26 Şubat 2020 Çarşamba
Ödemeyeni sürgün eden vergi 'Varlık Vergisi'
Ödemeyeni sürgün eden vergi 'Varlık Vergisi'
11 Kasım 1942 tarihinde resmi gerekçesi, hükümet tarafından 'olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilemek' olarak belirtilen Varlık Vergisi yasası TBMM tarafından onaylandı
1942’de Reisi cumhur(Cumhurbaşkanı) İsmet İnönü'dür. Başbakan Refik Saydam vefat edince yerine gelen Şükrü Saraçoğlu ilk iş olarak ekonomiye odaklandı.
Ekmek dahi karne ile dağıtılır olmuştu
Ortaya çıkan karaborsacılara çare olarak yeni bir vergi yasası çıkarılmasına karar verildi
Kanun, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün arzusu ve Başbakan Saraçoğlu’nun talimatıyla Maliye Müsteşarı Esat Tekeli tarafından kaleme alındı
Buna göre, savaş zamanında olağanüstü kazanç elde edenler Müslümanlar (M), gayrimüslimler (G), dönmeler (D) ve ecnebiler (E) olarak listelenmişti
Varlık Vergisi Kanunu 11 Kasım’da 350 milletvekilinin oy birliği ile kabul edildi
Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hasan Ali Yücel ve Celal Bayar gibi tanıdık isimlerin de aralarında olduğu 76 milletvekili oylamaya katılmadı
18 Kasım’da vergi listeleri neşredilince görüldü ki, mükelleflerin %70’i İstanbullu idi
Bunların da %87’si gayrimüslimdi
Vergi borcunu ödeyemeyenler, Aşkale’de taş ocağında çalışmakla mükelleftiler
Bazısı yurt dışına kaçabildi; bazısı da kaçarken yakalandı
Vergiyi ödeyemeyeceklerini anlayan bazı mükellefler intihar etti
Neticede 1400 kişi, hayvan vagonlarıyla o günlerde -25 derece soğuktaki Aşkale’ye götürüldü
Sürgün edilenlerden 21’i kötü şartlar nedeniyle hayatını kaybetti
Geri kalanların da bir kısmı ruh ve beden sağlığını kaybetti
Varlık Vergisi, Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye uygulandı
Toplam 314 milyon 900 bin TL vergi toplandı
https://www.star.com.tr/ tarih/ odemeyeni-surgun-eden-vergi -varlik-vergisi-haber-1425 210/
11 Kasım 1942 tarihinde resmi gerekçesi, hükümet tarafından 'olağanüstü savaş koşullarının yarattığı yüksek karlılığı vergilemek' olarak belirtilen Varlık Vergisi yasası TBMM tarafından onaylandı
1942’de Reisi cumhur(Cumhurbaşkanı) İsmet İnönü'dür. Başbakan Refik Saydam vefat edince yerine gelen Şükrü Saraçoğlu ilk iş olarak ekonomiye odaklandı.
Ekmek dahi karne ile dağıtılır olmuştu
Ortaya çıkan karaborsacılara çare olarak yeni bir vergi yasası çıkarılmasına karar verildi
Kanun, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün arzusu ve Başbakan Saraçoğlu’nun talimatıyla Maliye Müsteşarı Esat Tekeli tarafından kaleme alındı
Buna göre, savaş zamanında olağanüstü kazanç elde edenler Müslümanlar (M), gayrimüslimler (G), dönmeler (D) ve ecnebiler (E) olarak listelenmişti
Varlık Vergisi Kanunu 11 Kasım’da 350 milletvekilinin oy birliği ile kabul edildi
Reşat Nuri Güntekin, Hüseyin Rahmi Gürpınar, Hasan Ali Yücel ve Celal Bayar gibi tanıdık isimlerin de aralarında olduğu 76 milletvekili oylamaya katılmadı
18 Kasım’da vergi listeleri neşredilince görüldü ki, mükelleflerin %70’i İstanbullu idi
Bunların da %87’si gayrimüslimdi
Vergi borcunu ödeyemeyenler, Aşkale’de taş ocağında çalışmakla mükelleftiler
Bazısı yurt dışına kaçabildi; bazısı da kaçarken yakalandı
Vergiyi ödeyemeyeceklerini anlayan bazı mükellefler intihar etti
Neticede 1400 kişi, hayvan vagonlarıyla o günlerde -25 derece soğuktaki Aşkale’ye götürüldü
Sürgün edilenlerden 21’i kötü şartlar nedeniyle hayatını kaybetti
Geri kalanların da bir kısmı ruh ve beden sağlığını kaybetti
Varlık Vergisi, Türkiye çapında 114 bin 368 kişiye uygulandı
Toplam 314 milyon 900 bin TL vergi toplandı
https://www.star.com.tr/
18 Şubat 2020 Salı
13 Şubat 2020 Perşembe
İşte Atatürk için yazılan Ezan ve Mevlit
1930'lu yılların edebiyatında rastlıyoruz. Öyle ki ünlü bir şair Atatürk'ün için ezan ve mevlit bile yazmış.
Atatürk'ün ezanı Türkçe'ye çevirdiği ve yıllarca toplumun ezandan nasıl uzak kaldığı hala tartışılan bir olgudur.
1932 yılında yürürlüğe giren uygulama 1950'de Demokrat Parti aslına döndürüne kadar devam etmişti. Mustafa Kemal, bu yeniliğe giderken de hocalardan caiz olduğu fetvasını çıkarmayı da ihmal etmemişti.
Atatürk'ün yaşadığı dönemde yazılan bazı edebi eserlere bakıldığında nasıl bir insanüstü varlık yaratılmaya çalışıldığının örneği ortaya çıkıyor. Günümüzde hala Atatürk'ü peygamber gibi görüyorlar eleştirisinin dayanağı aslında burada yatıyor. Atatürk'ü doğrularıyla yanlışlarıyla nihayetinde bir insan olarak yargılayamayan bireylerin ataları Cumhuriyet'in ilk yıllarında yaşamıştı.
"KEMALİZM DİNİ" NASIL OLUŞTURULDU?
Dönemin milletvekillerinden Şeref Aykut'a göre Kemalizm dini (kendi ifadesiyle) 6 oktan ( Bugün de bildiğimiz gibi cumhuriyetçilik, milliyetçilik, inkılâpçılık, devletçilik, laiklik ve halkçılık) oluşmalıydı. Aykut bilindiği gibi bu fikirlerini en temel şekilde "Kemalizm Dini" adı altında kitaplaştırmış ve Atatürk'e tapan(!) nesillerin nasıl yetiştirileceğini anlatmıştı.
ATATÜRK İÇİN EZAN VE MEVLİT
Bu dinin peygamberi olarak da Atatürk'ü gördükleri için onun adına tabi ki bir mevlit yazıldı. Hatta bununla da yetinilmeyip bir de ezan yazdılar. İşte Türkiye Cumhuriyeti'nin önemli şairlerinden Behçet Çağlar'ın yazdığı o ezan:
Atatürk ekber!
Atatürk ekber!
Ancak O var Atatürk!
Evliya odur,
peygamber odur,
sanatkâr Atatürk.
Talihe hâkim,
zekâya önder,
doğma serdar Atatürk.
Bunları geçti insan büyüğü:
Kendi kadar Atatürk!
Atatürk ekber!
Atatürk ekber.
Bizde O var. Atatürk!
Ne evliya, ne de peygamber..
Halkına yar Atatürk!”
Süleyman Çelebi'nin Hazreti Muhammed için yazdığı mevliti Atatürk'e uyarlamaktan çekinmeyen Çağlar bunu pek çok yerde okuttu da:
“Hak Teala çün yarattı Türk’ü ilk
Dedi, ‘Üç kıta da olsun ona mülk.’
Mustafa nurunu alnına koydu,
‘Bil! Kemal’in nurudur, ol nur!’ dedi.”
Geçti böyle nice ay, nice sene,
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene
Ger dilesiz, bulasız oddan necat,
Mustafa-yı ba-Kemal’e essalat!”
Ol Zübeyde, Mustafâ’nın ânesi
Ol sedeften doğdu ol dürdânesi!
Gün gelip oldu Rızâ’dan hâmile
Vakt erişti hafta ve eyyâm ile.
Geçti böyle, nice ay nice sene
Vakt erişti bin sekiz yüz seksene.
Merhaba ey baş halâskâr merhaba
Merhaba ey ulu serdâr merhaba!
Atatürk'e tapınmaya kadar varan bu hayranlık sadece Behçet Çağlar ile de sınırlı kalmadı.
Ünlü şairlerden Faruk Nafiz Çamlıbel Atatürk'ün ölümünden sonra onu kalbine bir put gibi yerleştirdiğini bakın nasıl anlatmış:
Yürüyor, kalbimizin durduğu bir yolda değil
Kanlı bir göz yaşı nehrinde muazzam tabutun
Ey ilâhın yüce dâvetlisi, göklerden eğil
Göreceksin duruyor kalbimizin üstünde putun!
Diğer bir şair Halil Bedii Yönetken ise Atatürk'e olan bakış açısını böyle aktarmış:
Tanrı gibi görünüyor her yerde
Topraklarda, denizlerde, göklerde
Gönül tapar, kendisinden geçer de
Hangi yana göz bakarsa: Atatürk
Görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında Atatürk'ü ilahlaştırmak edebiyatın ana konularından biri olmuştu.
YAVUZ SULTAN SELİM HAN İLE HASAN CAN
YAVUZ SULTAN SELİM HAN İLE HASAN CAN
Yavuz Sultan Selim Han’ın musahibi, yakın arkadaşı Hasan Can Çelebi, İsfehanlı müezzin Hafız Mehmed Efendi’nin oğlu, Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi’nin babası. 1514’te Çaldıran Zaferi’nden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim Han, Hasan Can Çelebi’yi maiyetine alarak babası ile birlikte İstanbul’a götürdü.
Babası hafız, kendisi de sultanın nedimi, yani en yakınlarından oldu. Selim Han’ın daima yanında ve sohbetinde bulunan Hasan Can, padişahla birlikte Mısır seferine de katıldı.
Mısır Seferinden döndükten sonra, Edirne’ye hareket etmek üzere olan Yavuz Sultan Selim, Hasan Can’la saray bahçesini gezerken sırtına batan bir şeyden şikayet eder. Sultan’ın düğmelerini çözüp sırtında henüz baş vermiş, etrafı kızıl, olmamış katı bir çıban gören Hasan Can, “Padişahım büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak uygun değildir, bir münasip merhem koyalım.” deyince, Yavuz; “Biz çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara müracaat edelim.” şeklinde karşılık verir.
Daha sonra hamamda çıbanı oğduran Sultan Selim, yaranın büyümesi üzerine Hasan Can’a; “Seni dinlememekle kendimizi telef ettik.” demektedir. Hastalığının ağırlaşmasına rağmen hedefi olan Macaristan’a doğru Edirne’den yola çıkan Sultan Yavuz, Sırt köyüne gelindiğinde hareket edemeyecek kadar takatsiz düşer.
Yattığı yerden bir ara nedimine dönerek; “Hasan Can, bu ne haldir?” buyurunca, Hasan Can ise “Sultanım Allah'u Teala ile olacak zamandır.” der. Yavuz ise “Hasan Can bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenab-ı Hakk’a teveccühümüzde kusur mu gördün?” dedikten sonra ondan Yasin suresini okumasını ister.
Hasan Can, Yasin suresini okurken Padişah da kendisine iştirak eder. İkinci defa okurlarken, 'Selamün kavlen min Rabbirrahîm' ayetini okuduktan sonra Kelime-i Şehadet getiren Yavuz, ruhunu teslim eder.
NASIL BRE?
Rivayete göre mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerken, Sultan, yoldaşına takılarak; “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?” diye sorar. Hasan Can, “Beli (evet) sultanım!” cevabını verir.
“Yumurta seversin değil mi? diye soran Sultan’a Hasan Can; “Beli sultanım!” der. Aradan yıllar geçer. Yollar, yıllar savaşlar ve zaferlerden sonra nihayet Mısır seferinden dönerken İstanbul’da yine sandalla bu kez Sarayburnu’na dönerken Sultan Selim ansızın Hasan Can’a döner; “Nasıl bre?” diye sorunca cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”
Bu da Sultan ve Hasan Can’ın ‘birlikte düşünmek, beraber hissetmek ve hemhâl olmak’ özelliğinin en belirgin örneklerinden biri olarak anlatılır. Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından da büyük bir sevgi gören Hasan Can, Enderun’da hocalık yaptıktan sonra 1567’de geldiği Bursa’da vefat etti. Kabri Bursa’da Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi önünde bulunuyor.
https:// www.yeniasya.com.tr/ kultur-sanat/ yavuz-sultan-selim-in-en-ya kin-dostu-hasan-can-in-mez ari-ilgi-bekliyor_354839
Yavuz Sultan Selim Han’ın musahibi, yakın arkadaşı Hasan Can Çelebi, İsfehanlı müezzin Hafız Mehmed Efendi’nin oğlu, Şeyhülislam Hoca Sadeddin Efendi’nin babası. 1514’te Çaldıran Zaferi’nden sonra Tebriz’e giren Yavuz Sultan Selim Han, Hasan Can Çelebi’yi maiyetine alarak babası ile birlikte İstanbul’a götürdü.
Babası hafız, kendisi de sultanın nedimi, yani en yakınlarından oldu. Selim Han’ın daima yanında ve sohbetinde bulunan Hasan Can, padişahla birlikte Mısır seferine de katıldı.
Mısır Seferinden döndükten sonra, Edirne’ye hareket etmek üzere olan Yavuz Sultan Selim, Hasan Can’la saray bahçesini gezerken sırtına batan bir şeyden şikayet eder. Sultan’ın düğmelerini çözüp sırtında henüz baş vermiş, etrafı kızıl, olmamış katı bir çıban gören Hasan Can, “Padişahım büyük bir çıbandır, henüz hamdır, zorlamak uygun değildir, bir münasip merhem koyalım.” deyince, Yavuz; “Biz çelebi değiliz ki, bir çıban için cerrahlara müracaat edelim.” şeklinde karşılık verir.
Daha sonra hamamda çıbanı oğduran Sultan Selim, yaranın büyümesi üzerine Hasan Can’a; “Seni dinlememekle kendimizi telef ettik.” demektedir. Hastalığının ağırlaşmasına rağmen hedefi olan Macaristan’a doğru Edirne’den yola çıkan Sultan Yavuz, Sırt köyüne gelindiğinde hareket edemeyecek kadar takatsiz düşer.
Yattığı yerden bir ara nedimine dönerek; “Hasan Can, bu ne haldir?” buyurunca, Hasan Can ise “Sultanım Allah'u Teala ile olacak zamandır.” der. Yavuz ise “Hasan Can bizi bunca zamandan beri kiminle bilirdin? Cenab-ı Hakk’a teveccühümüzde kusur mu gördün?” dedikten sonra ondan Yasin suresini okumasını ister.
Hasan Can, Yasin suresini okurken Padişah da kendisine iştirak eder. İkinci defa okurlarken, 'Selamün kavlen min Rabbirrahîm' ayetini okuduktan sonra Kelime-i Şehadet getiren Yavuz, ruhunu teslim eder.
NASIL BRE?
Rivayete göre mısır seferine çıkacakları gün kayıkla Üsküdar’a geçerken, Sultan, yoldaşına takılarak; “Hasan Can kahvaltı yaptın mı?” diye sorar. Hasan Can, “Beli (evet) sultanım!” cevabını verir.
“Yumurta seversin değil mi? diye soran Sultan’a Hasan Can; “Beli sultanım!” der. Aradan yıllar geçer. Yollar, yıllar savaşlar ve zaferlerden sonra nihayet Mısır seferinden dönerken İstanbul’da yine sandalla bu kez Sarayburnu’na dönerken Sultan Selim ansızın Hasan Can’a döner; “Nasıl bre?” diye sorunca cevap ışık hızıyla gelir: “Rafadan sultanım!”
Bu da Sultan ve Hasan Can’ın ‘birlikte düşünmek, beraber hissetmek ve hemhâl olmak’ özelliğinin en belirgin örneklerinden biri olarak anlatılır. Kanuni Sultan Süleyman Han tarafından da büyük bir sevgi gören Hasan Can, Enderun’da hocalık yaptıktan sonra 1567’de geldiği Bursa’da vefat etti. Kabri Bursa’da Çelebi Sultan Mehmet’in türbesi önünde bulunuyor.
https://
11 Şubat 2020 Salı
10 Şubat 2020 Pazartesi
Yunan gazetesi Atatürk'ün hayatını anlatan kitap dağıttı
Yunan gazetesi Atatürk'ün hayatını anlatan kitap dağıttı.
Yunanistan’da haftalık Proto Thema gazetesi, '20. Asrın Büyük Şahsiyetleri' adlı kitap promosyonu çerçevesinde Mustafa Kemal Atatürk’ün hayatını anlatan bir kitapçığı okurlarına dağıttı.
Gazete, Ryan Gıngeras tarafından kaleme alınan 'Mustafa Kemal Atatürk - Türklerin Atası' başlıklı kitabın sunuş metninde, "Yunanların çoğu, Küçük Asya trajedisiyle özdeşleştirerek neredeyse içgüdüsel olarak ondan nefret ediyor. Bununla birlikte (Atatürk) Türkiye’de mutlak güç ve büyük çapta nüfuz sahibi bir şahsiyet idi. Mustafa Kemal Atatürk, ülkesinde kendi vizyonunu uygulama iradesine sahip olmasaydı, çağdaş Türkiye, en azından bugünkü haliyle olmayacaktı" ifadelerini kullandı.
Yunanistan’da Atatürk ile ilgili birçok biyografi ve kitap Yunancaya çevrildi.
Son olarak Ta Nea gazetesi Atatürk’ün 'Nutuk'undan bazı bölümler içeren bir kitapçığı okurlarıyla paylaşmıştı. Daha önce de Eleftherotypia gazetesi, Can Dündar'ın 'Mustafa' adlı belgeselini okurlarına promosyon olarak dağıtmıştı.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/yunan-gazetesi-ataturkun-hayatini-anlatan-kitap-dagitti-267444h.htm
https://
9 Şubat 2020 Pazar
ATATÜRK'ÜN TEBBET SURESİ HAKKINDA KONUŞMASI
ATATÜRK'ÜN TEBBET SURESİ HAKKINDA KONUŞMASI
Atatürk diyorki:"Bu duada Hz.Muhammed'in amcası ile amca kızının yaptıkları bir şeyden ötürü....."
Amca kızı değil,amcasının karısı yani yengesi. Surede amcası ile yengesinin Peygamberimize(s.a.v)yaptı
TEBBET SURESİ ANLAMI
Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
1. Ebu Leheb’in elleri kurusun, (yok olsun) zaten yok oldu ya.
2. Malı da, kazandıkları da kendisine bir yarar sağlamadı. (kurtarmadı)
3. (O) alevli bir ateşe girecektir.
4. Karısı da, odun hamalı (ve),
5. Boynunda bükülmüş bir ip olarak (ateşe girecektir.)
TEBBET SURESİ TEFSİRİ
Ebu Leheb, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in amcasıdır. Buna rağmen Efendimiz’e inanmadığı gibi, karısıyla birlikte ona çok büyük düşmanlıklar yapmıştır. Şu rivayetler, bu düşmanlığın şiddetini ve ulaştığı korkunç seviyeyi göstermeye yeter.
Târık b. Abdullâh el-Muhâribî, bir müşâhedesini şöyle anlatır:
Resûlullah (s.a.s.)’i Zülmecaz Panayırı’nda görmüştüm:
“–Ey insanlar! Lâ ilâhe illallah deyin de kurtulun!” diye yüksek sesle hitâb ediyordu. Bir adam da elindeki taşla O’nu tâkip ediyor ve:
“–Ey insanlar! Sakın ona inanmayın, itaat etmeyin. Çünkü o yalancıdır!” diyerek bağırıyordu. Attığı taşlarla Efendimiz’in ayak bileklerini kanatmıştı. Oradakilere:
“–Kimdir bu zât?” diye sordum.
“–Bu, Abdülmuttaliboğulları’ndan bir gençtir” dediler.
“–Ya onun ardına düşüp taş atan kimdir?” diye sordum.
“–O da amcası Ebû Leheb’dir” dediler. (Darekutnî, Sünen, III, 44-45)
Mekke’de Resûlullah (s.a.s.)’in evi, iki ebediyet fukarâsı Ebû Leheb ile Ukbe b. Ebî Muayt’ın evleri arasında idi. Bunlar, her türlü pisliği getirip Efendimiz (s.a.s.)’in kapısının önüne atarlardı. Fahr-i Kâinat Efendimiz’in rakîk ve temiz gönlü, komşularının bu çirkin muamelesinden incinir:
“−Ey Abdi Menaf oğulları! Bu nasıl komşuluk?!” diye sitem eder, pislikleri kapısının önünden yayı ile uzaklaştırırdı. (İbn Sa‘d, et-Tabakât, I, 201)
Ebû Leheb, birgün yine aynı menfur hareketini yapmak üzereyken Hz. Hamza onu gördü. Pisliği elinden alıp başının üzerine döktü. Ebû Leheb, bir taraftan pislikleri temizlerken, diğer taraftan da Hz. Hamza’ya hakâret ediyordu. (bk. İbn Esîr, el-Kâmil, II, 70)
Ebû Leheb’in karısı Ümmü Cemîl de Allah Resûlü’ne ezâ ve cefâ etmekte kocasından geri kalmaz, her gece dikenli ağaç dallarını büyük bir demet yapar, boynuna bağlar, geceleyin ayağına batması için Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in geçeceği yollara atardı. Resûlullah (s.a.s.) ise, ipek üzerine basar gibi onların üzerine basar geçerdi. (bk. İbn Hişâm, es-Sîre, I, 376; Kurtubî, el-Câmi‘, XX, 240)
İşte onların bu ve benzeri zulümleri sebebiyle haklarında Tebbet sûresi nâzil olmuştu. Ümmü Cemîl bunu duyunca, eline büyükçe bir taş alarak Peygamber Efendimiz’i aramaya çıktı. Allah Resûlü, o esnâda Hz. Ebubekir ile birlikte Kâbe’de bulunuyordu. Ebubekir (r.a.) onun geldiğini görünce Varlık Nûru’na:
“−Yâ Rasûlallah! Bu Ümmü Cemîl’dir. Çirkef bir kadındır. Sizi görüp eziyet etmesinden korkuyorum. Keşke bu kadın sana bir zarar vermeden kalkıp gitmiş olsaydın!” dedi. Fahr-i Kâinat Efendimiz:
“−O beni göremez!” buyurdu.
Hakîkaten de Ümmü Cemîl yanlarına geldiği hâlde Allah Resûlü’nü göremedi. Ebûbekir (r.a.)’ın yanında bâzı hezeyanlar savurduktan sonra çekip gitti. (Bk. İbn Hişâm, es-Sîre, I, 378-379; Kurtubî, el-Câmi‘, XX, 234)
Ebû Leheb çok kötü bir şekilde ölmüş, malı, kazandıkları ve bunlara dâhil olan çocukları ona hiçbir fayda sağlayamamıştır. Şöyle ki:
Ebu Leheb Resûlullah (s.a.s.)’i yenebilmek için varını yoğunu ortaya dökmüştü. Bu sûrenin nüzûlünden sonra 7-8 sene geçmeden Bedir savaşı vuku bulmuştu. Çiçek hastalığına tutulduğu için o azılı kâfir savaşa katılamamıştı. Savaş olup Kureyşin pek çok ileri gelen reisinin öldürüldüğü haberi Mekke’ye ulaştığında Ebu Leheb o kadar üzüldü ki ancak 7 gün yaşayabildi. Ölümü de çok ibret vericidir. Ebu Leheb, çiçek hastalığına benzer bir hastalığa yakalandı. Evdeki yakınları bile, bulaşmasından korkarak ona dokunmuyorlardı. Ölümünden sonra üç gün boyunca kimse ona yanaşmadı. Cesedi çürüyerek kokmaya yüz tuttu. Bunun üzerine herkes oğullarını kınamaya başladı. Bir rivayete göre oğulları bazı zencilere ücret vererek cesedini kaldırtmış ve yine ücretle defnettirmişlerdi. Diğer bir rivayete göre, bir hendek kazdırtmışlar ve babalarının cesedini içine sopayla iterek toprakla kapatmışlardı. Böylece ne malından ne de evlatlarından bir fayda görmüştü. Oğulları, cenazesini bile şerefle defnetmeye fırsat bulamamışlardır. Böylece Kur’ân-ı Kerîm’in Ebu Leheb’le ilgili olarak verdiği mûcizevî haberin birkaç sene içinde nasıl gerçekleştiğini herkes görmüştür.
Ebu Leheb’in hanımı Ümmü Cemîl de düşmanlıkta kocasından geri kalmadığı için o da aynı fecî akıbete uğramıştır:
Burada Ümmü Cemil için حَمَّالَةَ الْحَطَبِ (hammâlete’l-hatab) yani “odun taşıyıcısı” tavsifi yapılır. Bununla alakalı şu izahlar yapılabilir:
› Bu kadın, oduncular gibi liften yapılmış urganı boynuna bağlayıp Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yoluna atmak üzere diken taşıdığı için “gerdanında bükülmüş ip bulunan odun hamalı” diye nitelendirilmiştir.
› Yahut cehennemde böyle bir duruma gireceğini anlatmak için ona bu vasıf verilmiştir.
› Yahut insanlar arasında koğuculuk yapıp arayı kattığı, insanları birbirine düşürüp kızıştırdığı için ona “odun hamalı” denmiştir. Çünkü koğuculuk yapana da: “İnsanlar arasında odun taşıyıp ateş yakıyor, onları birbirine katıp düşmanlık, kızgınlık, kavga çıkarıyor” denilir. Ateş nasıl odunla yanarsa, insanların birbirine kızması da koğucunun hareketleriyle olur. Âdeta koğucunun davranışı, kavga ateşinin yakıtı olmaktadır. O dünyada fitne ateşini tutuşturduğu gibi, cehennem ateşi de onun için tutuşacaktır.
› Rivayete göre o kadının mücevherden yapılmış kıymetli bir gerdanlığı vardı. “Lât ve Uzzâ’ya yemin olsun ki, bunları Muhammed’e düşmanlık yolunda harcayacağım” derdi. Bu sebeple Yüce Allah da, o gerdanlık yerine, boynuna ateşten bir ip takmıştır. (bk. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’ân, IV, 564)
İşte bu sebeplerle Cenâb-ı Hak, onlar hakkında müstakil bir sûre indirmiş, Habîbi’ne olan düşmanlıkları yüzünden ebediyen lanetlenmek üzere onları Kelâm-ı Kadîmi’ne pek fenâ bir şekilde kaydetmiştir. Hazin ve perişan âkıbetlerini bütün dünyaya bir ibret vesikası olarak sunmuştur. İslâm’da esas olanın kan akrabalığı değil, iman kardeşliği olduğunu açık bir misalle beyân etmiştir. Eğer bir kişinin imanı yoksa, Resûlullah (s.a.s.)’e akraba olması, hatta onun amcası olmasının bile hiçbir fayda vermeyeceğini bildirmiştir. Böylece kimsenin babasının, dedesinin veya herhangi bir akrabasının faziletine güvenerek aldanmamasını; sahih bir iman ve sâlih amellere yönelerek, ihsan seviyesinde bir kullukla kendini kurtarmaya çalışmasını telkin etmektedir.
Kaynak: kuranvemeali.com
TÜRKİYE'DE 15 MİLLETVEKİLİ ASILDI - FRANSIZ GAZETESİ
TÜRKİYE'DE 15 MİLLETVEKİLİ ASILDI - FRANSIZ GAZETESİ
Cumhuriyetin ilk yıllarında 15 Milletvekili asıldı. Acaba neden? Resime bakılınca anlaşılıyor. Şalvarlı belinden kuşaklı tipik eski Anadolu kıyafetleri içindeki müslüman Türk insanın başında eğreti duran şapkalar.
QUINZE DEPUTES PENDUS... EN TURQUIE !!
Lire,dans ce numero,les confidences d'un drerseur danimusux.
8 Şubat 2020 Cumartesi
6 Şubat 2020 Perşembe
3 Şubat 2020 Pazartesi
2 Şubat 2020 Pazar
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)