17 Şubat 2013 Pazar

Tarih Yapılan Zulümlere Şahitlik Edecek!


Tarih Yapılan Zulümlere Şahitlik Edecek!
 

 

25 Kasım 1925 tarihinde 671 nolu kanun ile çıkarılan şapka kanunuyla Türkiye`de yaşayan herkes şapka takmak zorunda bırakıldı. Şapka takmayanlar darağaçlarında sallandırıldı, evleri yakıldı, sürgün edildi. Şapka takmadığı gerekçesiyle sürgün edilen 88 yaşındaki Nadir Baysal, yaşadıklarını İLKHA`ya anlattı.

 

BİTLİS - Bitlis`in Mutki (Motkan) ilçesine bağlı Kayran (Hersan) köyünün Çerxo mezrasında dünyaya gelen Nadir Baysal (88), "Şapka Kanunu"nu anlattı. Şapka kanunu çıktıktan 13 yıl sonra köyleri yıkılan Baysal, Kastamonu`ya sürgün edildi.
 
Kastamonu`da Üstad Bediüzzaman ile tanışma şerefine nail olan Baysal, 4 yıl Üstad`ın hizmetinde bulundu.

Baysal Dede, "25 Kasım 1925 yılında 671 kanun numarasıyla TBMM`de şapka kanunu diye bir kanun çıkarıldı. Bu kanunla Türkiye sınırları içerisinde yaşayan her kez mecburi olarak bu gavur usulü şapka denen melaneti takmak zorunda bırakıldı. Bu şapkayı kendini Avrupalılara benzetmeye çalışan kesimler için kolay oldu. Ve hemen bu kanuna geçildi.
 
Ama Avrupa`ya benzemek istemeyen, giyim ve kuşamları ile Hıristiyan âlemine uymayan duyarlı kesimler bu kanuna karşı gelerek şapkayı takmamaya çalıştılar.
 
O dönemlerde iletişim ve ulaşım yoktu. Nerede ne olduğundan habersiz idik... Hele hele yaşadığımız Mutki`nin bu sarp köylerinde her şey den be haberdik. Ama bu kanunu duyduğumuzda bunun gâvur icadı olduğunu biliyorduk. Ve gâvur icadına karşı çıktık. Ama karşı çıkmanız bir şey ifade etmiyor.
 
O zamanlar çıkarılan kanunlara uymayanlar hakkında yasal işlem yapılmıyordu direk idam ediliyordu. Ve kendinizi savunma hakkına sahip değildiniz. Hemen bir kanunla fes, takke ve sarık yerine bu gavur icadını kullanmamızı istemeleri ve bunu zorla dayatmaları kabul edilecek bir durum değildi.
 
Ve bizlerde 8 yıl boyunca bu kanuna karşı mücadele ettik. Şapka takmadık. Bundan dolayı o zamanın rejimi ve güçleri şapka kanununa uymayan köyleri basarak zulüm ediyor ve insanlara zarar veriyorlardı. Gündüzleri köye gelen askerlerden kaçarak dağlara çıkıyorduk. 8 yıl boyunca bu zulüm devam etti" dedi.

Şapka kanununa uymadıkları için mezralarının yakıldığını ifade eden Baysal Dede, daha sonra ise sürgün edildiklerini söyledi. Baysal Dede, "1938 yılında köyümüz yakıldığında henüz 16 yaşlarında bir delikanlıydım.
 
Aç, susuz ve perişan bir halde yollara koyulduk. Fakat bu yolculuk esnasında hayatımız tehlike altındaydı. Korkuyorduk; çünkü o gün şapka kanununa uymadığımız için en büyük sucu işlemiş ve düşman muamelesine tabi tutulmuştuk.
 
Bu uzun ve yorucu yolculuğun sonunda Kastamonu`ya gittik. O dönemde Kastamonu`da küçük bir çay kahvesini işleten Vanlı çaycı Emin vardı. Onun yanında işçi olarak çalıştım.
 
Bitlisli olduğumu öğrenince beni Üstat Bediuzzan Said Nursi`nin yanına götürdü. O zaman henüz 16 yaşlarındaydım… Üstadın bulunduğu yerin hemen karşısında karakol vardı ve Üstad ile görüşmek yasaktı. Bizde evin arka kısmından dönerek Üstad ile görüşüyorduk. Gelen misafirleri Üstada götürüyorduk. Henüz oraya yeni gitmem ve benden şüphelenmedikleri için Üstadın mektuplarını alıp postaneye götürüyordum. Bunu gizli yapıyordum. Postanedeki adam çok iyi bir insandı.
 
Mektupları götürünce hemen alır sen git derdi. Fark edilmemi istemezdi. Kastamonu`da 4 yıl boyunca bu böyle devam etti.
 
Daha sonra Üstad Ağır Ceza Mahkemesi tarafından idam edilmesi için Denizli`ye gönderildi. Bizde 1950 tarihinde tekrar yurdumuza döndük. Kastamonu`dan dönerken Mutki`ye yerleşmedik, Ahlat`ın Saka (Veştonk) köyüne yerleştik.
 
Bir şapka uğruna sayısızca insan sürgüne gönderdi, binlerce insan zulme uğradı. Onlarca köy yakıldı. O dönemler acı, gözyaşı ve zulüm ile doludur. O gün yapılan zulüm ve dayatmalara Allah`ta şahittir. İnanıyorum ki o günün tarihi o zulme uğrayanlara Mahkeme-i Kübra`da şahitlik yapacaktır" dedi.
 
(Şükrü Tontaş - İLKHA)


http://www.dogruhaber.com.tr/Haber/Tarih-Yapilan-Zulumlere-Sahitlik-Edecek-70071.html

Bir Avrupalı Heyet'in Osmanlı Vezir-i Azamı Tarafından Kabulü.




'DİNDAR ATATÜRK' PORTRESİ ASILSIZ.


AMERİKA'NIN DOSTLARI TRENİN YOLUNU ZAMANINDA BELİRLEMİŞ.


"Vahdettin’in ‘Atatürk’ü idam’ fermanı sahte"



"Vahdettin’in ‘Atatürk’ü idam’ fermanı sahte"



Tarihçi Cezmi Yurtsever, Osmanlı İmparatorluğu'nun son padişahı Vahdettin'in Mustafa Kemal Atatürk hakkında verdiği iddia edilen idam fermanının sahte olduğunu söyledi. Belgenin, padişahın imzası taklit edilerek İngiliz istihbaratı tarafından düzenlendiğini ifade eden Yurtsever, tam aksine Vahdettin'in milli mücadele hareketinin amacına varması için İngiliz yanlısı Damat Ferit'i görevden alarak, milli mücadeleye dolaylı destek verdiğini belirtti.
Yurtsever, Kurtuluş Savaşı sırasında son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in 11 Mayıs 1920 günü Mustafa Kemal Atatürk hakkında İstanbul Divan-ı Harp Mahkemesi'nin idam kararına 'olur' vermesi ile ilgili tarihi belgenin üzerindeki imzanın Vahdettin'e ait olmadığını ileri sürdü. Cezmi Yurtsever, 24 Mayıs 1920 günü sadrazamlık makamından Harbiye nezaretine gönderilen belgeye göre 'Selanikli Mustafa Kemal Efendi'nin işlediği suçlar hedef gösterilerek Kara Vasıf Bey, Dr. Adnan, Halide Edip, Fuat Paşa hakkındaki idam kararına padişahın onay vermesi anlamına gelen 'irade-i seniye' belgesinin Vahdettin'in imzası taklit edilerek düzenlendiğini kaydetti.

Padişah onayı süsü verilen belgedeki 'idam kararı' uygulanmak üzere sadrazamlıktan Harbiye nezaretine gönderildiğini aktaran Yurtsever, "Burada çelişkili ve ilginç olan durum belgenin düzenlendiği tarihte hem sadrazam hem de Harbiye Nazır Vekili Damat Ferit'tir. Sözü edilen idam belgesi kişinin kendi kendine uydurarak verdiği ve üzerine de padişah kararı anlamına gelen 'irade-i seniye' yazısı bulunan belge, Osmanlı bürokrasisinin padişah adına belge düzenlenmesi kurallarının dışında kurgulanmış (düzenlenmiş) sahte bir 'idam kararı' kararıdır. Osmanlı Divanı Harp idam karar belgeleri Osmanlı kanunlar ve kararları denetleyen Şuray-ı Devlet Meclisi'nde görüşüldükten sonra sadrazam tarafından padişaha sunulmasını gerektirir. Ancak görülen odur ki, bahsi geçen belge padişahın imzası taklit edilerek İngiliz istihbaratı tarafından düzenlenmiştir." dedi.


Yurtsever, Atatürk'ün Nutuk kitabının 1927 yılında yapılan Osmanlı harfli ilk baskısında 1920 yılı mayıs ayı içindeki olaylar bölümünde kendisini hedef alan idam kararından bahsetmemesinin Osmanlı Devleti'nin böyle bir hukuki yaptırıma başvurmadığının göstergesi olduğunu vurguladı.

VAHDETTİN, İŞBİRLİKÇİ DAMAT FERİT'İ GÖREVİNDEN ALDI

Son Osmanlı Padişahı Vahdettin'in, kendi iradesi dışında baskı ve tehditler ve istihbarat oyunları ile hakkında düzenlenen sahte belgelerle Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Anadolu'da geliştirdiği milli mücadele hareketinin amacına varması için İngiliz yanlısı Damat Ferit'i görevden alarak 21 Ekim 1920 ve 4 Kasım 1922 tarihleri arasında Teyfik Paşa'yı sadrazam olarak görevlendirdiğini anlatan Cezmi Yurtsever, "Vahdettin bu hareketi ile milli mücadeleye dolaylı destek vermiştir." diye konuştu.


ADANA (CİHAN)

http://haber.stargazete.com/guncel/vahdettinin-ataturku-idam-fermani-sahte/haber-727435
 

12 ADA NASIL KAYBEDİLDİ?



12 ADA NASIL KAYBEDİLDİ?



12 Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansına aslında Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet konferansa katılmama yönünde karar aldı.

Türkiye’nin Eg...e kıyılarının hemen çevresinde bulunan 12 Ada yaklaşık 400 yıl boyunca Osmanlı idaresinde kalmıştı. Çoğunlukta gayri müslimlerin yaşadığı adalarda önemli oranda Müslüman nüfus da yaşamaktaydı. 12 Ada ismi ise Osmanlı Devletinin bölgede uyguladığı bir yönetim şeklinden geliyordu. Osmanlı Devletinin bölgede uyguladığı sisteme göre her on hane birer temsilci seçmekteydi ve bu temsilciler kendi aralarından 12 kişilik bir ihtiyar heyeti seçerdi. Bölgedeki adaların önemli derecede büyük adaların sayısı sayıldığında 14 ada küçükleri de dahil edilirse 20’den fazla ada ve adacık bulunmaktadır.



Yüzyıllarca Osmanlı idaresinde kalan 12 adanın kaderi İtalyanların Trablusgarp’ı işgal etmesinin ardından değişti. İtalyanlar Trablusgarp’ın işgalinde başarılı olamayınca Osmanlı Devletini barışa zorlamak kısacası masa başında Trablusgarp’ı almak için Ege denizinde bulunan bu adaları işgal etti. Osmanlı Devleti ise her an başlaması muhtemel Balkan savaşını da dikkate alarak İtalyanlarla antlaşma imzalamak zorunda kaldı ve Trablusgarp’ı İtalya’ya bıraktı. Yapılan antlaşmada dikkat çekici bir madde daha vardı. Osmanlı Devleti İtalyanların 12 Ada’da bir süre daha işgalci olarak kalmasını istedi. Böylece Balkan Savaşı sırasında muhtemel Yunan işgalinin önüne geçilecekti.
Ancak her şey planlandığı gibi gitmedi. I.Dünya savaşının patlak vermesiyle Osmanlı Devleti ile İtalya ayrı ittifak grupları içinde birbiri ile savaşa girdi. 4 yıllık savaşın sonucunda Osmanlı Devleti savaştan mağlup olarak ayrılınca



1923 yılında Lozan antlaşması ile TBMM bu adaları İtalya’ya bıraktı. Böylece Yunan işgaline karşı geçici olarak İtalya’ya bırakılmış olan bu adalar İtalya’nın egemenliğinde kaldı.


II.Dünya savaşının sonuna kadar İtalya’nın işgalinde kalan 12 Ada’nın durumu savaş sonrasında tekrar gündeme geldi. İtalya II.Dünya savaşını kaybetmişti. 1946 yılında Paris’te yapılan Barış görüşmelerinde 12 Ada’nın İtalya’dan alınarak Yunanistan’a verilmesi gündeme geldi. İtalya’nın savaş sonu şartlarında galip devletlerin bu planını reddetme şansı yoktu. Adaların Yunanistan’a verilmesi yönündeki kararın gerekçesi ise adalarda yaşayan nüfusun çoğunluğunun Rum olmasıydı.
12 Ada ile ilgili kararın verildiği Paris Barış Konferansına aslında Türkiye de resmen davet edilmişti. Ancak İsmet İnönü’nün başkanlığında toplanan hükümet konferansa katılmama yönünde bir karar aldı.İnönü savaşa girmeyen Türkiye'nin savaş sonunda herhangi bir çıkar peşinde koşmayacağını ifade ediyordu. Bu durum 12 Ada ile ilgili alınan kararların tam da Yunanistan’ın istediği şekilde çıkmasına sebep oldu.


Halbuki konferansa bir Türk heyeti katılmış olsa idi en azından Ege kıyılarına çok yakın adalardan bazılarının alınma şansı doğabilirdi. Çünkü yalnızca nüfus dengesine göre karar vermek Türkiye’ye karşı bir hukuksuzluktu ve bu durum konferansta dile getirilebilirdi. Türkiye bu konuda hakkını arayabilirdi. Örnek olarak Batı Trakya’daki nüfusun yüzde 80’ine yakın Türk ve Müslüman’dı ancak Lozan antlaşmasında Batı Trakya bölgesi Yunanistan’a bırakılmıştı. Bu da nüfus dengesinin tek başına yeterli bir gerekçe olmadığını göstermekteydi.


Ancak Türkiye’nin konferansa katılmaması bu ihtimalleri en başından ortadan kaldırdı. 10 Şubat 1947’de İtalya Paris Antlaşmasını imzaladı. Bu antlaşmayla 12 Ada silahsızlandırılmak şartıyla Yunanistan’a bırakıldı.

Ömer Aymalı / Tarih Dosyası / Dünya Bülteni.




KAYNAKLAR

Rifat Uçarol Siyasi Tarih 1789- 2010

Feridun Cemal Erkin, Dışişlerinde 34 Yıl

SATILIK CAMİİLER-CHP


KILIK KIYAFET İNKILABI.


DERSİM 1937


Şapka Takmayanı Mezardan Çıkartıp Asarlar.



Şapka Takmayanı Mezardan Çıkartıp Asarlar.



Dünya üzerinde gelişmiş ne kadar ülke mevcutsa bakınız hepsinde mutlaka inkılaplar ve ilerleme hareketleri yaşanmıştır. Meselâ Almanya’da 1920’li yılların başında yaşanan Eğitim alanındaki o müthiş... devrim veya İtalya’da yaşanan Ağır Sanayi İnkılabı, Amerika’daki şehirleşme İnkılabı bu sosyal hareketlere örnek gösterilebilir. Dünyada bu mühim gelişmeler yaşanırken elbette Türkiye’de de devrimler yaşanıyordu. Hem de peş peşe. Avrupa’da yaşanan bu devrimlere karşılık bizde yaşanan devrimlerin ne olduğunu merak mı ediyorsunuz? O halde buyurun kısaca devrim tarihimiz;

25 Kasım 1925: Kıyafet devrimi. “Şapka iktisası” kanunlaştı. Eskiden giyilen başlık türlerini bırakın giymeyi, hakkında yazı yazmak bile yasaklandı.

30 Kasım 1925: Tekke, Zaviye ve türbeler kapatıldı.

26 Aralık 1925: Takvim ve Saat devrimi yapıldı. Hicri ve Rumi takvim kullanmak her şekliyle yasaklanıp, yerine 3. Papa Gregorius adına nispetle “Gregoryan takvimi” adı verilen Hıristiyan takvimine geçildi.

17 Şubat 1926: İsviçre Medenî Kanunu Türkçe’ye tercüme edilerek “Türk Medenî Kanunu” adı verildi.

1 Mart 1926: İtalyan Ceza Kanunu tercüme edilerek “Türk Ceza Kanunu” adı verildi. Yine aynı tarihte bütün orta dereceli okullardan din dersleri kaldırıldı.

28 Mayıs 1927: Binalar üzerindeki tarihî kitabe ve tuğraların kazınması hakkında kanun çıkarıldı. Dünyada görülmemiş bir tarihi eser katliamı başlatıldı. İstanbul Üniversitesi merkez binasının kazınmış olan tuğrası buna mühim bir örnektir.

10 Nisan 1928: Lâiklik kabul edildi. Anayasadan “Devletin dini, din-i İslâm’dır” ibaresi kaldırıldı. Milletvekili yeminlerinde “vallahi” yerine, “Namusum üzerine” lafı getirildi.

24 Mayıs 1928: Rakam devrimi yapıldı.

3 Ekim1928: Harf devrimi yapıldı. Dünyada ilk defa bir milletin yazısı değiştirilerek, okuma yazma oranı bir gecede “sıfıra” indirildi. İslâm harfleri atılıp Lâtin harfleri alındı.

1 ocak 1929: Arapça harflerle dilekçe ve kitap yazılması yasaklandı.

1 nisan 1931: Ölçü ve tartı devrimi yapıldı. Bin yıl boyunca kullanılan ölçüler atılıp, yerine Avrupa’da kullanılan ölçü ve tartı birimleri getirildi.

Bu devrimler, iktidarı ele geçiren zümrenin, toplumun devlet eliyle yeniden şekillendirme projesinin bir ürünüydü. İktidar, halkın geçmişiyle olan tüm bağlarını koparıp yepyeni bir sayfa açmak istiyordu. Ancak bu sayede halk nezdinde meşruiyet kazanacağını düşünüyordu. Avrupa karşısında “yenilmişlik psikolojisi”, devrimleri uygulayan kadronun bilinç altına motive eden en etkin unsurdu. Bu unsur, söz konusu kadronun kendine ait tüm değerlerden nefret etmesine yol açtı. Buna batıya ait değerlere hayranlığı da eklemek gerek. İşte devrimler, bu psikolojik arka planla yapıldılar. Devrimleri yapan kadro, kendine ait değerleri her gördüğünde “yenilgisini” hatırlıyordu. Bu onda öz değerlerine olan kini bir kat daha arttırıyordu. En sonunda bu süreç “kendinden nefret” noktasına varıp dayandı. Zaten devrimlere yönelik tepkiler karşısında devrimci kadronun uyguladığı şiddet ve kanlı uygulamalar, ancak böylesi bir psikoloji ile izah edilebilirdi.

Söylemeye gerek yok ki, bütün bu devrimler halka rağmen yapıldı. Sadece bu ülkede değil, dünyanın neresinde olursa olsun, böylesi bir mühendislik projesi tepkiyle karşılanırdı. Tabiatıyla bu ülke insanı da, “tepeden adam etme” operasyonlarını tepkiyle karşıladı.

Öncelikle böyle bir uygulama sosyoloji biliminin bulgularına aykırıydı. Kanunla, yasayla, sopayla, kurşunla bir halk kendi kültüründen bir çırpıda koparılıp bir başka kültüre eklemlenemezdi. Yani kendisi olmaktan çıkarılıp başkası yapılamazdı. Nitekim öyle de oldu. Anadolu insanı bu tepeden yürütülen mühendislik operasyonuna yer yer çok şiddetli tepkiler verdi. Halkın bu tepkileri hemen her zaman sivil itaatsizlik adı verilen türden tepkilerdi. Fakat her seferinde bu tepkiler silah zoruyla bastırıldı. Devrimlere yönelik her sivil tepki, devrimciler tarafından bir “isyan” olarak telakki edildi. Öyle telakki edildiği için de, şiddet yöntemiyle, kan dökerek bastırılma yoluna gidildi.

Sivil tepkilere karşı en kanlı eylem “kıyafet devrimi” adı verilen şapka iktisası hakkındaki kanunun yürürlüğe girmesi ile başladı. Nitekim cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal 22 Ocak 1923’te Bursa’da;

“ Kan ile yapılan inkılaplar daha muhkem (sağlam) olur, kansız inkılap ebedileştirilemez.” Demiştir. Bunun yanı sıra Harbiye marşında;

“Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti” mısrası yer bulmuştur. Yine aynı şekilde Şapka İnkılabını tanıtmak için gittiği Kastamonu’da Mustafa Kemal, şapka giymek istemeyenleri kastederek;

“Bu kadar yüksek ve önemli amaca ulaşabilmek için, gerekirse bazı kurbanlar verilir.” Demekten kendini almayacaklardır.

Bu “yüksek ve önemli amaç”ın gerçekleşmesi, yurdun dört bir yanındaki onlarca insanın hayatına mâl olmuştu. Bundan ayrı olarak Beyoğlu’nda Hıristiyan nüfusa şapka dikmekle geçimini temin eden Yahudi ve Hıristiyan şapkacılar da bir anda zengin olmuş, şapka devrimi en çok onlara yaramıştı. Şimdilerin Ünlü Vakko’sunun eski sahipleri de şapka devriminin zengin ettiği gayr-i Müslimlerdendi. Çünkü o günlerin fiyatıyla bir şapka, bir aylık maaşa bedeldir.

Bu müthiş devrimden sonra ülkede başta tüm memurlar olmak üzere vatandaşlar şapka giymeye, giymeyenler ise hapislere atılmaya veya asılmaya başlandı. Ülkede şapka ithalatı yüzünden ciddi bir ekonomik kriz yaşandı. O dönemi yaşayan Rıza Nur şöyle söyler;

“Ekonomik olarak müthiş bir zarar. Milyonlarca lira dışarıya akıp gitti. Bundan da Yahudiler yararlandılar. İtalya ve Fransa’da mevcut yeni ve eski şapkaları milyonla memlekete soktular. İki-üç Frank kıymeti olan bu şapkalar en aşağı on liraya (120 Frank) satıldı. Bunların çoğu zımpara kâğıdı ile temizlenmiş kullanılmış şapkalardı.”

Bir ülkenin vizyonunu bir anda genişleten bu müthiş şapka İnkılabını protesto etmek için ülkede isyanlar, olaylar çıkmadı değil. Meselâ;

28 Kasım’da Sivas’ta çıkan ve “Şapka giymek istemiyoruz. Gâvur kılığına girmek istemiyoruz” naralarıyla bağırarak valilik binasına yürüyen halk asker tarafından durduruldu ve yürüyüşü tertip etme suçundan dolayı 2 hoca idam ile cezalandırılmış geri kalan ise, çeşitli sürelerde hapse mahkûm edilmiştir.

Aynı tarihlerde Erzurum’da halk, çifte minareli camii meydanında şapka aleyhtarı bir eylem yapmış bunun karşılığı olarak asker kalabalığa ateş etmiş 15 kişi vurularak öldürülmüş, biri kadın olmak üzere 13 kişi idam edilmiş, 80 kişi tutuklanmıştır.

Erzincan’da yaşanan hadise ise tam bir insanlık ayıbıdır. İstiklal Mahkemesi o tarihlerde şapkaya karşı çıktığı için Mevlevi İbrahim Hakkı Efendi’yi gıyabında idama mahkûm eder. Fakat hocaefendiyi bulamadığı için bu idamı gerçekleştiremez. Bir sabah namazı vakti İbrahim Efendi ruhunu Allah’ına teslim eder. Çocukları babalarının ölüm haberini İstiklal Mahkemesine bildirir. Mahkeme tarafından köye bir müfreze gönderilir. Müfreze başındaki yetkili bu durumu kabul etmez. “Olmaz. bu adam kanuna karşı geldi mutlaka asmam lazım” der. Bunun üzerine kabir açılır. Şahitlerin huzurunda kanuna muhalefet etmek suçundan ceset asılır sonra tekrar gömülür.

24 Kasım’da Kayseri’de, 27 Kasım’da Maraş’ta, 17 Aralık’ta Rize’de, 31 Aralık’ta Ankara’da, 2 Ocak’ta Çorumda, 1 Şubatta Giresun’da halk eylemleri görülür. Sonuç yine aynıdır. “Bu yüksek ve önemli amaç” için binlerce kişi öldürülür yüzlerce kişi asılır. Onbinlerce kişi hapse atılır. Bu arada bu şehitlerden biri de herkesin bildiği rahmetli İskilipli Atıf Hoca’dır. Başka söze ve başka misale gerek var mı?

(Ahmet Anapalı, Ağustos 2010)

BİR ZAMANLAR AYASOFYA'DA(GERÇEK ADI FETHİYE CAMİİ)CUMA NAMAZI


 BİR ZAMANLAR AYASOFYA'DA(GERÇEK ADI FETHİYE CAMİİ)CUMA NAMAZI 

Lions üyesi Sebük: Atatürk'ü putlaştırdık.



Lions üyesi Sebük: Atatürk'ü putlaştırdık.



 Atatürkçü olmayanların Lions olamayacağının altını çizen Sebük, Lionsların seçkinci tavrının yumuşatılmasından yana olduğunu da ekleyerek, "Her yere heykellerini dike dike Atatürk'ü putlaştırdık. Oysa hepimiz Atatürk olmalıydık" dedi.



Başörtülülerin milletvekilliğine karşı çıkmadığını belirten Sebük "Yeter ki Meclis'e gittiklerinde şeriat yasaları çıkarmasınlar" diyerek hassasiyetini vurguladı.



http://www.ensonhaber.com/lons-uyesi-sebuk-ataturku-putlastirdik-2013-01-13.html

Atatürk, çok mütevazi harcamalar yapardı diyenlere gelsin!!



Atatürk, çok mütevazi harcamalar yapardı diyenlere gelsin!!

 

 

  Daimler AG'nin Yönetim Kurulu Başkanı Dieter Zetsche'nin daha önce Mercedes-Benz Türk'ün Aksaray Kamyon Fabrikası'nda açıkladığı Mustafa Kemal Atatürk'ün otomobilinin fotoğrafları yayınlandı.

KENDİ İMZASIYLA TESLİM ALDI


Merkezi Stuttgart'ta bulunan Daimler şirketi, 9.7.1925 tarihinde Sindelfingen'e sipariş verilip, 10 Nisan 1926'da Ankara'da Atatürk'ün kendi imzasıyla teslim aldığı otomobilin fotoğrafları dikkat çekti.

ARACIN ÖZELLİKLERİ


Mercedes'ten yapılan açıklamaya göre sipariş verilen model, Sindelfingen'de 1924-1929 tarihleri arasında üretildi. 100 PS ve 4 silindir. Siyah ve koyu yeşil renkteki otomobilde Peter Union marka 6 lastik bulunuyordu. Şoför mahallindeki koltuklar siyah deri, arka koltuklar kumaştı.

Otomobillerin Avrupa'da az kullanıldığı zamanda Daimler şirketi ilk bayiliğini İstanbul'da kurmuştu.



HABER KAYNAKLARI:
 


 

 



Lozan'ın onayı için hilafetin kaldırılması beklendi.



Lozan'ın onayı için hilafetin kaldırılması beklendi.
 

 


"Aksiyon" dergisinin geçen haftaki sayısında tarihçi Hakan Özoğlu ile yapılan bir söyleşide hilafetin kaldırılmasıyla ilgili çarpıcı bir ayrıntı yer alıyor. Özoğlu'nun ABD arşivlerinde ra...stladığı bu diplomatik yazıda, Türkiye'nin halifeliği kaldıracağı, bir hafta kadar önce Washington'a bildirilmişti.

İşin daha ilginç yanı, ABD'li diplomatın bu bilgiyi bir Fransız meslektaşından almış olmasıdır. Demek oluyor ki, Fransızlar ve ABD'liler daha Türkiye'de yaşayanlar olup bitenlerden habersizken, açıktan veya gizliden haberdarlar gelişmelerden. Bu durumda hilafetten ödleri kopan İngilizlerin bu işe çok önceleri agâh olduklarını tahmin etmek zor olmasa gerek.

Hakan Özoğlu'nun, elindeki belgeyi bir an önce yayınlamasını beklerken, manzarayı netleştirmek bakımından tuvale bazı fırça darbeleri atmakta fayda var. O zaman belgenin büyük ölçüde yerine oturacağını söyleyebiliriz.

Malum, halifelik, 3 Mart 1924'te kaldırılmış ve Halife Abdülmecid, hanedan üye ve mensuplarıyla birlikte aynı gece yurtdışına çıkarılmıştı. Gerçi kanunun gerekçesinde hilafetin "şahs-ı manevisi" (tüzel kişiliği) TBMM'nin uhdesine devredilmişti deniliyordu ama bunun, bir devamlılık sağlamaktan ziyade, hilafetin bir "meraklısı"nın eline geçmesine mani olmaya yönelik iğdiş edici bir tedbir olarak anlaşılması doğru olurdu. Açıkçası bu karar, halifeliğin sonu anlamına geliyordu.


Zümrüd-i Anka dergisinde çıkan bu karikatürde ateşlenmiş topun ağzındaki kişi Halife Abdülmecid'dir. Toplarının ateşleneceği anı bekleyenler ise Rum ve Ermeni patrikleriyle hahambaşıdır.

Çeşitli bahaneler üretildi elbette. Yok halife daha çok para istiyormuş da, yok "Hilafet hazinesi"nden söz ediyormuş da, ne demekmiş efendim "Hilafet hazinesi"? Böyle bir hazine mi varmış ki?

22 Ocak 1924'te, yani kaldırılmasından 40 gün kadar önce Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa, Halife'nin Cumhuriyet'e tecavüz ettiğini söylüyor, bunun cezasız kalmayacağını ima ediyordu.

Ancak aynı günlerde Türkiye'de gergin bir bekleyişin hüküm sürdüğü de keskin dikkatlerden kaçmıyordu. Sanki yalnız Halife'ye değil de, diğer dinlerin reislerine karşı da bir şeyler yaşanacağı hissi basında kol geziyordu. Nitekim 7 Şubat günü Eğitim Bakanlığı'nca (ne var ki o zaman henüz "millî" olmamıştır) yabancı okul binalarındaki dinî alamet ve işaretlerin kaldırılması hakkında karar çıkar. Ayın 15'inde ise İzmir'de Harp Oyunları başlar. (bitişi: 22 Şubat)

Çok sonraları bunun, Kâzım Karabekir Paşa da dahil, pek çok asker-siyasetçiyi Meclis'ten ve Ankara'daki gelişmelerden uzak tutmak üzere geliştirilmiş gerçek bir "oyun" olduğu anlaşılacaktır.

Velhasıl, kamuoyunda hilafetin kaldırılmasının ardından diğer din temsilciliklerinin de kaldırılıp reislerinin sınır dışı edilmesi yönünde bir beklenti mevcuttu. Hatta bunu konu alan bazı karikatürlere bile rastlanır.

Şaşırtıcı gelmiyor mu size de: Rum ve Ermeni patrikleriyle Musevi hahambaşısının Türkiye'de kalmaları Lozan Antlaşması'nda karara bağlanmamış mıydı? Lozan da bir yıl kadar önce imzalandığı halde bunların yazılıp çizilmesi Lozan'ın delinmesi anlamına gelmiyor mu?

Hayır, zira Lozan o sırada henüz onaylanmamıştır. Malum, bir uluslararası antlaşma üç aşamadan geçtikten sonra geçerlilik kazanır.

 

1) Yetkililerin imzalaması, 2) Meclislerden geçmesi ve, 3) Devlet başkanlarınca onaylanması.

Sevr işte bu 2. ve 3. aşamalardan geçmediği için resmiyet kazanamamıştı. Peki ya Lozan?

Sıkı durun: Lozan Antlaşması, halifeliğin kaldırıldığı tarihte henüz yürürlüğe girmiş değildi. Bu durumda halifeliği emsal alarak diğer dinî reislerin de ülkeden kovulmalarını istemek bir yerlere gözdağı vermek anlamına mı gelmektedir, yoksa samimi bir 'laik' talepte bulunmak anlamına mı? Bence ikisi de değil. Asıl maksat, rakiplerimizi bir an önce Lozan'ı onaylamaya zorlamaktır.

Aklınıza takılmış olmalı: Lozan 24 Temmuz 1923'te imzalanmış diye biliyoruz, Ekim ayında da Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Peki 1924 yılında hangi onayı bekliyoruz hâlâ?

Biz 23 Ağustos 1923 günü Meclis'ten geçirmiştik Lozan'ı ama 3. aşamaya, yani devlet başkanının onaylaması noktasına hilafetin kaldırılmasından sonra gelebilmiştik. Bir başka deyişle Mustafa Kemal Paşa Lozan'ı, hilafetin kaldırılmasından 28 gün sonra onaylamıştı.

Yani bir tür satranç oynandığından emin olabilirsiniz. Önce Yunanistan onaylasın, sonra hilafeti kaldıralım, ardından biz onaylayalım, sonra da İtilaf devletleri...

Nitekim Yunanlılar bizden daha atik davranmışlar ve 11 Şubat 1924'te meclislerinde onaylamışlardı Lozan'ı. İtilaf devletleri başkanlarının ne zaman onayladıklarını biliyor musunuz? 6 Ağustos 1924 tarihinde.

Peki neyi beklemişlerdi bunca süre?

Anlaşılan, önce Lozan'da verdiğimiz sözlerin yerine getirilip getirilmediği (icraat) görülecek, sonra nihai onay verilecekti. O devrin Birleşmiş Milletler'i demek olan Cemiyet-i Akvam ise bir ay sonra, 5 Eylül'de Lozan Antlaşması'nı resmen tescil edecek ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması uluslararası garanti altına alınacaktı. Öte yandan Medeni Kanun'un hazırlanmasına bundan sadece 6 gün sonra başlanmış olması size de yeterince anlamlı gelmiyor mu?

ABD ve Fransa'nın hilafetin lağvı haberini bizden önce almalarında bir gariplik yok sizin anlayacağınız. Dert onların derdiydi çünkü.

Bu kitabı okuyan asker, darbeci olmaz da ne olur?

Masamda 1971'de basılmış bir "Türk Devrim Tarihi" kitabı duruyor. Yayınlayan: Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı. Kitaba göre Türk ordusunun "komutanları" çok kez milletin kaderine el koyarak onu kurtarmışlar. "Türk subayına gelecekte gene böyle bir görev düşebilir"miş. Bu kitabı okuyan öğrencinin ruh sağlığını düşünün.

 

Mustafa Armağan. 26 Aralık 2010, Pazar

 

 

GENELEVİNİ KURBAN KESEREK AÇAN CHP ZİHNİYYETİ



GENELEVİNİ KURBAN KESEREK AÇAN CHP ZİHNİYYETİ
>>>>>BU UTANMAZLARI UNUTTURMAYIN !!!<<<<<<

 

 

Milli mücadelede en fazla şehid veren illerimizden olan Antep altı bin...e yakın şehit vermiştir. 1918 yılında Fransızlar Antep'i işgal ettikten ancak üç yıl sonra Fransız bayrağı Antep kalesine zorla çekildi.Bu işgal zamanında henüz 16 yaşında bir genç olan yiğit Kâmil, Fransızların işgali altındaki Antep sokaklarında dolaşırken bir Fransız askerinin elinin, bir Türk kızının başörtüsüne değdiğini görünce dayanamadı; Fransız askerini öldürdü. Onuda orada şehid ettiler ve bugün Şehit Kâmil adında Gaziantep'te bir ilçe var. İşte bu mübarek şehidimizin bulunduğu ve ismiyle anılan bu ilçede gerçekleşen vakıadan yetmiş yıl sonra 1990'da CHP li Belediye Başkanı CELAL DOĞAN (1989 - 2004) genelev açıyor ve açılış kurban kesilerek, tekbir getirerek yapılıyor. Ortadoğu'nun en lüks, en modern kerhanesinin 1990 yılında Gaziantep şehrimizde kurban kesilerek, "Allahuekber" nidalarıyla, tekbirlerle, güle eğlene, bayram havasında açtılar.

 

BU UTANMAZLARI UNUTTURMAYIN !!!

Irzımızdır Çiğnenen, Evlâdımızdır Doğranan..
Hey Sıkılmaz, Ağlamazsan Bâri Gülmekten Utan..!
 

İSKİLİPLİ ATIF HOCA VE ŞAPKA İNKILABI




ÖMER MUHTAR



ÖMER MUHTAR



Ömer Muhtar (Arapça: عمر المختار , d. 1858 - ö. 1931) Libya'da İtalyanlara karşı yürütülen direniş hareketinin önderi.



Dini öğrenim gördü ve el-Kasr'daki Senusi tarikatının lideri oldu. İtalyanların 1911'de Libya'ya çıkarma yapması üzerine Osmanlı subayları ve Senusi şeyhi Ahmed eş-Şerif es-Senusi önderliğinde başlayan direniş hareketine gönüllü olarak katıldı. Uşi Antlaşması'yla Osmanlı Devleti'nin Libya üzerindeki hakimiyeti resmen sona erdi. İtalyan yönetiminin Trablusgarp'taki milliyetçi kuvvetler ve Berka'daki Senusilerle yaptığı uzlaşma görüşmeleri sonuçsuz kaldı. Ömer Muhtar 1922'de İtalya'da iktidara gelen Faşistlerin Libya'yı sömürgeleştirme politikasına karşı 1923'te Berka'da yeni bir direniş hareketi başlattı. Cebelü'l-Ahdar'da yaşayan aşiretlerden topladığı gerilla güçleriyle başarılı baskınlar gerçekleştirerek İtalyan kuvvetlerine ağır kayıplar verdirdi. Mısır ve Sudan'dan gelen yardımların kesilmesine karşın, Bedevi köylülerin yardımıyla direnişini 1931'e değin sürdürdü. 11 Eylül 1931'de bir çarpışmada yaralanarak İtalyanlara esir düştü. General Rodolfo Graziani'nin başkanlığında bir savaş mahkemesince ölüme mahkûm edildi ve Saluk'ta asıldı.

 




ADNAN MENDERES'İN SUÇU


ADNAN MENDERES'İN SUÇU
 

 
Menderes'in suçlarından birisi

Merhum Adnan Menderes'in önemli suçlarından birisini hatırlayalım.

... Merhum, 1952 yılında NATO toplantısı için Fransa'ya gider.

Bir ara Paris büyükelçisini yanına çağırarak;

- "Osmanoğulları ailesinin Paris'te yaşıyor olması gerek. Bunlar ne yer, ne içer, ne ile geçinir?" diye sorar.

Büyükelçinin hanedan hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını gören Menderes, büyük bir hayıflanma içerisinde;

- "Sana 24 saat mühlet! Ya Osmanlı ailesinin adresi ile ya da istifanla gelirsin" der. Bir müddet sonra büyükelçi adresle gelir.

Hanedanın ziyaretine giden Menderes, gördükleri karşısında çılgına döner.

Devlet-i Aliye'nin ulu Hakanı Sultan Abdülhamid Han'ın 80 yaşındaki hanımı Şefika Sultan, 60 yaşındaki kızı Ayşe Sultan ve diğer Osmanlı hanımları, Paris yakınlarında bir bulaşıkhanede Fransızların bulaşıklarını yıkamaktadırlar.

Menderes gözyaşlarını tutamaz. Şefika Sultan'ın ellerine sarılır ve;

- "Anne ne olur affet bizi, geç geldik" der. Ayşe sultan sürgünden otuz yıl sonra gördüğü bu vatan evladına;

- "Sen kimsin"? diye sorar. Menderes de;

- "Ben Türkiye Cumhuriyeti'nin başbakanıyım" der.

- "Ben başbakanım" sözünü duyan koca sultan sevinçten öyle bir çığlık atar ki kalbi duracak gibi olur, bayılır.

Menderes Türkiye'ye döner dönmez doğruca Cumhurbaşkanı Celal Bayar'a çıkar.

- "Osmanlı hanımlarını bulaşık yıkarken gördüm. Onların Türkiye'ye dönmeleri için af kanunu çıkaracağım" der. Celal Bayar da;

- "Adnan Bey sus! Sakın bu konuyu bir daha başka yerde açma, malum gazeteler tahrikiyle silahlı kuvvetlerin içindeki cunta Türkiye'de ihtilal yapar" der.

Menderes cebinden çıkardığı bir mektubu masanın üzerine bırakarak dışarı çıkar.

Mektupta şunlar yazılıdır:

- "Analarının ve babalarının Fransa da hizmetçilik yaptığı bir ülkenin başbakanı olmaktan utanç duyuyorum, istifamın kabulünü arz ederim. Adnan Menderes."

Menderes'in istifadan vazgeçmesi için epeyce uğraşılır ve hanedan hanımlarının yurda dönmelerine izin verilmesi şartıyla Menderes istifadan vazgeçer.

Dönüş:

İstanbul'a dönenler arasında Sultan II. Abdülhamid'in hanımı ve kızı da vardır.

Bir sabah erken saatte Teşvikiye'deki evlerinin kapısı çalınır. Kapıyı Abdülhamid'in kızı Ayşe Sultan açar. Gelen kişi Menderes'tir.

- "Şayet kabul buyururlarsa Valide Sultan'ı görmek isterim" der.

Başında tülbent elinde tespihiyle Menderes'i karşılayan Şefika Sultan;

- "Berhudar olasın evlâdım, hoş geldiniz..." der. Başbakan da;

- "Teşekkür ederim Valide hazretleri; hoş bulduk..." demesinden sonra Şefika Sultan;

- "Beyefendi, niçin önceden haberimiz olmadı? Böyle, hazırlıksız ve gâfil avlandık" der. Menderes de;

- "Zararı yok efendim. Bendeniz elinizi öperek hayır duanızı almak ve bir ihtiyacınız olup olmadığını öğrenmek için geldim" der.

Ayrılırken daha sonraları Yassıada da onun da hesabının sorulduğu şişkince bir zarf bırakır. İşte Menderes'in amansız suçlarından birisi budur.

 


OSMANLICA BAŞKA BİR DİL DEĞIL GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNİN ANASIDIR



OSMANLICA BAŞKA BİR DİL DEĞIL GÜNÜMÜZ TÜRKÇESİNİN ANASIDIR

Osmanlıca bin senelik Türk İslâm tarihinin, kültürünün, medeniyetinin, biliminin, felsefesinin oluşturduğu, İslâm harflerini alfabe olarak kabul etmiş bir milletin konuşma ve yazı ...dilidir. Osmanlıca muhteva ve şekil itibariyle birbirinden ayrılmaz üç unsurdan oluşuyor. Osmanlıcanın elbisesi İslâm harfleri, vücudu kelimeler, ruhu kelimelerin manalarıdır.

Dil bir milletin hafızasını, imanını, irfanını kültürünü ifade eden geçmiş ile gelecek arasında köprü kuran önemli bir araçtır. Bir dili anlaşılmaz kılmak belki o millete yapılacak en büyük suikasttır.

Osmanlıca nedir? Osmanlıca demek doğru mudur? Osmanlıca Türkçeden ayrı bir dil midir? Osmanlı döneminde konuşulan Türkçe midir? Edebi Türkçe midir? Bazılarının dediği gibi Türkçenin İslâmileştirilmiş hali midir? İslâm harfleri ile yazılan bir Türkçe midir? Günümüz Türkçesini İslâm harfleri ile yazdığımız zaman Osmanlıca olur mu? Öncelikle şuna karar vermeliyiz; Osmanlıca bir konuşma dili midir? Yoksa bir alfabe meselesi midir?

Osmanlıca bin senelik Türk İslâm tarihinin, kültürünün, medeniyetinin, biliminin, felsefesinin oluşturduğu, İslâm harflerini alfabe olarak kabul etmiş bir milletin konuşma ve yazı dilidir. Osmanlıca muhteva ve şekil itibariyle birbirinden ayrılmaz üç unsurdan oluşuyor. Osmanlıcanın elbisesi İslâm harfleri, vücudu kelimeler, ruhu kelimelerin manalarıdır.
İlhan Ayverdi bir yazısında: “Dil taşıyıcıdır; bir milletin kültürünü, sanatını, îmânını, düşünüş sistemini, yaşayış özelliklerini, sâhip olduğu değerleri dünden bugüne taşıyan kutsal bir nehir gibidir…” demektedir.

İlber Ortaylı Osmanlıcayı şöyle tanımlar:
“Osmanlıca, Avrupa dillerindeki Ottoman, Osmanisch kelimelerinin yanlış çevirisidir. Bir dönemi ve bir üslubu nitelendirmek için yanlış kullanılan sıfat, üstelik bir de isim haline getirilip kavramlaştırılmış ve bilgisizce bir kimlik kompartımanına dönüştürülmüştür. Osmanlıca öyle Fransızca ve Rusça gibi ayrı dil olarak anlaşılamaz, Arap harfleriyle yazılan bir Türkçedir.
Osmanlıca adıyla günümüz de kabul gören Osmanlı Türkçesi özellikle Arapça ve Farsçadan etkilenmekle birlikte özgün bir dil olarak gelişimini sürdürmüştür. Günümüz Türkçesinin de ana kaynağı durumundadır.

Attila İlhan Osmanlıcanın tanımını şöyle yapar: “Osmanlıca, Türklerin yüzyıllar boyunca geliştirdikleri özgün bir dil, Arapçadan da, Farsçadan da yararlanmış, ama ikisi de olmamış; yeni Türk kuşakları Osmanlıcayı anlayabilmelidir ki, gelecekle geçmiş arasındaki köprüyü sağlam kurabilsinler!” Osmanlıcanın özgün bir dil olduğunu yapay bir dil olmadığını ifade eder.

Osmanlıcanın iki yönü vardır. Birisi dili, diğeri elifbası… Dili itibarıyla Edebi Türkçeyi, yazısı itibarıyla Kur’an harflerini ifade eder.

Murat İNCEİMAMOĞLU / Irfan Mektebi(aylık ilmî, edebî, kültürel dergi)

OSMANLIYI LOZAN`DA YIKTILAR.




OSMANLIYI LOZAN`DA YIKTILAR



Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır.


Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir?

Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir.

Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır! Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur.

Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır.

Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.

D. Mehmet Doğan

"Atatürk bütün mal varlığını millete bağışlamıştır" diyenlere Mustafa Armağan'dan tokat gibi cevap



"Atatürk bütün mal varlığını millete bağışlamıştır" diyenlere Mustafa Armağan'dan tokat gibi cevap



Damat Ferid ile Atatürk ortakmış! - Mustafa Armağan


Kemal Kılıçdaroğlu, CNN Türk’te Enver Aysever’in sorusu üzerine Atatürk’ün bu ülkede ya...şayan herkesin ortak paydası olduğunu söylemiş. Hızını alamamış olacak ki, “Atatürk’e karşı çıkmak vatan hainliğidir” incisini de düşürmüş ağzından. Sonra şu beylik cümleyi sarf etmiş: “Atatürk bütün mal varlığını bu ülkeye bağışlamıştır.”

Yoksa başka bir ülkeye mi bağışlamalıydı? diye başlayabilirdim söze ama öyle yapmayıp sırayla cevaplayacağım.

Demokratik bir ülkede kişiler ‘ortak payda’ olamaz. Bu tamamen anti-demokratik bir düşünce şeklidir. ‘Ortak payda’ her zaman halktır. Payda her zaman paydan büyük olduğuna göre millet nasıl Atatürk’ten küçük olur? Tersine, Atatürk milletin paylarından biridir. Hem başka payları da vardır milletin. Din, tarih, gelenek, dil, bayrak…

Atatürk’e karşı çıkmak neden ‘vatan hainliği’ olsun ki? Ancak totaliter bir görüşe sahipseniz ‘ortak payda’ olarak kurguladığınız Atatürk’e aykırı bir görüşü ‘vatana ihanet’le yaftalarsınız. Peki Atatürk vatanla özdeş midir? Milletin kendisi midir? Nasıl böyle bir ilahlaştırmaya gidilebilir? İtalyanlar Garibaldi’ye, Amerikalılar Washington’a, Fransızlar Napolyon’a, Almanlar Bismark’a karşı çıktıklarında vatanlarına ihanet etmiş mi olurlar? Kendilerine söylendiğinde şaka yaptığınızı zannedeceklerinden de emin değilim. Hakaret olarak görürler olsa olsa.

Atatürk ‘bütün mal varlığı’nı millete bırakmışsa o zaman CHP’ye bıraktıkları ne oluyor? Yoksa Atatürk ile milleti özdeşledikleri gibi millet ile CHP’yi de aynı mı kabul ediyorlar? Ediyorlarsa bu ‘millet’ kendilerine oy veren yüzde 20’den mi ibarettir? Geriye kalan yüzde 80 millet değil midir?


MAKBULE HANIM’IN ADASI VARMIŞ


Hem sonra Atatürk’ün CHP’ye bıraktığı mal varlığına ne diyeceğiz? Atatürk Hind Müslümanlarının gönderdiği yüklü meblağı aynı parayla kurduğu İş Bankası’nda nemalandırmış, muazzam bir servet edinmişti. Ayrıca satın aldığı veya hediye edilen ev, tarla, bahçe ve çiftlikleri, hatta lunaparkı bile vardı. Bunların büyük kısmı vasiyetnameyle hazineye devredilmişti.

Hazineye neden devrettiğini de incelemekte fayda var. Öncelikle devretmemiş olsaydı Türkiye’nin en büyük toprak ağası, Makbule Hanım’ın ikinci kocası Mecdi Boysan (ö. 1946) olacak ve bugün bile devam eden bir dava yumağı içinde kalacaktı gayrimenkuller. Nitekim Makbule Hanım’ın Atatürk Orman Çiftliği’nde hissesi bulunduğu için dava açtığını 1950’li yıllara ait “Cumhuriyet” gazetesinden okumak mümkündür.

Hayır, Atatürk ‘bütün mal varlığı’nı millete devretmemiş, nakit ve gayrimenkullerinin bir kısmını CHP’ye bırakmıştı. Başkalarına da bırakmıştır. Mesela Makbule Hanım’a bıraktığı ve sonradan parça parça sattığını öğrendiğimiz arsalar, portakal çiftlikleri, hatta Eğirdir Gölü’ndeki Can Adası neci oluyor? Demek ki Atatürk kız kardeşine ‘ada’ dahil bazı gayrimenkuller bırakmıştı.

Atatürk mallarını 12 Haziran 1937’de hazineye devrettikten sonra 5 Eylül 1938 tarihli vasiyetnamesiyle bütün nakit ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul mallarını CHP’ye bırakmıştı. Nakit ve hisse senetlerinin İş Bankası tarafından nemalandırılmasını, Makbule, Afet, Sabiha, Ülkü, Rukiye ve Nebile’ye maaş bağlanmasını, Sabiha’ya ev alınıp üstüne bir de para verilmesini, Makbule’ye yaşadığı sürece Çankaya’daki evin tahsisini, İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini tamamlamaları için para yardımı yapılmasını ve her yıl nemadan artan miktarın yarısının Tarih, öbür yarısının da Dil kurumlarına bırakılmasını vasiyet eden Atatürk’ün ‘bütün mal varlığını millete bıraktığını’ nasıl söyleyebiliyorlar? Hayret.


DAMAT FERİD’İN HİSSE SENETLERİ


Geçenlerde ‘hain’ Damat Ferid Paşa’nın torunlarından Halil Hurşit Bey, İş Bankası’nın ortağı olduğunu iddia edince ortalık fena halde karışmış. Bir süre sonra anlaşılmış ki, iş gayet ciddi: Meğer Damat Ferid’in torununun elinde vaktiyle İttihatçıların kurduğu İtibar-ı Milli Bankası’nın hisse senetleri varmış. Bunları kaydileştirmeye gelmiş bankaya. Nedense bu işlem sırasında arbede yaşanmış. Belli ki güçlerine gitmiş banka yetkililerinin. Malum İtibar-ı Milli, muazzam kaynaklara sahip bir bankaydı. El çabukluğu marifet bir günde İş Bankası’na dahil edilivermişti. Bu haberden öğrendik ki, Damat Ferid de Atatürk ile İş Bankası’nın ortaklarındanmış! (Sabah, 28 Aralık 2012)

Gözden kaçan bir ayrıntı daha: Başlangıçta Atatürk, üzerindeki bütün taşınır ve taşınmaz malları CHP’ye devretmek istemiş, ancak hukukçuların iyi bildiği ‘mahfuz hisse’ (saklı pay) sorunu yüzünden özel bir kanun çıkarılması gerekmişti. Nedense 1937’de bu kararından vazgeçti, CHP’ye ve bazı yakınlarına bıraktıkları dışındaki mallarını hazineye devretmeye karar verdi. Neden böyle bir karara vardığını İnönü’nün 12 Haziran 1937 tarihli Meclis konuşmasından öğreniyoruz.

İnönü’ye göre Atatürk, çiftlikleri CHP’nin malı olarak saklıyordu. Şimdi hazineye terk etmesi, CHP’nin artık hükümetten ayrı bir siyasal kuruluş olmaktan çıkmış, hükümetle kaynaşmış, milletin ve devletin ‘ortaklaşa bir kurumu’ haline gelmiş olmasından kaynaklanıyordu. Nitekim Nadir Nadi, “şimdi parti ile devletin aynı şey olmak derecesine yükselmiş olmasından dolayı Atatürk’ün çiftlikleri doğrudan hükümetin yönetimine emanet ettiğini” yazacaktır.


NAKİT VARLIĞI CHP’YE


Atatürk mallarını bağışladığının ertesi günü “Ben icap ettiği zaman en büyük hediyem olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.” demiştir. Bence yalnız canını değil, bütün nakit varlığını ve hisse senetleriyle Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarını da Türk milletine hediye etmiş olsaydı çok daha uzak görüşlü davranmış olurdu.

Muhtemelen uzun bir süre çok partili hayata geçilmeyeceğini, geçilince de kurduğu partiyi yüzyıllarca ayakta tutacak bir mal varlığını garanti etmeyi tasarlamıştı. Kendisi bu partinin kurucusu ve her şeyiydi, öldükten sonra da kendisini savunacağını biliyordu. Bu yüzden parti ile devleti bütünleştirdikten sonra mal varlığının bir kısmını hükümetin, öbür kısmını da partinin tasarrufuna bırakmıştı.

Demokrat Parti bu mal varlığına hükümet adına el koymaya kalkışınca ortalık toz duman oldu. Darbenin sebeplerinden biri de Menderes’in, devletin gayrimenkullerini partiden geri almaya kalkma günahını işlemesiydi. Onlara dokunulamazdı.

Kılıçdaroğlu’nun diline vurmuş olan “ihanet” vurgusu, arkasına saklanıp nemalandıkları Atatürk’ün maddi mirasından güç almaktadır. Kendilerini devletle, onu da Atatürk’le aynılaştıranların neden ikide bir “Atatürk herkesin ortak paydasıdır” dediklerini anlıyorsunuzdur artık. Hem bu ‘karşı çıkan’ herkesi hainlikle damgalama alışkanlığından vazgeçseler iyi olur. Zira bizzat hatıratında ona nasıl ‘karşı çıktığı’na dair satırlarla karşılaştığında İsmet Paşa’nın bile ‘hain’ ilan edilme riski doğabilir. Benden söylemesi!


Mustafa Armağan

Musul elimizden nasıl gitti?-Prof.Dr. Mehmet ÇELİK-VİDEO

M. Kemal Paşa nasıl meclis başkanı oldu? - Prof.Dr. Mehmet ÇELİK


GAZETELERDE İSMET İNÖNÜ'NÜN RESMİNİN MUTLAKA BİRİNCİ SAYFADAN VERİLMESİ



GAZETELERDE İSMET İNÖNÜ'NÜN RESMİNİN MUTLAKA BİRİNCİ SAYFADAN VERİLMESİ


1940'LI YILLARDA, GAZETELERDE İSMET İNÖNÜ'NÜN RESMİNİN MUTLAKA BİRİNCİ SAYFADAN VERİLMESİNİN VE ASLA SAYFANIN ORTASININ ALTINDA YER ALMAMASININ ZORUNLU OLDUĞUNU, BUNA RİAYET ETMEYEN GAZETENİN ÖNCE UYARILDIĞINI, DAHA SONRA DA KAPATILDIĞINI BİLİYOR MUYDUNUZ ?


KAYNAK : TARİHÇİ YILMAZ ÖZTUNA

SEBİLÜRREŞAT BELGESELİNDE YAPILAN RÖPORTAJ

BİR İTİRAF


BİR İTİRAF


“Müslümanların her şeyini bozduk, yok ettik. Dinleri, inançları, dine bağlılıkları ve insani duyguları yok oldu.

Onların milli ve manevi değerlerini, Batı medeniyeti (!) postasında eriterek kendimize benzettik. İslamiyeti öğrenmeyi, yaşam...ayı, namaz kılmayı, Kur’an öğrenmeyi suç ve gericilik olarak göstermeyi başardık. Artık çoğu hiçbir şeye tam olarak inanmıyorlar.

On dört asırlık dinlerini, itikadlarının, ibadetlerini tartışılır hale getirdik. Derin bir boşluğa düşürdük. Bundan sonra siz misyonerlerin işi daha da kolaylaştı. Maaş bağlayarak, vize vaadi, yurt dışında iş imkanı, hatta cinselliği kullanarak Müslümanları Hırisitiyan yapınız!...”


Lois Massignon (Su Dergisi, Yıl:1, sayı: 3, Mayıs-Haziran 2005)


COŞKUN ARAL "HARF DEVRİMİ, BİN YILLIK KÜLTÜRE BETON DÖKTÜ!"




COŞKUN ARAL "HARF DEVRİMİ, BİN YILLIK KÜLTÜRE BETON DÖKTÜ!"


Gazeteci ve belgesel yapımcısı Coşkun Aral, "benim dedem Osmanlıcayı uzun bir dönem kullanmış. Niye bir anda yerin dibine sokulsun ki" dedi.

CNN Türk'te Enver Aysever'in programına katılan Aral, "Harf devrimini eleştiriyorsunuz. Diyorsunuz ki harf devrimi bir devrim değil, kopuştur?" şeklindeki soruya, "Bize öyle anlatılmıştı. Arap alfabesi zor olduğu için Latin alfabesine geçtik. Latin alfabesine geçmesini ben çok isterim, çok güzel, kullanıyorum ama niye bin yıllık kültürün birikimini bir anda hiç anlaşılmayan bir dil haline getirip, beton dökmek..." şeklinde cevapladı.

Osmanlıca eserlerin ve dökümanların dünyanın her tarafında bulunduğunu belirten Aral, sözlerini şöyle sürdürdü:

"İran'da bugün herkes Farsçayı Arap alfabesiyle okuyup yazıyor. İsrail de Yunanistan da Rusya da kendi alfabeleriyle okuyup yazıyorlar. Latin alfabesinin ilk uygulanışı bizim cumhuriyet tarihinde değil. 1918'de Yön gazetesi çıkarılıyor Lenin'inin isteğiyle Azerbeycan'da. İlk uygulama orada. Yani bir ilk değil. Ben aşağı yukarı Roma döneminden, Bizans döneminden devralınmış bir uygarlığa ilişkin izin, kayda geçmiş envanterini niye başkalarının tercümesinden okuyayım.

"İki sene önce Yemen'e gittiğimde bakanlıktan biri 'gel seni, sizin kütüphaneye götüreyim' dedi. 'Biliyor musunuz, burada sukortodaki balıklara ilişkin çok güzel kitaplar var' dedi. Bir kitap çıkardı içi muhteşem minyatürlerle dolu çok muhteşem bir kitap... 'Okusana' dedi. 'Okuyamam' dedim. 'Türkçe' dedi. 'Yok bu Arap alfabesiyle yazılmış Türkçe, ben bunu okuyamıyorum' dedim. Sizin böyle bi hazineniz var, Afrika'da iziniz var oysa siz tercümelerle suyunun suyunun suyunu okuyorsunuz. Ben kivi meyvesiyle kivi kuşu arasındaki ayrımı öyle bir kitaptan öğrendim. Yapı Kredi bastı hem İngilizcesini hem Osmanlıcasını. Bırakın orada kivi meyvesiyle kuşu arasındaki farkı size herşeyi veriyor. Evet benim dedem Osmanlıcayı uzun bir dönem kullanmış. Niye bir anda yerin dibine sokulsun ki. Ben yeni Osmanlıcı falan da değilim."