29 Kasım 2012 Perşembe

Atatürk döneminde okullarda dinsizlik eğitimi veriliyordu.



Atatürk döneminde okullarda dinsizlik eğitimi veriliyordu.



Atatürk döneminde okullarda dinsizlik eğitimi veriliyordu.Çocuklar için uydurulan hikayelerde Allah yerine Tabiat Ana'dan bahsediliyordu.
Yaratıcının Tabiat Ana olduğu söyleniyordu.


Yani imalı olarak, Allah'ı bırakın Tabiat Ana denilen tanrıya veya tanrıçaya tapın diyorlardı.Bu durum açıkça putperestliktir.

18 Kasım 2012 Pazar

"Osmanlı eğer Filistin'den çekilirse orada kıyamete kadar kan durmayacaktır!"


"Osmanlı eğer Filistin'den çekilirse orada kıyamete kadar kan durmayacaktır!"

(SULTAN II. ABDULHAMİT HAN)


Geleceği gören vizyon sahibi padişahımız...Bugün ne kadar haklı görüyoruz...

SULTAN FATİH'İN AYASOFYA VASİYETİ:



SULTAN FATİH'İN AYASOFYA VASİYETİ:
 
 
İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
 
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse, Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
 
Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.
 

"İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkenin Türkiye olduğunu biliyor muydunuz?"


"İsrail devletini tanıyan ilk Müslüman ülkenin Türkiye olduğunu biliyor muydunuz?"

Tarih: 24/3/1949

İmza: İsmet İnönü (Cumhurbaşkanı)

ATATÜRK'ÜN ÖLÜMÜNDEN 1 YIL SONRA DEĞİŞEN PARAMIZ.

ABDÜLHAMİT'E EN AZ 200 SENE DAHA SÖVERLER

Atatürk ve Cellâdına Âşık Olan Muhafazakârlar


Atatürk ve Cellâdına Âşık Olan Muhafazakârlar
 


“Yıllarca dili, dini, gündelik yaşam pratikleri aşağılanmış muhafazakârların yazarları, Atatürk hakkında ‘kadri bilinmemiş peygamber’ tanımları yapıyor.”

HAKSÖZ-HABER

 

http://www.haksozhaber.net...


“Türkiye’de Kemalizm bitti” deniliyor ancak hayatın her anında ve ünitesinde Kemalizm’in değerleri ve yansımaları karşımıza çıkmaya devam ediyor. Öyle ki görece düşünsel özgürlük ortamına rağmen kendini dindar-muhafazakâr ya da sol-liberal ve demokrat görenler de dahi “Atatürk yanlış anlaşılıyor; aslında o söylendiği gibi olumsuz bir kişilik değildi!” mealinde sözler serdetmeye devam ediyor. Cellâdına âşık olma sendromu yalnıza kimi Dersimlilerle sınırlı kalmıyor.

Melih Altınok, Taraf’ta yayınlanan bugünkü yazısında tam da bu konuya temas ediyor ve Mustafa Kemal Atatürk’ün rejimi tarafından dili, dini, gündelik yaşam pratikleri aşağılanmış muhafazakârların kanaat önderleri ve yazarlarının, onun hakkında “kadri bilinmemiş peygamber” tanımları yapmalarındaki tenakuz ve sefalete dikkat çekiyor. Liberallerden de sadır olan Atatürk’ün aslında iyi olduğu, çevresinin kötü olduğu şeklindeki yorumlara da atıfta bulunan Altınok, “O asıl bizimdir!”, “Asıl biz onun izindeyiz!” nutuklarının nasıl bir “delilikte” yaşadığımızın göstergesi olduğunu belirtiyor:

V for Kemal

Melih Altınok / Taraf


 
 
Anayasanızda adı geçiyor.

Metinde, adıyla anılan ilkelerinin yer aldığı maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemiyor.

Bu nedenle parlamentonun çıkartacağı hiçbir kanunun onun temel doktrinlerine aykırı olmaması gerekiyor.

Yani dününüz değil, bugününüz de onun “kontrolünde”.

Daha da acayibi, doğacak çocuklarınızın bile hayata hangi pencereden bakacakları onun yaşadığı on yıllar öncesinden belirlenmiş; değiştirilemiyor.

Elbette “onun olan” ordunun en temel görevi de, dışta ve tabii ki içte, onun ideolojisine yapılacak saldırıları bertaraf etmek. Bu hakkını da defalarca halkını ve siyasileri esir alarak kullanmış. Hâlâ da bu konuda istidatlı.

Ülkenin siyasi partilerinin, derneklerinin, odalarının ve hatta öğrenci kulüplerinin bile onun ilkelerine uygun örgütlenmesi şart. Kurumsal olarak, ölüm-doğum günleri etkinliklerde yer almamaları dahi “soruşturma” konusu.

Çocuklarınız okula her sabah ona bağlıklarını sundukları and’la başlıyor. Ardından büstünün önünden geçip, onun adına ayrılmış köşenin yanı başındaki sınıfa giriyor. Duvarda, “gençliğe öğüdünün” yanı başına asılmış resmi var. Ders de muhtemelen onun hayatı. Değilse de ziyanı yok; “moderin” matematik bile onun armağanı, lütfu olduğu için mutlaka anılacak. Boş derste açılan her kitabın kapağında da resmi, hayatı mevcut.

Eşek kadar adam olup gittiğiniz üniversitede de peşinizde o. YÖK derslerindeki “O, memleketi kurtarırken neye güvenmiştir” sorusuna “Elbette milletin azmi ve kararlığına” cevabını verdikten sonra bahçede “eyleminizineyin” yapmanızın da “bir yere” kadar sakıncası yok. O bir yerin sınırı da elbette onunla başlıyor.

Üzerinde resmi olan paralardan sizde yoksa askere de gideceksiniz tabii. Aylar boyu sabah akşam “en iyi”nin sonuna onun adını ekleyeceğiniz tekerlemeleri çiğneyeceksiniz. Azıcık çıkıntılığınız varsa, mesela Tanrı’ya “Allah” demek ya da anadilinizin onun tek dili olmaması gibi, törpülenecek.

Adım başı heykellerinin olduğu kentlerin yaşamına dönüp evlenmeye karar verirseniz, nikâh memurundan “çocuklarınızı onun ilkelerine göre yetiştirme” nasihati alacaksanız daha.

Anne olacaksınız, çocuğunuz yaşam koşulları bile onun ilkeleriyle ilişkinize göre şekillenecek. Zira giyim kuşamınız ilkelerine uygun değilse, ne avukatlık, ne öğretmenlik yapabileceksiniz. İstanbul dukalığı zaten sizden pek hoşlanmadığı için özel sektörde de şansınız sınırlı.

Ülkenin sol muhalefeti bile onun mirasından kurtulabilmiş değil. Yakın tarihleri bizzat “devrimci” önderlerinin ona antiemperyalist, çağdaş, ilerici vs. payeleriyle methiyeler düzdüğü metinlerle dolu.

Rejimine kastetmekle eleştirilen iktidar partisinin kurmayları, sözkonusu çıkışları “itham” diye savuşturuyor. “Asıl biz onun izindeyiz” nutukları dillerinden düşmüyor.

Onun rejimi tarafından yıllarca dili, dini, gündelik yaşam pratikleri aşağılanmış muhafazakârların kanaat önderleri, yazarları, onun hakkında “kadri bilinmemiş peygamber” tanımları yapıyor

Liberalleri bile, onun iyi olduğunu, çevresinin kötü olduğunu yazıyor köşelerinde. “O asıl bizimdir” diye çıkışıyorlar.

Onun hakkındaki en naif eleştiriler, resmî tarihi dışında alternatif okumalar cesaret isteyen marjinallikler. Kendisiyle “kişisel” bir sorununuz (ne sorununuz olacaksa artık) olmadığı şerhini düşmeden konuşmanız hâlinde başınıza ciddi işler açabilirisiniz.

Orwell’ın 1984’ünden bir alıntı değil elbette bu. Yıllardır hep beraber bu “delilikte” yaşıyoruz.

Ama yukarıdaki resimde gördüğünüz üzere kimilerimiz, bu düzenin değişmeye başladığı gerekçesiyle kaygılı, “V for Vendetta”yı hatırlatıyorlar.

Biliyorum, bir cümle ile saf bir anarşizm güzellemesi olan bu filmin V’si Türkiye’de vücut bulsa, yegâne hedefinin onun sistemi olacağını söylemeye gerek yok.

Ama işsizlikten Uludure’ye, eldivenden merdivene bugüne değin yakındığımız ne varsa kökeninde onun sistemi olduğu hâlde, çözümü onun yoluna dönmekte gören kolektif delilik pek arif değil.

Türk Dil Kurumu’nun 10 Kasım dolaysıyla “onlar” için piyasaya ilave arz yaptığı kelimelerle bitirelim o hâlde, belki işe yarar.

Şaka gibisiniz. Yazık. Ve de anlayana...

15 Kasım 2012 Perşembe

O ZAMANKİ TAN GAZETESİNİN BAŞLIĞINA BAKIN



O ZAMANKİ TAN GAZETESİNİN BAŞLIĞINA BAKIN 

Tavaf kelimesi İslami bir kavram. Tavaf Kâbe'nin çevresinde yedi kez dönerek yerine getirilen ibadet. Haccın zorunlu gereklerinden biridir.

O zamanki zihniyete bakın.Dolaylı olarak Kâbe'yi bırakın ATA'ya tavaf yapın mesajı veriyorlar...

 

RESİMLERLE OSMANLIDA HAYAT











11 Kasım 2012 Pazar

CHP'Lİ BAŞBAKAN ŞÜKRÜ SARAÇOĞLU:"DİN ZEHİRDİR"

MUSTAFA KAMAL 10 KASIM'DA ÖLMEDİ!


MUSTAFA KAMAL 10 KASIM'DA ÖLMEDİ!


Sabah yazarı Ardıç bu iddiaları köşesine taşıdı: Atatürk 10 Kasım'da ve saat 09.05'te ölmedi..

Atatürk'ün ölümüyle ilgili iddiaları köşesine taşıyan Sabah Gazetesi yazarı Engin Ardıç, 'Atatürk'ün açıklandığı ve hep anıldığı şekilde saat 9'u 5 geçe değil, sabah 7 sularında öldüğünü, okulların ve resmi dairelerin mesai saati başlangıcına denk getirilmesi ve böylece törenlere katılımın kolaylaştırılması amacıyla kamuoyuna 9'u 5 geçe olarak bildirildiğini duymuştuk' diye yazdı. Ardıç bu iddialarını da Latife Hanım'ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke'nin kitabına dayandırıyor..

İşte Ardıç'ın bugünkü o yazısı

Atatürk 9 Kasım'da mı öldü?

Siz Muammer Kaddafi'yle uğraşadurun, benim önümde çok daha ilginç bir konu var. "Profesyonel" açıdan daha uygun düşerdi ama kasım ayını bekleyemeyeceğim, kimse kusura bakmasın.


ATATÜRK İÇİMİZDE YAŞIYOR DİYENLER OKUMASIN

Latife Hanım'ın kızkardeşinin torunu Mehmet Sadık Öke, Atatürk'ün 9 Kasım'da öldüğünü söylemiş. ("Atatürk ölmedi, içimizde yaşıyor" diyecekler bu yazıyı hiç zahmet edip okumasınlar.) Sayın Öke 44 yaşında. Bu iddia, birinci elden tanıklık değil, aile içinde konuşulanlardan ve herhalde Latife Hanım'ın kızkardeşi, anneannesi Vecihe Hanım'dan duyduğu bir şey...
Dört ay önce yayınlanan çarpıcı bir kitabı fırsat bulup da ancak okuyabildim:
"Teyzem Latife"... Yazar Fatih Bayhan'ın Mehmet Sadık Öke'yle yaptığı bir"nehir-söyleşi"... Bu tür kitaplar, çok rahat ve hızlı okundukları için son yıllarda çok moda.

ATATÜRK'ÜN BOŞANMA SÜRECİ

Öke, Atatürk'ün Latife Hanım'la evliliği ve boşanması konusuna birçok müthiş ayrıntı getirmiş.
Örneğin Fikriye Hanım'ın intihar etmediğini, Rusuhi Bey tarafından vurulduğunu buradan öğrenebilirsiniz. (Fikriye Hanım, terkedilmenin acısıyla, hem Atatürk'ü hem eşini vurmaya gelmiş Çankaya'ya, önlemişler.) Daha başka Çankaya dedikodularına hiç girmeyelim: "Bir süre köşkte kalan" dansöz Refet Süreyya Hanım (Fahrettin Altay'ın hatıralarında varmış)... Kadın kılığına girerek dans eden garson Saip...
Bir de Fransız şarkıcı Yvonne Vincent olacaktı yahu, Refii Cevat'ın (Ulunay) yazdığı...

ATATÜRK 10 KASIM'DA DEĞİL 9 KASIM'DA ÖLDÜ

Geçelim bunları. Sayın Öke, Atatürk'ün sanıldığı ve hep bilindiği gibi 10 Kasım'da değil, 9 Kasım'da öldüğünü, "son bir hafta boyunca süren pazarlıkların son gün yoğunlaşarak anlaşmaya varılması üzerine 10 Kasım'da vefatın ilan edildiğini" söylüyor.
Cumhuriyetin "taht kavgası" olsa gerek.
Doğru mudur bu? "Tabii bilirsiniz" diye başlamış sözüne, söyleşinin o bölümünde.
Hayır, bilmeyiz.
Biz de bilmedikten sonra, halk ne halt etsin?
Gerçi, "Atatürk'ün açıklandığı ve hep anıldığı şekilde saat 9'u 5 geçe değil, sabah 7 sularında öldüğünü, okulların ve resmi dairelerin mesai saati başlangıcına denk getirilmesi ve böylece törenlere katılımın kolaylaştırılması amacıyla kamuoyuna 9'u 5 geçe olarak bildirildiğini" duymuştuk ama...
Bunu ortaya atan da Çetin Altan olmuştu hatırladığımız kadarıyla, pek üstünde durulmamıştı...

NE TÜR REZİLLİKLER DÖNMÜŞ DOLMABAHÇE SARAYINDA

Fakat 9 Kasım... Hayır, bilmiyorduk.
Diyeceksiniz ki, Atatürk 9 Kasım'da ölse ne farkeder, 6 Kasım'da ölse ne değişir?
Saat sekiz çeyrekte ölse ne olacak, on buçukta ölse ne yazacak?
Mesele bu değildir.
Ne tür rezillikler dönmüş o Dolmabahçe Sarayı'nda?
Nasıl gözümüzün içine baka baka yalan söylerler ve yetmiş yıl kimse ağzını açmaz? Nasıl kandırılır kuşaklar boyunca bu ülkenin vatandaşları?
Bu memleketin, bu rejimin her şeyi mi yalan dolan ve sansür üzerine kuruludur?
Hani "Kürt" diye de kimse yoktu ya, onun gibi... Hani ele geçirilen roketatarlar da su borusuydu ya, onun gibi...
Eski genelkurmay başkanı suçlamıştı ya, "alternatif tarih yaratmaya çalışıyorlar" diye, kimlerdir bunlar?



  KAYNAK: ENGİN ARDIÇ / SABAH

10 Kasım 2012 Cumartesi

1915 Çanakkale'de savaşan askerlerin yemek listesi...




1915 Çanakkale'de savaşan askerlerin yemek listesi...


43. Alay 1. Piyade Taburu 1. Bölük, 1915 yılı yemek listesi;

15 Haziran Sabah: Üzüm hoşafı. Öğlen: Yok. Akşam: Yağlı buğday çorbası ve ekmek.

26 Haziran Sabah: Yok. Öğlen: Yok. Akşam: Üzüm hoşafı, ekmek.

18 Temmuz Sabah: Üzüm hoşafı. Öğlen: Yok. Akşam: Yarım tayın ekmek.

21 Temmuz Sabah: Yarım ekmek. Öğlen: Yok. Akşam: Şekersiz üzüm hoşafı, ekmek YOK
 

Bu, sabah yazan bildiğimiz 9-10 gibi değil sabah ezanıyla veya daha erken anlamına geliyor öğlen yemeği yok yalnızca akşam yemeği var bu da hergün oruç gibi olduklarını gösteriyor ve iftarlar da yedikleride bir insanı ayakta tutamayacak kadar az hatta 26 haziran da yani yaz günü kahvaltı bile yapmamışlar 18 temmuzda ise akşam yemeği yememişler.
Bu ülke işte bu şartlarda kazanılmış, bizlere bırakılmış fakat bizler acaba kıymetini biliyor muyuz? Kimlere emanet edip güveniyoruz yönetsinler diye? Hakkını veriyorlar mı, layikıyle görevlerini yerine getirip ülkeleri için çaba sarfediyorlar mı?

MASON TAPINAĞI VE ANITKABİR

ATATÜRK'ÜN CENAZE NAMAZINI KİMİN KILDIRDIĞI BİLİNMİYOR?

İNÖNÜ VE EROİN FABRİKALARI



İNÖNÜ VE EROİN FABRİKALARI


Bu ülkede CHP Zihniyetinin Uyuşturucu Fabrikaları Kurduğunu biliyormuydunuz ??

Kurtuluş Savaşı’nın bitiminde, kurulan İsmet İnönü Hükümeti’nin kapısını bir Japon firması tıklatıyor. Ve Türkiye’de, eroin fabrikası kurmayı öneriyor. Böylece de 1926 yılında, Japon firmasıyla ortak, bugünkü Taksim Divan Oteli’nin yerinde, T.C. Uyuşturucu Maddeler İnhisarı boy gösteriyor.

Tüm dünyada yasak ama bizde yasal olan eroinin getirdiği kazanç ve ekonomik hareketlilikle, Türkiye bir anda uyuşturucu cenneti olup çıkıyor! Bu kadarla kalmıyor iş.

Hemen ikinci fabrikayı kuruyoruz! Eyüp’te, Haliç kenarına. Adı da çok hoş! Eczayı Tıbbiye ve Kimyeviye – ETKİM ! Hiç soluk almadan, üçüncü eroin fabrikası da boy atıyor; bu kez Kuzguncuk’ta.
 

Adı da, ‘Türk Ecza-yı Tıbbiye ve Kimyeviye Şirketi- TETKAŞ’!

Yönetim Kurulu Başkanı kim? TBMM Başkan Vekili ve Trabzon Milletvekili Hasan Saka! O kim? Daha sonra, yani 1947′de Başbakanlık koltuğuna oturan siyasi!
Bakın, bu yıllarda,Türkiye’de tam tamına27 sanayi kuruluşu var! Bunların, yıllık toplam karı 2 milyon lira! Ama üç eroin fabrikasının getirisiyse 15 milyon lira!

O dönemde çok ucuz olan eroin, toplumun hemen hemen bütün kesimine yayılıyor. Her ne kadar yurt içine satışı yasaksa da, önce fabrikalarda çalışan işçiler eroin bağımlısı oluyor, sonra da bunların aracılığıyla toplumun dört bir yanına dağılıyor beyaz zehir. Yıl 1930! Dünya gazeteleri, İsmet İnönü’yü ‘Uyuşturucu Satıcısı’ olarak resmetmeye başlıyor.

Derken, 1930′da, New York’ta yakalanan Alesia adlı bir gemide, Türkiye’den yüklenmiş 500 bin dolarlık saf morfin ele geçiriliyor. Ve bütün TC Bandıralı gemiler, dünyada ‘uyuşturucu kaçakçılığı yapan deniz taşıtları’ olarak fişleniyor!

TÜRK BAYRAĞI VE ANLAMI:



TÜRK BAYRAĞI VE ANLAMI:


Araştırmacı tarihçi yazar Cezmi Yurtsever, Türk bayrağında yer alan hilalin 'İslam' anlamına geldiğini, bayrakta yer alan 5 köşeli ay-yıldızın da 'İslamın 5 şartı'nı simgelediğini savundu.


 "BAYRAĞIN GİZLİ ŞİFRELERİNİN OLDUĞUNU ÖĞRENDİM"

 İstanbul'a Osmanlı arşivlerini araştırmak için geldiğini ifade eden Yurtsever, "Topkapı Sarayı'na da uğradım. Topkapı Sarayı'nın 'Babı Hümayun' adı verilen birinci kapısının alın kısmında 'Ayyıldız' şekillerini gördüm. Bugünkü Türkiye Devleti bayrağının Osmanlı'dan miras kaldığı görüşlerini kanıtlayacak arşiv belgeleri, Topkapı Sarayı'nda bulunan bayraklar, nişanlar ve semboller üzerinde araştırmalarımı sürdürdüm. Günümüzde kullanılan Türkiye Devlet bayrağının anlamını tarihin derinliklerinden alan gizli şifreleri olduğunu öğrendim" dedi.


 "HİLAL, İSLAM'DAKİ HİCRETİ TEMSİL EDER"

 Yurtsever, Türk bayrağındaki hilalin çizimi ve gizli anlamı ile ilgili araştırmalar yaptığı esnada uzman hocaların çocukluk yıllarında Fatih Sultan Mehmet'e hilal şeklini çizmeyi öğrettiği bilgisine ulaştığını dile getirdi. 'Hilal, Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicret etmesi esnasında gökyüzünde ay ve hilal şekli vardır" diyen Yurtsever, açıklamasını da şöyle sürdürdü; "Osmanlı bayraklarındaki hilal şekli İslam'ı ve hicret olayını sembolize eder. Osmanlı'nın kullandığı 3 hilal şekilli bayrak İslamiyeti güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar bütün dünyaya yayma düşüncesinin karşılığıdır."


 "YILDIZ, İSLAMIN 5 ŞARTINI TEMSİL EDİYOR"

 Fatih Sultan Mehmet'in Çanakkale Boğazı'nın Gelibolu sahillerine yaptırdığı Kilitbahir Kalesi'nin 3 hilal şeklinde yapıldığına dikkat çeken Cezmi Yurtsever, "Osmanlı ve Türkiye bayraklarındaki hilal şekli Fatih Sultan Mehmet'in kalıcı kıldığı kutsal bir semboldür. Hilal, 'İslam' anlamına gelir. Bayraktaki 5 köşeli ayyıldız ise İslam'ın 5 şartı anlamında" ifadesini kullandı.Kabul edildiği hatırlatan Yurtsever, bayrağın al renkli olmasının ise 'Vatanı savunma uğruna cihat mücadelesi verme ve şehit olma' düşüncesinin karşılığı olduğunu da sözlerine ekledi...

Vahidettin Italya'ya ilk gittigi zaman


Vahidettin Italya'ya ilk gittigi zaman


San Remo'da kiralik bir evde kalmaya basladi. Oradayken Kral Emanuel, Vahdettin'e bir yaver gönderdi. "Ülkenin muhtelif yerlerinde saraylarim vardir. Zatiali nerede oturmak istiyorsa emrine" amadedir. Kendisine aylik su kadar liret tahsis edilmistir" dedi. Sultan Vahdettin bunlarin hiçbirisini kabul etmedi. Yaveri Miralay Fahri Engin o sirada tercümanlik yapiyordu. "Efendim bu kadar ikrami reddediyorsunuz. Herhalde mutfaginizda kuru sogan bile olmadigini bilmiyorsunuz" dedi. Bunun üzerine Vahdettin;

"Fahri Bey, Maiyeti saniyemde bulunmaya mecbur degilsiniz. Zor geliyorsa ayriliniz. Ben Müslümanlarin halifesi sifatiyla bir gayri müslim hükümdarin ihsanini kabul edemem" dedi.

'İKİ CAMİ ARASI EN AZ 500 METRE OLMALI'


'İKİ CAMİ ARASI EN AZ 500 METRE OLMALI'


Kanundan sonra Diyanet İşleri Riyaseti 8 Ocak 1928'de bir genelge çıkararak 'hakiki ihtiyaç'ın dışında kalan camileri kapatmış, bu yapılar daha sonra satılmıştır.

Bu genelgede camiler tasnif edilmiş ve kanunda belirtilen 'hakiki ihtiyaç' kavramının içi doldurulmuştur. Buna göre iki caminin uzaklığının en az 500 metre olması kuralı getirilmiş, birbirine yakın iki camiden birisi tasnif dışı bırakılmıştır. Tasnifte camilerin kadrosu da göz önünde bulundurulmuş, Osmanlı döneminde cami görevlilerinin hayat şartlarının iyileştirilmesi için yapılan tasnif fikri Cumhuriyet'ten sonra çıkarılan ikinci genelgeyle 'hakiki ihtiyaç' doğrultusunda camilerin kapatılmasına doğru evrilmiştir.

Öte yandan kanun metninde camilerin satılabileceği açıkça belirtilmemesine rağmen iktidar, 'hakiki ihtiyaç' dışında kalan cami ve mescidleri satışa çıkardı.


RESİM- İmamların vereceği vaazları önceden müftülüklere bildirmesi için müftülüklere yazılan yazı. Hukukçu kökenli imam ve vaizler bu düzenlemenin dışında tutulmuş

LOZAN'DA KİM KAZANDI?



LOZAN'DA KİM KAZANDI? 


Tarih övgü ya da sövgü kitabı değildir. Tarih bir toplumun ortak hafızası ve tecrübeler birikimidir.
Milli günlerle dolu bir ayı geride bıraktık. 1 Mayıs, 3 Mayıs, 19 Mayıs, 27 Mayıs, 29 Mayıs.


Aslında bunların hiç birini tam olarak bilmiyoruz. 29 Mayıs’ı da bilmiyoruz bana kalırsa, Çanakkaleyi de. Kurtuluş savaşı da bir “Müthiş Türkler” hikayesi aslında.
Neyse ki, TBMM İstiklal Mahkemesi zabıtlarını açmaya hazırlanıyormuş. Umarım bu bir başlangıç olur da, gerçeklerle yüzleşiriz.


Resmi tarih varsa ki var, Derin tarih de vardır.

Osman Can’ın geçen gün Twitter’de bir mesajı vardı: Derin Tarih dergisi pek çok ezberi bozacak gibi.

31 Mart Vakası ittihatçı tertibi ve Hareket Ordusu da bir darbe ordusu.
Hani aslında 31 Mart‘ı da, Selanik’ten gelen harekat ordusunu da yargılamak gerek, ama tanıkları ve sanıkları kaybolmuş bir yargılama zor.


İstiklal Mahkemesi cellatları gibi, ölüleri mezarından çıkartıp asacak halimiz yok.
 
Ama bir vicdan mahkemesi kurulabilir.
Birileri her 31 Mart’ta millete hakaret etmeyi adet haline getirmişti.
O adına harekat ordusu denilen çapulcuların o günlerde Fatih Camii‘nin duvarlarına sıktıkları kurşunların izleri hala durur.

 
Darbecilik bizimkilere, Osmanlı’dan miras.
Cumhuriyet’in mütegallibesi, İttihat Terakki’nin askeri kanadından başkası değildi aslında.
Yakın tarihin yeniden yazılması gerek. Onun için de önce arşivlerin açılması şart. Yurt dışındaki arşivlerdeki konu ile ilgili bilgi ve belgelerin de toplanması gerekiyor.

 
CHP arşivi açılsa, CHP’lilerin bile yüzü kızarır, o günlerde savundukları fikirler sebebi ile.
Tıpkı, “Kemalist Türkiye’den Faşist İtalya’ya Selam” manşetinden utandıkları gibi.
CHP’nin savunduğu resmi ideoloji, Komunizm, Faşizm, Kapitalizm ve Siyonizm kırması bir ideolojidir aslında.

 
Cumhuriyet gazetesinin manşetlerinde görebilirsiniz bu çelişkili yaklaşımların nasıl bir katalogda toplandığını. “Milli Şefimizle Führer arasında samimi tebrikler” de yine Cumhuriyet gazetesinin manşetlerinde yer alır.
 
Cumhuriyet gazetesi Hitlerin doğum günü partisi için de dostluk mesajları yayınlar.
Missuri zırhlısı İstanbul’a gelir, Cumhuriyet gazetesi Amerikancı’dır.
Yeri gelir solcudur, Rusya yanlısıdır. Hakkı Tonguç’un fikirlerinin esin kaynağı neresidir? Laiktir ama Kemalizm bir bakarsınız Din olmuş. “Türkün dini Kemalizm“dir.

 
Bir ara şeriatçı bile oldular. “Ravzai muratta bir gül-i muhammedi açtı” diye eklerinde manşet attılar. Türbe ziyaret adabından tutun da, hangi tarikatın şeyhi nasıl sarık sarar varana kadar. Ayasofya müzesi değil, camii dediler. “Türk İstanbul’un üzerinde İslam’ın mührü camilerimiz” diye yazı haritalar yayınladılar.
 
Cumhuriyet gazetesi, Ulus gazetesi, Halkevleri yayınları, doğrudan CHP yayınları, o dönemin zihniyetini görmek açısından önemli bir kaynak aslında. Osman Nuri Çerman’ın Dinde reform projesi, Öteki adı Tekinalp olan Moiz Kohen‘in Kemalizmi resmi ideolojiye dönüştüren yazıları. Behçet Kemal’in Mustafa Kemal için yazdığı “Yeni Mevlid”, Hakimiyeti Milliye Matbaasında basılan “Türkün Yeni Amentüsü“. Say say bitmez.
 
Normandiye dağlarında, çıplak ayakları ile şaraplık üzüm ezen anadolu köylülerini arayanlarını mı sorarsın, Musolinin terbiye diktatörlüğüne övgüler düzenini mi. Kimine göre Demokrasi Kemalist Türkiye için bir anarşi cehennemidir ve Demokrasi, Liberalizm gibi akımlar sonunda irticanın ekmeğine yağ sürer.
 
Başbakan şu “Osmanlı imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine nasıldı nasıl oldu” başlıklı 10. Yıl albümünü bir buldurup bakmalı. Bastırıp CHP’lilere dağıtmalı. 1933′de İstanbul’da Devlet Matbaasında basılmış. 23 Nisan’da iyi bir hizmet olur aslında. Ümmet leşi‘ni Kılıçdaroğlu nasıl açıklamayacak merak ediyorum.
 
10. yıl albümünde Hitler’den bir alıntı yapılmış: “Türkiye’de doğan ve parlayan yıldız bize yolu gösteriyordu. Gazi öyle bir şahsiyettir ki, ebediyyen asrımızın en büyük adamlarının en ön safında bulunacaktır. Bu mevki tarihin ona verdiği haktır.”
 
Cumhuriyet Halk Partisi’nin İstanbul’da Cumhuriyet Matbaasında bastırdığı, “Cumhuriyetin XV. Yıl dönümünde Türk Gençliğinin Duygu ve Düşüncelerini” derlediği “Şeref Kitabı”nı Kılıçdaroğlu Erdoğan’dan önce buldurursa hiç olmazsa biraz ders çalışır.
 
CHP bu yayınları derleyip bir sergi açsa ne iyi eder. Ya sahiplensinler, ya reddetsinler. Böyle susmakla, ağız kalabalığı ile bu konuları geçiştirmekle olmaz.
Derin gerçekler derin tarihimizde gizli. Ve bunların büyük bir bölümü CHP arşivlerinde ve kozmik kasalarda açıklanacağı günü bekliyor. Selam ve dua ile.

(Abdurrahman Dilipak, 2012-06-05)

AĞLAYARAK SULTANIN AYAKLARINA KAPANDI



AĞLAYARAK SULTANIN AYAKLARINA KAPANDI


Zaman yazarı Mustafa Armağan, son günlerde özür meselesi yüzünden gerilen Türkiye-İsrail ilişkilerinin tarihsel boyutuna ilişkin çarpıcı bir yazı kaleme aldı. Armağan yazısında, Abdülhamid döneminde yahudi hahambaşının Sultan'ın önünde diz çökerek nasıl özür dilediğini anlattı.

İŞTE O YAZI;

Mavi Marmara katliamı için İsrail'den beklediğimiz özür, askerî krize dönüşürken, Türkiye'nin B ve C planlarını devreye sokacağını açıklaması ortalığı karıştırdı. Bundan böyle donanmamızın Doğu Akdeniz'de seyrüsefer halinde olacağı açıklaması da malum lobilerde "Türkiye'ye neler oluyor?" sorusunun kuyruğunu tutuşturmuş oldu.

URGANLARI TEKER TEKER KOPARIYOR
 

Türkiye'ye bir şey olduğu yok, uykudan uyanıyor sadece. Cüceler ülkesindeki Gulliver, uykudan uyandığında kendisini sımsıkı bağlamış bulunan urganları teker teker koparıyor, hepsi bu. Yarın öbür gün Ayasofya ve 12 Ada dosyalarının açılmayacağını kimse garanti edemez; buraya yazıyorum.

ABDÜLHAMİD'İN DİRAYETİ

Bu tarihî dönemeçte tarihimizle yüz yüze gelmemiz kaçınılmaz; daha doğrusu tarihimizle ve Sultan II. Abdülhamid'le. Abdülhamid Han'ın Yahudiler ile Siyonistleri nasıl hassas bir ölçüyle ayırt ettiğini ve teb'ası olan Yahudilerin haklarının korunmasına ne denli ihtimam gösterdiğini, öte yandan ülkesinin bir parçasını koparma planları yapan Siyonistlere karşı ne denli şiddetli davrandığını görmek için Yahudi tarihi uzmanı Avram Galante'nin "Abdülhamid ve Siyonizm" adlı makalesinden daha güvenilir bir kaynak bulunamaz. Henüz Türkçeye tercüme edilmemiş olan makalede Abdülhamid'in, çok güvendiği Hahambaşı Moşe Levi'yi alışık olunmadık bir şekilde azarlayıp tehdit ettiği ve ayağına kapandırıp özür dilettiği bizzat Levi'nin torunu Yeşua Eşkenazi'nin verdiği belge ve bilgilere dayanılarak anlatılmıştır. Bu hararetli günlerde Abdülhamid'in zekâ ve dirayetinden günümüze düşecek damlalara ne denli ihtiyacımız olduğunu görüyorsunuz.

FİLİSTİN İÇİN YAHUDİ GÖÇÜNE İZİN

Siyonizm'in kurucusu Theodor Herzl, yanında Moşe Levi ile kapı kâhyası olduğu halde Sultan'ın huzurundadır. Herzl, Yahudilere gösterdiği ihtimamdan dolayı Sultan'a teşekkür eder ve bir meblağ karşılığında Filistin'e Yahudi göçüne izin vermesi ve Girit'e benzer bir özerklik tanıması teklifinde bulunma cüretini gösterir.

ABDÜLHAMİD'DEN ATRATEJİK YANIT

Abdülhamid'in cevabı son derece diplomatiktir: "Yahudilere güven duymuş olmam, teklifinizi reddetmeme mani değil." Ardından da topu ustaca bakanlar kuruluna atar. Böylece bir yandan Herzl'in niyet ve çapını ölçmek için zaman kazanırken, diğer yandan ilişkiyi kesmeksizin zamana yayma stratejisini izler. Tecrübesiz Herzl, bunun olumlu bir cevap olduğunu zannederek sevinecek ve yandaşlarına telgraf çekerek 'bu iş oldu' mesajı gönderecektir. Ancak bu cevap, aslında "olumsuz bir evet" demekti, zira 3 ay sonra Filistin'e ne şekilde girmiş olursa olsun bütün Yahudilerin sınır dışı edilmesini emreden iradenin altında da Abdülhamid'in imzası olacaktı. Demek ki, hayır diyemeyeceği durumlarda muhatabının içine gömüleceği bir cevap yumağı sunmak bir Abdülhamid klasiğiydi.
Fakat Galante, Abdülhamid'in sanki Filistin'e yerleşme izni verdiği anlamına gelecek bu cevaptan kuşkulanmıştır. Zira tanıdığı Abdülhamid imkânı yok böyle bir şey yapmazdı. Bu işin içinde bir iş vardı ama neydi?
Bu soruyu eski Ayan üyelerinden Behor Efendi'ye sorar. O da, Abdülhamid'in Herzl'e görüşmeden sonra altın bir kravat iğnesi hediye ettiğini, bundan, iğneyi hediye ettiği kişiye çok öfkelendiği ve iğneyi göğsüne saplamak istediği manasının çıktığını söyler. İlk işaret alınmıştır. Gerçekte Abdülhamid bu nezaket gösterisi halinde geçen görüşmeden hiç hoşnut olmamıştır. İçy üzünü Levi'nin torunu açıklar.

MOŞE LEVİ 3 GÜN HAPSEDİLDİ

Herzl Viyana'ya döndükten sonra Abdülhamid Hahambaşı'nı çağırır. Levi sabahın 9'unda Saray'a gider ve huzura girmek için izin ister. Sultan cevap verir: "Biraz beklesin". Öğleye doğru Başmabeyinci Sultan'a kaymakamın beklemekte olduğunu hatırlatır. Cevabı aynı olur. Akşam olurken Sultan bugün gitmesini ve yarın gelmesini söyler. Moşe Levi, Sultan'ın işlerinin çokluğu nedeniyle kendisiyle görüşemediğini düşünerek ertesi gün aynı saatte Saray'a gelir. O gün de huzura kabul edilmez. Levi bu kez Saray'dan ayrılırken, Sultan'ın kendisine karşı olan tutumundan kuşkulanmaya başlar. Üçüncü gün de aynı şekilde bekletilir. Bu durum Başmabeyincinin de garibine gider ve Sultan'a Hahambaşı'nın beklediğini hatırlatır. O da güneş battıktan sonra huzura getirmesini söyler. (Bu, Abdülhamid'in önemli mevkilerdeki kişileri cezalandırma yöntemiydi. Bu bir tür tutuklamaydı. Moşe Levi bu uygulamaya göre 3 gün hapsedilmişti.) Yıldız Selamlığı. Abdülhamid döneminde hiç aksatmadan yapılan Cuma selamlıkları devletin ihtişamını sergileme törenleriydi aynı zamanda.

SULTAN'IN AYAKLARINA KAPANDI
 

Sultan, Hahambaşı'na soğuk davranır ve birkaç dakikalık bir sessizlikten sonra kuru ve sert bir ses tonuyla "Hahambaşı (normalde "Hahambaşı Efendi" derdi, bu hitap şekli kızgınlığını gösterir), amcam Abdülaziz tahtta olduğu zamandan beri sizi tanırım ve birkaç gün öncesine kadar sadakatinizi takdir ederdim. Fakat Herzl'in gelişinden sonra bu sadakatten ayrılmış olduğunuzu esefle gördüm. Bir karışlık toprak parçasının bile verilemeyeceğini çok iyi bilen siz Hahambaşı, nasıl oldu da İmparatorluğumun, Müslüman ve Hıristiyan alemlerinin gözlerinin üzerinde olduğu bir parçasına ilişkin olarak benden böyle bir talepte bulunması için o adamı buraya getirebildiniz? Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi! O adamın beni ziyaret etmekteki amacından haberiniz var mıydı, yok muydu? Burada nelerin konuşulacağını bilmiyor muydunuz? Cevap veriniz!"

Üzgün ve mahcup olan Hahambaşı şu cevabı verdi: "Size hep sadık kaldım. Şimdi de sadığım ve hep sadık kalacağım. Efendimiz, yemin ederim ki, burada Siyonizm'den söz edileceğini bilmiyordum; Herzl bu konuda bana hiçbir şey söylemedi. Beni onun suç ortağı olmakla suçlamayın. Ben masumum, milletim de masumdur!" Bunları söyledikten sonra, Moşe Levi ayağa kalktı, ağlayarak Sultan'ın ayaklarına kapandı ve kendisini ve milletini affetmesini istedi.
Tayland Prensi (ortada, sağda olanı) Sarayı ziyaretinden çıkarken fesle poz veriyor. Sultan öfke ile ayağa kalktı ve şöyle dedi:
"O adamın ziyaretinden haberinizin olmadığını söylüyorsunuz. Oysa mektubunuzda onun benimle Yahudi milletine ilişkin bir konuda görüşmek istediğini yazıyorsunuz! Ne demek oluyor bu?!" Moşe Levi gözleri yaşla dolu bir vaziyette şöyle cevap verdi: "Efendimiz, o adam gazeteci, zatıalinizin genel olarak Yahudi sorunu konusundaki görüşlerinizi öğrenmek istediğini zannetmiştim". Yetmişlik bir ihtiyarın karşısında ağlamasından duygulanmış olan Sultan şöyle dedi: "Şimdi sizin masum olduğunuzu anladım." Mabeyinciyi çağırdı ve Hahambaşı'nı dinlendirmesini emretti. Torununun anlattığına göre Moşe Levi bu azardan sonra 15 gün hasta yatmıştır.

Son Sultan'dı gerçekten de. Şu sözünün ışıltısı bugüne kadar geliyor: "Bu adamın talebinin yüzde birini bile kabul etseydim benim ve devletimin başına kim bilir neler gelirdi!" Kabul etmediğin için başına neler geldiğini biliyoruz Sultanım!

Abdülhamid`in Mezarını Ateşe Vereceğiz!



Abdülhamid`in Mezarını Ateşe Vereceğiz!


“Eğer Filistin’de Müslüman Arap unsurunun faikiyetini [üstünlüğünü] muhafaza etmesini istiyorsak, Yahudilerin yerleştirilmesi fikrinden vazgeçmeliyiz. Aksi takdirde yerleştirildikleri yerde çok kısa zamanda bütün kudreti elde edeceklerinden, dindaşlarımızın ölüm kararını imzalamış oluruz.” ...
10 Şubat’ta vefatının 89. yılında rahmetle andığımız Sultan II. Abdülhamid’e ait olan yukarıdaki sözler 1895’de yazılmış hatıra defterine. O günden ne kadar net gör müş bugünleri, değil mi? Evet, tam da dediği gibi, Filistinli dindaşlarımızın ölüm kararı oldu İsrail devletinin kurulması…


Yalnız üzerinde güneş batmayan İngiliz emperyalizmine karşı mücadele vermekle kalmadı II. Abdülhamid; aynı zamanda Ermeni çeteleri ve lobilerine, Siyonist örgütlere, iç ve dış Masonlara, velhasıl Memalik-i Osmaniye’yi bölüp parçalamak isteyenlere karşı cansiperane ve destansı bir direnişti onunkisi. Filistin’in “en zayıf halka” olduğuna yürekten inanıyordu; nitekim dediği gibi de çıktı. Filistin’in Akdeniz-Hint Okyanusu-Kızıldeniz düğümünün merkezi olduğu, 1919’da İngiliz emperyalizminin teorisyenliğine soyunan Halford Mackinder’in tarihî itirafında deşifre edildi. Mackinder’e göre Filistin toprakları, Asya-Afrika-Ortadoğu arasında vazgeçilmez bir adaydı ve İngiliz emperyalizminin petrol üzerindeki hakimiyeti sürdüğü müddetçe desteklenmesi gerekiyordu.

Şimdi anlıyoruz emperyalizmin Filistin’i neden bu kadar çok istediğini ve yine şimdi anlıyoruz Sultan Abdülhamid’in Filistin’i emperyalizme kaptırdığımız zaman başımıza nelerin geleceğini öngören sözlerini. Gün geldi, küresel İngiliz hakimiyeti iflas etti ve satılığa çıktı: Zaten Harb-i Umumi’de Amerikalı şirketlerden kovalar dolusu borç almış, tamtakır hazinesiyle dev bir küresel iskelet halini almıştı. ABDli alacaklılar, müflis emperyalizmi de devraldılar ‘mecburen’! Ve petrol savaşı yeniden kızıştı.

İkinci Dünya Savaşı’nın hesabı dürülürken, Orta Doğu’dan İngilizler sureta çekiliyor ve ardından İsrail devleti doğuyordu. Amerika, İngilizlerin rolünü olduğu kadar İsrail’in hamiliğini de devralacaktı. Zira onun daha büyük hesapları vardı petrolle ve bu bölgenin denetimi ve birleşmesinin engellenmesi, bir mecburiyetti. İsrail bombaları sınır çizgilerini yeniden yakıyor, kavuruyor. Filistin ve Lübnan tarihlerinin yeni bir kanlı sayfasında yaşıyor. Kuzey Irak sınırımızda İsrailli komutanlar Peşmergelere eğitim yaptırıyor. Ve herkes gibi biz de tarihte yaşamış o tek adamı hatırlıyoruz. Sıkışık durumdaki hazinesini milyonlarca sterlinle “rahatlatmaya” hazır olduklarını söyleyerek yanına kadar sokulan ve kendilerine başlarını sokacak bir arazi vermesini isteyen Theodore Herzl’e Abdülhamid’in söylediği aşağıdaki sözler bir asır sonra bile diken diken etmeye yetiyor tüylerimizi: “Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zira bu vatan bana değil, milletime emanettir. Milletim bu vatanı kanlarıyla mahsuldar kılmışlardır. O, bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz. [Böyle bir toprak parçası bizden kopartılmak istense bile o toprağı kanlarımızla kaplarız ve yine bizim toprağımız olur.] Benim Suriye ve Filistin alaylarımın efradı birer birer Plevne’de şehid düşmüşlerdi. Bir tanesi dahi geri dönmemek üzere hepsi muharebe meydanında kalmışlardır. Türk imparatorluğu bana aid değildir, Türk milletinindir. Ben onun hiçbir parçasını veremem. Bırakalım Museviler milyonlarını saklasınlar. Benim imparatorluğum parçalandığı zaman onlar Filistin‘i karşılıksız bile ele geçirebilirler. Fakat yalnız bizim cesetlerimiz taksim edilebilir. Ben canlı bir beden üzerinde ameliyat yapılmasına müsaade edemem.” Siyonistler kendilerine Filistin’den toprak satması için bir değil, tam beş kez ikna girişiminde bulundular. Hepsinde yüz geri edilince anladılar ki, o başta kaldıkça Orta Doğu’ya “huzur” gelmeyecek(!).Siyon Yurdu’na giden altın yol, Abdülhamid’siz açılacaktır. Yahudi diasporasının Abdülhamid’e güttüğü kin o kadar derin ve köklüdür ki, Guantanamo’da aylarca esir kalan İbrahim Şen, Vakit’in kendisiyle yaptığı söyleşide ilginç itiraflarda bulunmuştu. Meğer Guantanamo’daki sorgulara İsrailli hahamlar da katılıyormuş. Hatta bu Guantanamo mahkûmu, sorgulardan birisinde Yasef isimli bir Yahudi komutanın vücuduna elektrik verirken kendisine, “Türk terörist, merak etme az kaldı. Irak, İran ve Suriye’den sonra sıra Türkiye’ye de gelecek. Kadınlarınız hizmetçilerimiz, erkekleriniz de kölelerimiz olacak. İstanbul’a geldiğimizde ilk olarak dedeniz Abdülhamid’in mezarını ateşe vereceğiz” dediğini aktarıyordu. II. Abdülhamid 24 Nisan 1909’da tahttan indirildi, vefat ettiği 10 Şubat 1918’de ise Jön Türklere devrettiği, yüzölçümü neredeyse 5 milyon kilometrekareye ulaşan koca imparatorluk kayıplara karışmış sayılırdı. “Hürriyet kahramanı” Enver Paşa’nın 1 Kasım 1918 Cumartesi gecesi saat 23.00’de bir Alman istimbotu ile kurtarmaya kalktığı ülkeden kaçmadan evvel, yaveri Mersinli Cemal Paşa’ya yaptığı şu acı itiraf, İttihatçıların nasıl büyük bir oyuna geldiklerini geç de olsa fark ettiklerini göstermektedir: “Turan yapacaktık, viran olduk. Bizim en büyük günahımız, Sultan Hamid’i anlayamamaktır. Yazık Paşam, çok yazık! Siyonistlere alet olduk ve onların hıyanetine uğradık!” Yıllar geçtikçe haklılığı daha iyi anlaşılan “Son Sultan” II. Abdülhamid’in bütün mücadelesini, bir yandan kurtlarla dans edip ülkeye zaman kazandırmaya, öbür yandan ülkenin yetersiz altyapısını gelmesi kaçınılmaz emperyalist kıyamete hazırlamaya ve insan gücünü yetiştirmeye teksif etmişti. İlk denizaltı gemilerimizi donanmaya kazandırması da, imparatorluk sathında binlerce okulu açması da bu gayenin yansımalarıydı. Çobanlara bile okul açtırmasını, mezuniyet törenlerine hediyeler göndererek memleket evlatlarını okumaya teşvikini ancak bu gaye çerçevesinde anlamak mümkündür. Ona kızanların öfkesini anlıyoruz. Osmanlı’nın postunu pahalıya deldirmişti emperyalizme. Acısız bir ameliyatla gövdeyi paylaşacaklarını düşünenlerin, bu paylaşımın onun gayretleriyle ertelenmesi ve Birinci Dünya Savaşı’nda milyonlarca Avrupalının ölümüyle sonuçlanması karşısında öfkelenmelerinden daha doğal bir şey olamazdı. Dinmeyen öfkelerinin sebebi budur. Tabii Kızıl Sultan iftirasının da… İyi güzel, anlıyoruz İngilizin, Fransızın, Yahudinin, Ermeninin, Masonun şunun bunun hıncını. Peki bizim içeridekilere ne oluyor? Onlar da mı ülkeyi erkenden bölüp parçalatmadığına kızıyorlar yoksa?

Orta Doğu’da haritaları yeniden çizme tartışmalarının yapıldığı şu günlerde dikkatle okumamız gereken bir kitap gibidir Sultan II. Abdülhamid’in 33 yıllık iktidarı. Ben bu direnişe, sessiz Çanakkale diyorum. Şehitsiz, gazisiz, topsuz, tüfeksiz Çanakkale… Yok, yok, bir şehidi var bu sessiz Çanakkale’nin. Hem de hakkı yenmiş, garip bir şehidi: O şehid, Abdülhamid’in ta kendisidir. Rahmet onun üzerine yağsın…

KAYNAK: ABDÜLHAMİDİN KURTLARLA DANSI SAYI.2.

Mustafa ARMAĞAN

II.ABDÜLHAMİT HAN JAPONYA'YA ROBOT GÖNDERMİŞ


II.ABDÜLHAMİT HAN JAPONYA'YA ROBOT GÖNDERMİŞ

Osmanlı’nın son dönemine damgasını vuran Sultan 2. Abdülhamid Han’ın, günümüzde teknolojiye öncülük eden Japonya’ya 1889'da robot hediye ettiği anlaşıldı. İnsan şeklinde tasarlanan ve ismi ‘Alamet’ olan robotun özelliğinde ise yok yok. “Semâzen şeklinde, normal bir insan boyuna yakın, saatli bir robot. Kaideye oturtulmuş gövdesi; saat başı semâ ediyor, bu esnada kollarını açıyor, gümüş levhalardan...yapılmış etekleri açılıyor ve aynı anda ezan okuyor. Tüm bunları yaparken yarım metre yürüyor, hem dönüyor ve ezan bitince de tekrar yarım metre geri giderek yerine dönüyor; kollarını ve eteklerini indiriyor. Robotun tamamı gümüş ve altın kaplamadan yapılmıştı. Robotun arka kısmında kurma yeri mevcuttu ve yedi günde bir kuruluyordu.

ATATÜRK BU KİTAPTA NE DEMİŞ?



ATATÜRK BU KİTAPTA NE DEMİŞ?


BUYURUN OKUYALIM

DİKKAT EDELİM:


Bunun Kaynağı Devlet Onaylıdır. Buna Yalan diyen Devlete Hakaret etmiş olur.. (ATATÜRK BU KİTAPTA NE DEMİŞ? BUYURUN OKUYALIM) ...


-İnsanlar, “kurtçuklar” gibi sulardan çıktılar en önce… İlk atamız balıktır. İşler daha daha ilerledikçe, o insanlar, primat* zümresinden geldiler. Biz maymunlarız; düşüncelerimiz insandır!

(primat) Maymunları da içine alan memeliler takımı.


Aktaran: Rüşen Eşref Ünaydın. (Hatıralar). Atatürk, Tarih ve Dil Kurumları, s. 53

ALINTI...


100 YIL ÖNCEKİ İSTANBUL-3











100 YIL ÖNCEKİ İSTANBUL-2















100 YIL ÖNCEKİ İSTANBUL-1