar da zaten o yönde. Sünni yerleşim yerlerinde illa bir cami, minaresinde okunan ezan, ara sıra da olsa camiye uğrayan birkaç insan illa ki vardır.

Fakat ülkemizde bir tek camisi olmayan, camisi olsa da halkı hepten dine diyanete ilgisiz, hatta tepkili olduğu için ezan okunmayan yerler bulunmaktadır. Ülkemizde bulunan Alevi gruplarından bazılarında namaz, oruç, hac gibi (bireysel veya toplumsal) ibadetlerin hiç yerine getirilmemesi, “Ben Müslümanlığa geçtim ama yaşam biçimi ve inanç tarzı olarak Aleviliği seçtim” diyen Ermenilerin gerçekte Müslümanlığı benimseyip benimsemedikleri konusunda tereddüt oluşturmuştur. Prof. Halaçoğlu ile Prof. Köni’nin üzerinde durduğu nokta da budur. Sözde Müslüman ve Türk olarak kendisini tanıtan, ama gerçekte “Gizli Ermeni” olarak faaliyet sürdüren kesimler bulunmaktadır.

İsmi yanıltabilir?

Hani Vatan yazarı Tuğçe Baran, pazar günü Zaman gazetesinde yer alan söyleşisinde, "Bu ülkede başörtüsüne karşı çıkanlar Müslümanlıkla problemi olanlardır!" demişti ya… İşte ismi cismi tanıdık olan, ama İslam ve Müslümanlar söz konusu olduğunda toplumun değerleriyle inanılmaz derecede ters düşen insanların gerçek (sosyal) kimlikleri merak uyandırmaya başlamıştır.

Bu belirsizlik, (ağız alışkanlığıyla bir çırpıda söylemiş olalım) ismi farzı muhal Ahmet, Mehmet olan, ama gerçekte Türk mü Ermeni mi, ya da Müslüman mı yada başka dinden mi olduğu belli olmayan sosyal kesimlerin mevcudiyetini ortaya çıkarmıştır. Bu tür zeminler, ülke için zararlı faaliyetlerde bulunan illegal oluşumlara da kimi zaman ortam hazırlamıştır.

Şu unutulmamalıdır. Bu ülkede tarih boyu hiç kimse etnik kökeninden veya dinsel tercihinden dolayı itilip kakılmamıştır. Kültürümüzde, devlet ve toplum geleneğimizde yok böyle bir şey. Aslında tartışmalara en güzel cevabı Hülya Avşar vermiş ve demiş ki; "Türk'üm veya Kürdüm desem ne fark eder? Hepimiz Allah'ın kuluyuz. Önemli olan kimin ne olduğundan çok herkesin birbirinin düşüncelerine saygı duyması…"

Bu ülkede kimse, bir başkasının dininden de milliyetinden de rahatsız değil. Fakat bazı insanlar kendilerini gizleme çabasında iseler, gizli bir şeyler de çevirdikleri gibi bir izlenim çıkıyor ortaya.

Prof. Halaçoğlu’nu araştırmasından dolayı tebrik ediyorum. Devletin bildiğini milletiyle de paylaşmış.

Tarihi gerçeklerden ürkmeyelim. Halaçoğlu’nun dediği gibi, bu tür araştırmalar ülkede ayrışmaya değil, aksine, zaman içinde ne kadar da çok kaynaştığımıza tanıklık etmektedir. Ülkemizin ve insanımızın kıymetini bilelim, bozgunculara fırsat vermeyelim.