16 Eylül 2012 Pazar

Namazını Kılmadan Mindere Çıkmazdı; KOCAYUSUF



Namazını Kılmadan Mindere Çıkmazdı; KOCAYUSUF



Fransız bandıralı La Bourgogne Transatlantiği'nin güvertesinden enginleri seyreden Koca Yusuf, geminin kuş gibi uçarak, bir an önce kendisini vatanına kavuşturmasını istiyordu. Aylardır, Av...rupa'yı ve Amerika'yı dolaşmış, dünyanın namlı pehlivanlarıyla güreş tutmuş, hepsinin de sırtını yere getirmişti. Artık bütün dünya kendisinden, "dünya şampi
yonu" diye bahsetmekteydi. Yusuf, vatanından ayrılırken, "keferelerin sırtını yere vuracağım" demiş ve dediğini yapmıştı. Gurbet elde daha fazla kalmaya tahammül edemiyordu. Vatanı, ailesi gözünde tütmeye başlayınca, her şeyi bir tarafa bırakarak yola çıkmağa karar vermişti.


5 Haziran 1898 gününe kadar yolculuk gayet sakin geçti. Koca Yusuf o gün yüreğinin sıkıldığını hissediyordu. Ferahlamak için abdest aldı. Nafile namazı kıldı. Daha sonra güverteye çıktı. İşte tam o sırada müthiş bir gümbürtü duydu. Bindiği gemi, İrlanda bandıralı Crmartyshire gemisiyle çarpışmıştı.



Okyanus'un ortasında bir fındık kabuğunu andıran gemi gittikçe sulara gömülmektedir. Yolcular büyük bir telaşla sağa sola koşuşmakta, filikalara binmek için birbirlerini ezmektedirler.Koca Yusuf, gemiden ayrılmadan önce, ne olur ne olmaz diye iki rekat namaz kıldı. Daha sonra filikaya binmek üzere denize atladı. En yakın bir filikaya doğru gitti ve kenarından tutundu. Tayfalarla yolcular, KocaYusuf un binmesiyle kayığın batacağından çekinerek bu koca pehlivanın binmesine engel olmaya çalıştılar. İlk önce kürekle ellerine vurdular. Koca Yusuf un parmaklarını kayığın kenarından sökememiş-lerdi. Cihan pehlivanının parmakları mengene gibi kayığın kenarlarını sımsıkı kavramıştı.


Tayfalar, ellerindeki baltayı insafsızcasına KocaYusuf un bileklerine vurmağa başladılar ve bu şanlı pehlivanın bileklerini kopardılar. Koca Yusuf, son ânının geldiğini anlayınca kelime-i şehâdet getirdi. Kayıktakiler dünya şampiyonunun bu son sözlerini duymuşlardı. Uzaklaşan filikalar, deniz üzerinde sadece bir vücudun sırt üstü değil de yüzü koyun durduğunu gördüler. Bu, KocaYusuf un vücuduydu. Son ânında bile, "göbeği yıldız görmemişti"...



KocaYusuf güreşi "cihad" olarak kabul etmekteydi. Avrupa ve Amerika'ya gitmesinin yegâne gayesi, gayr-ı müslimlerle güreş tutup, onlara galebe gelmekti. Böylece müslüman pehlivanların üstünlüğünü isbatlamış olacaktı. Bu şuurla güreşlere çıkmış, bütün rakiplerinin sırtını mindere yapıştırmıştı. Gözünde para pul yoktu. Bu bakımdan kendisine yapılan, inancına aykırı bütün teklifleri reddetmişti.


KocaYusuf, son derece dindardı. İbâdetlerini aksat-mazdı. Güreş karşılaşmalarını namaz vakitlerine denk getirmez. Namazını kılmadan mindere çıkmazdı.


Cenab-ı Hak, bu inançtaki, bu şuurdaki kulunu huzuruna alırken de bir İkram-ı İlâhî olarak onun nâmını muhafaza etmişti. Ömrü boyunca sırtı yere gelmemiş olan Koca Yusuf un son ânında da "göbeği yıldız" görmemiş ve deniz üzerinde yüzü koyun vaziyette kalakalmış, bir müddet sonra da yine o vaziyette, olduğu gibi okyanus'un derinliklerine, bu geniş makberine gömülmüştü.


Meşhurların Son Anları, Burhan Bozgeyik, Sayfa:286, TÜRDAV, İstanbul 1993



14 Eylül 2012 Cuma

İSMET İNÖNÜ PAŞA HARF İNKILABI HAKKINDA İTİRAF EDİYOR:



İSMET İNÖNÜ PAŞA HARF İNKILABI HAKKINDA İTİRAF EDİYOR:






İşte İsmet İnönü'nün ağzından, harf devriminin asıl amacı: "Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Uzun yıllar devlet eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti.(uzun süren harblerden dolayı 'A.B'. ) ; vermiş olsaydı şüphesiz ki daha yüksek olurdu. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.(...) Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik.(...)




Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."




İnönü, Hatıralar C.II s 223



‎1915 OSMANLI GENÇLER CEMİYETİ..




II. ABDULHAMİT HAN








II. ABDULHAMİT HAN



• İlk defa elektriği, gazı getiren, ilk modern eczanemizi açtıran,

• İlk otomobili getiren, 5 bin km kara yolunu yaptırtan,

• Dünyanın ilk metrolarından birini Karaköy-Taksim arasına yaptıran, atlı ve elektrikli tramvay
lar kuran,


• Kudüs-Yafa, Ankara-İstanbul ve Hicaz demir yollarını yaptıran (Haydarpaşa Tren İstasyonunu da tabi),

• İstanbul’un binlerce fotoğrafını çektiren, Arkeoloji müzeciliğini başlatan,

• Chicago’daki turizm fuarına ülkemizi ilk kez sokan,

• Kuduz aşısının bulunmasından sonra Ülkemizin ilk Kuduz Hastanesini (İstanbul Darü’l-Kelb Tedavihanesi) açtıran,

• Polisiye romanların ülkemize girişini sağlayan, (14 yıl içinde basılan 4000 kitaptan sadece 200 kadarı dinle ilgili idi..)

• Okullara (Hristiyan okulları dahil) gönderdiği emirde, Türkçe’nin iyi öğretilmesini isteyen, Azerbaycan okullarında Türkçe yasağını kaldıran, Paris’te İslam Külliyesi kuran!

• Teselya savaşı sürerken saraylı hanımlara askerler için çamaşır diktiren de, hastaneleri ziyaret edip hastaların ihtiyaçlarını soran da, sarayın bahçesinde bile hastalara hizmet ettirten de!

• Midilli adasını eşi Fatma Pesend Hanım’ın şahsi mülkünden ısrarla verdiği para ile Fransızlardan geri alanda O!

• Israrla yerli kumaş giyen, Hereke bez fabrikası ve Feshaneyi kuran,

• Ziraat Bankasını kuran, Ticaret, Sanayi ve Ziraat Odalarını açtıran,

• Yıldız Çini fabrikasını, Beykoz ve Kağıthane kağıt fabrikalarını,

• Toplu sünnet merasimleri yaptırıp her bir çocuğa çeyrek altın gönderen, bu yüzden yaz aylarında toplu sünnetleri moda eden,

• Mezuniyet törenlerinde öğrencilere hediye kitap gönderen,

• Yoksul halkına kendi cebinden ödeyerek kömür dağıtan,

• Ermeni Onnik’in mektubu üzerine kendi parasından takma bacak yaptırtan,

• Biriktirdiği parasından bir kısmını her sene borç yüzünden hapse düşenleri kurtarmaya tahsis eden,

• Modern matbaa makinelerini Türkiye’ye getirten, ücretsiz kitap dağıttıran, 6 bin kitabın çevrilmesini sağlayan, Beyazıt kütüphanesini kurup 30 bin kitap bağışlayan (10 bini el yazmasıdır),

• Yabancı bilim adamı ve yazarlara Nişanlar veren,

• Her yıl 30 bin saksı satın alıp çiçek ektiren,

• Bizim Hekimbaşı çöplüğü dediğimiz yerde gül yetiştiriciliği yaptıran da (Isparta’daki gül yetiştiriciliği de O’nun öncülüğünde başlamıştır),

• Türkiye’nin birçok yerinde saat kuleleri yaptıranda O dur! (İzmir,Dolmabahçe..),

• Hindistan, Cava, Afganistan, Çin, Malezya, Endonezya, Açe, Zengibar, Orta Asya ve Japonya ya elçiler ve din adamları gönderen,

• Latin Amerika ülkeleri ile diplomasiyi başlatan,

• Yalova Termal kaplıcalarını kurduran, Terkos’un sularını İstanbul’a taşıtan, Bursa’nın bir köyünde bile çeşme yaptırabilen O dur, (Sadece İstanbul’a 40 çeşme yaptırmıştır),

• Sarayında yaptırdığı tiyatroda oyunlar ve opera izleyen,

• Sarayda müzik okulu kurduran, çocuklarına piyano çaldırtan, hatta sarayda kızlar bandosu oluşturan,

• Kendi elleri ile yaptığı marangozluk eşyalarını hediye etmeyi seven,

• Kendisine yapılan bombalı suikast de 26 kişinin ölmesine, 58 kişinin yaralanmasına rağmen Ermeni katili affedip Avrupa da hafiyelik yapmaya gönderen de O dur.

• Doğu Türkistan’a gönderdiği askeri yardım ile Çinlilere karşı onları örgütleyen, Çin'in göbeği Pekin'de Hamidiye Üniversitesini kurdurtan da,

• Beş vakit namazını aksatmadan kılan, hiçbir evrakı abdestsiz imzalamayan (hatta yere bile basmayan [yatağının dibinde teyemmüm tuğlası bulunduruyordu]),

• Yeni gemiler alan, toplar(Çanakkale Savaşı’ndaki çoğu top), tüfekler getirten de!

• Telefonu Avrupa’dan 5 yıl sonra ülkemize getiren de O dur!

• Kiliselere, sinagoglara yardım eden (hatta Vatikan’da kilise yapılmasına bile yardım eden),

• Peygamberimize, dinimize veya Osmanlıya hakaret içeren oyunları kaldırtan (Fransa-İngiltere-Roma-ABD) (Bir piyes için bile Alman İmparatorunu devreye sokmuştur),

• ABD’nin Erzurum’da konsolosluk açmasını reddeden, İzmir limanına izinsiz girmeye kalkan ABD savaş gemisini top ateşine tutturan,

• İstanbul boğazı için iki köprü projesi çizdiren (bir tanesi tam bu günkü Fatih S.M.köprüsünün bulunduğu mevkidedir),

• Darülaceze yaptırıp içine sinagog, kilise ve cami koyduran,

• Çocuk hastanesi (Şişli Etfal [çocuklar] Hastanesi) açtıran,

• Kendisine “Allah’ın belası”diyen Namık Kemal’i Rodos ve Sakız adası valiliklerine atayan, parasını cebinden ödediği yerde kabir yaptırtan,

• Posta ve Telgraf teşkilatını kurduran (Sirkeci Büyük Postane binası..),

• Abdülhamit ve Abdülmecid (dünyanın ilk torpido atan denizaltısı) adında denizaltılarımızı Taşkızak tersanesinde yaptırtan da (üstelik kendi cebinden..), O!

• İlkokulu zorunlu tutan (kız ve erkeklere), ilk kız okullarını açtıran, 15 tane okulda karma eğitime ilk defa geçen,

• Öğretmen yetiştirmek için okullar yaptıran (32 tane) (ör.şimdiki adı ile Bursa Çelebi Mehmet okulu), Kız Öğretmen Okullu açan (Daarül Malumat),

• Cami yaptırdığı her köyde birde ilkokul yaptıran (Mesela sadece Sivas’taki ilkokul sayısı 1637), okuma yazma oranının 5 kat arttıran, (1900 yılında ilkokul sayısı 29.130’u bulmuştu, sadece Anadolu’da 14 bin ilkokul vardı)

• Orta okul (Rüşdiye)sayısı 619’a çıktı, Fransızca dersleri konuldu,

• Lise eğitimi için İdadiler açan (109 tane), (İstanbul Erkek-Kabataş Lisesi..)

• İstanbul’da Darülfünün (Üniversite) açan, Dünyanın ilk Dişçilik okulunu kuran,

• Ayrıca Deniz Mühendis Okulu, Askeri Tıp Okulu (GATA’nın atası), Kuleli Askeri okulu, Mekteb-i Harbiyeler (Harp Okulları yani) ,Askeri Baytar Okulu, Kurmay Okulu, Mekteb-i Mülkiye (Siyasal Bilgiler Fak.), Mekteb-i Tıbbıye-i (Marmara Ünv.Tıp Fak.), Mekteb-i Hukuk, Ziraat ve Baytar Mektebi, Hendese-i Mülkiye (Yüksek mühendis okulu), Daarül Muallim-i Adliye (Yüksek Adalet Okulu), Maliye-i Mekteb-i Ali (Yüksek Ticaret Okulu), Ticaret-i Bahriye (Deniz Ticaret Okulu), Sanayi-i Nefise Mektebi (Güzel sanatlar fak.), Hamidiye Ticaret Mektebi (İktisadi ve Ticari ilimler akademisi), Aşiret Mektebi (Osmanlılık fikrini yaymak için), Bursa’da İpekböcekçiliği okulu, Dilsiz ve Âmâ Okulu, Bağcılık ve Aşıcılık Okulu, Orman ve Madencilik Okulu, Polis Okulu onun tarafından kurulmuştur.

• Unutmadan bide Ankara’da Çoban Okulu var..



TANIYAMADINIZ MI?



Hani neredeyse bütün sözde aydınların sövdüğü, öğretmenlerimizin kendi ideolojik yaklaşımı ile anlattığı, baskı yapıyor diyerek, o dönemin şartlarını bile düşünmekten aciz olan insanların sevmediği.. (Neden kimse 1925’deki Takrir-i Sükun Kanununu ile bütün muhaliflerin susturulduğunu düşünmez? Bu dönemde hükümet veya mahkeme kararıyla pek çok yayın organı kapatıldı, özellikle sol yayınlar tamamen yeraltına itilmişti. Ya da İsmet İnönü döneminde 44 gazete kapama emri verildiğini. Yakub Kadri’nin “İsmet Paşa bir polis devleti kurdu dediğini.”

Düşünmeyiz; çünkü o kişilere karşı körü körüne yargılarımız yoktur, at gözlüğü ile değil o dönemin şartlarına göre bakarız tarihe.İngilizlerin oyunu, İttihatçıların tertibi ile “Din elden gidiyor!” gibi komik bir gerekçe ile 31 Mart vakasına maruz bırakılan, 1895-96’da Doğu Anadolu’da Ermeniler tarafından kurulmak istenen devleti, Hamidiye Alayları ile bastıran, bu sebeple Fransız tarihçi tarafından Kızıl Sultan diye isimlendirilen,



SULTAN II. ABDÜLHAMİD HAN



Belki de gerçekten suçluydu, kötü bir insandı. Çünkü Osmanlı topraklarında petrol araması yaptırıp 65 yerde petrol buldurması, bunun üzerine Musul topraklarını şahsi parasıyla alıp sömürgecilerin eline geçmesine mani olması..

Ya da Yahudilerin 5 milyon altın teklifine rağmen Filistin’e yerleşmelerine izin vermemesi (tahtan indirildikten sadece 8 yıl sonra emellerine kavuşacaklardır), vatan hainliğidir,

Ne bileyim; 240 üyeli Osmanlı meclisine 140 Türk vatandaşı sokmayı beceren İttihatçıları dinlemeyip meclisi kapaması,

Baskı yaparak devletin ömrünü 30-40 yıl uzatması, böylece o yıllarda daha genç bir subay olan Mustafa Kemal’in Türk milletinin kaderinde rol almasına vesile olması suçtu?

Belki de Prof.Dr.Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi;“Milletimiz bu hükümdarın dehasına çok şey borçludur”Belki de Prof.Dr.İlber Ortaylı’nın dediği gibi;“Osmanlının son hükümdarı, son evrensel imparator II.ABDÜLHAMİD’dir”



Lütfen düşünün bizim kadar köklü tarihi olup ta o tarihe sırtını dönen, iftira atmaktan zevk alan, Osmanlıyı kötülemeyi Cumhuriyetçilik sayan, laik düşünceyle dinin egemen olduğu bir sistemi eleştiren, okumak yerine duymakla yetinen, araştırmadan her konuda uzman olan kaç millet vardır?

Lütfen bu yazılanları tek tek araştırın, belki o zaman ne demek istediğimizi anlarsınız..



ZAFERSİZ KAHRAMAN İNÖNÜ








ZAFERSİZ KAHRAMAN İNÖNÜ




İnönü cumhurbaşkanlığına geçer geçmez Atatürk resimlerinin yanına kendi resmini astırmış, bir süre sonra da Atatürk resimlerini kaldırtmıştı. Erzurum Valisi Haşim İşcan 1939'da Life dergisine bu pozu vermiş.(fotoğraf)



İstiklal Savaşımızın meşhur bir Ayıcı Arif'i vardı, Samsun'a ilk çıkanlardandı. Milli Mücadele'de çeşitli hizmetleri görüldü, albaylığa kadar yükseltildi, Eskişehir milletvekili oldu.


Ne gariptir ki, 1926 İzmir Suikasti davasında asılanlardan biri de odur. Sebebi, Milli Mücadele'nin ilk hatıratı olma özelliğine sahip anılarının kenarına aldığı notlardı.


Ayıcı Arif'in hatıratında bir nokta dikkatimi çekti. Diyor ki 2. bölümün hemen başında: Birinci İnönü zaferinden sonra "Daha önce Doğu'yu aydınlatmış olan hürriyet ve istiklal güneşi, şimdi Batı'yı aydınlatıyordu."

Aslında Kâzım Karabekir Paşa'nın Doğu'daki zaferlerini bilenler buna pek şaşırmayacaklardır. Lakin mevcut İnkılap Tarihi kitaplarında Batı cephesindeki mücadelelerden başkası hemen hiç anlatılmadığı için 'daha önce Doğu'yu aydınlatmış olan güneş' esprisi yeni neslin kafasında pokemon gibi parıldamaktadır. Ne de olsa tarihten Karabekir'in adı silinmiştir. İşte kızımın okuduğu 8. sınıf İnkılap Tarihi kitabında İnönü'nün 15 fotoğrafı varken, Karabekir'in bir fotoğrafı zar zor yer alabilmiş.


1925 yılında, yani "Nutuk"tan 2 yıl önce yayınlandığı için Ayıcı Arif'in anılarından, henüz resmi tarihin köşeli anlatımı tarafından biçimlendirilmemiş bazı bilgilerin sızdığı gözden kaçmıyor. İşte bunlardan birisi:


Hani fedakâr Anadolu kadınlarının kağnılarla cepheye silah taşıdığı yazılır, çizilir, resimleri gösterilir ya, şu soru unutulur nedense: Sahi bu silahlar nereden nereye götürülüyordu? Sanki Batı cephesinden yine Batı cephesine, öyle değil mi?


Ayıcı Arif'e göre hiç değil. Şöyle diyor:


"Yunanlılara karşı hazırlanan ordumuzun muhtaç bulunduğu silahlar ve malzemelerin büyük bir bölümü ta Erzurum'dan develerle, Diyarbakır ve Sivas'tan kağnılarla çekilmiş ve gönderilmiş... karlı ve yağmurlu mevsimlerde, çamurlu ve batak yollarda yapılan bu büyük gönderme ve taşıma... aylarca ve yıllarca devam etmiştir."


Demek Erzurum'dan, Diyarbakır ve Sivas'tan silah getiriyormuş o gıcırdayan kağnılar ha?


Bu böyle de neden İstiklal Savaşı'nda Doğu cephesi hiç yoktur. Antep, Maraş, Urfa savunmaları dışında resmi tarihimizde zikredilmeyen, üstü örtülen bir tarih gizlidir Doğu'da. Bu, aslında Türkiye'nin kurgulanmasındaki temel bir sakatlığa da işaret ediyor.


Neyse. Ayıcı Arif'in hatıratında Birinci İnönü Savaşı anlatılırken sadece bir yerde İsmet Paşa'dan bahsetmesi de epeyce ilginçtir. Şöyle der: "10 Ocak günü İnönü'ne gelen Batı Cephesi Komutanı Albay İsmet Bey bu heyecanlı ve kanlı savaş ile yakından ilgilenmiştir."


Bu kadar! Evet, bu kadar!


Yani savaş ayın 6'sında başlamış, İsmet Paşa ancak 10'unda cepheye müdahil olmuş, nitekim geldiği günün akşamı zaten Yunanlılar geri çekilmiştir. (Birazdan göreceğimiz gibi gelmeseydi daha iyi olurdu.) Yani savaşın kazanılmasında herhangi bir pay sahibi değildir.


Herhalde Ayıcı Arif'in neden asıldığına dair bir ipucunu yakalamış oldunuz, değil mi?


Geçen hafta İnönü savaşlarını İsmet Paşa'nın kazanmadığını, notlarına dayanarak yazdığım eski Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Tevfik Bıyıklıoğlu'na bakılırsa, İsmet Paşa'nın özelliği, her başarıyı kendisinden bilmesi ve etrafa bu kanaati vermeye çalışmasıdır. Başlıca vasfı, en büyük hamisine ve velinimetine (Atatürk'e) olduğu gibi yakın muharebe arkadaşlarına karşı da nankörlüğü ve vefasızlığıdır.


Bıyıklıoğlu'na göre ayın 10'unda İnönü'deki birliklerinin başına gelebilen İsmet Paşa, 24. tümenin gerilemesinden paniğe kapılarak 4. ve 11 tümenlere saat 14'te, güpegündüz ricat (geri çekilme) emrini vermiştir. Halbuki 24. tümenin hücum taburuyla 174. alayın 1. taburu ve cephe süvari bölüğünün müdahalesi sayesinde İsmet Paşa'nın korktuğunun tersine tehlike bir süre sonra bertaraf edilmişti. Eğer ille de bir ricat emri verecek idiyse hiç değilse havanın kararmasını bekleyebilirdi. Savaşın kazanılması, bu birliklerin İsmet Paşa'nın 'geri çekilin' emrine rağmen mücadeleye devam etmesi sayesindedir. Bu direniş karşısında Yunanlılar tasarladıkları baskını gerçekleştiremeyecekleri hükmüne vararak geri çekilmişlerdi.


Daha da çarpıcı olanı, Yunanlıların geri çekildiğini 11 Ocak sabahı bir köylünün haber vermesidir. Bunun üzerine birliklerimiz Yunanlıların çekildiği hatta ilerleyebilmişlerdi. İsmet Paşa gereksiz yere Kütahya'da günlerce kalmış, savaşı cepheden uzak kalarak idare etmek istemiş, cepheye geldiğinde ise birlikleri derleyip toparlayamamış ve gereksiz bir ricat emri vererek hatalarına hata katmıştı.


Tevfik Bıyıklıoğlu'na göre bu savaşın gerçek kahramanları 4. tümen komutanı Nazım, 11. tümen komutanı Arif ve 24. tümen komutanı Atıf beylerle, 50, 70 ve 127. alaylar, 24. tümen hücum taburu ve 174. alayın 1. taburu ve bunların cesur, fedakâr komutan ve subay ve Mehmetçikleriydi. (11. Tümen Komutanı, yukarıda tanıttığımız Ayıcı Arif'tir.)


Ancak bunlardan hemen hiçbiri ödüllendirilmediği halde muharebeden sonra İsmet Paşa tuğgeneralliğe yükseltilmiştir; dahası, kendisine bu zaferi armağan eden silah arkadaşlarına sözle dahi takdirlerini belirtme lütfunda bulunmamıştır.


Bir de Eskişehir-Kütahya bozgunundaki fecaat yönetimi eklenince hem Mustafa Kemal, hem de Fevzi Paşa, artık İsmet Paşa'nın büyük kuvvetlere komuta edemeyeceğini anlamış, bir daha ona bu tür önemli görevler verilmemiş, cepheye yaklaşmasına müsaade edilmemişti. Bunun en büyük kanıtı ise ne Sakarya'da, ne de Başkomutanlık Savaşı'nda İsmet Paşa'nın adının geçmemesi değil midir?


Menderes'in 1950'lerin başlarında Meclis'te dediği gibi "Paşa, yeter artık."



Mustafa ARMAĞAN.



3 dakikada 1000 yıllık Avrupa Tarihi-VİDEO

Ermeni katliamı canlı tanığı-VİDEO

Ermeni soykırım yalanını Bayburtlu dede anlatıyor-VİDEO

Bediüzzaman Menderes e Ayasofya nın açılması için mektup yazmış.






Bediüzzaman Menderes'e Ayasofya'nın açılması için mektup yazmış.





Tarihçi Mustafa Armağan:"F.S.Mehmet'in vakfettiği şekliyle Ayasofya'nın kullanlıması için yeni bir kanun çıkarmaya gerek yok.İktidarın, bakanlar kurulunun bu(eski)

kararını iptal etmesi yeterli. Daha öncede Arapça ezan konusunda kanundan "Arapça ezan okumak yasaktır" ibaresi çıkarıldı ve halk bildiği şekliyle okumaya devam etti"

Tarihçi Mustafa Armağan'ın dediği gibi "yeni bir kanun çıkarmaya gerek yok.İktidarın, bakanlar kurulunun bu(eski)kararını iptal etmesi yeterli"




İşte Sultan FATİHİN fermanı




İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse,

Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır

Allah’ın azabı onlaradır

Allah işitendir, bilendir




FATİH SULTAN MUHAMMED HAN



ALINTIDIR...



AYASOFYA MÜZE DEĞİL CAMİ ! AYASOFYAMIZ ASLINA DÖNÜYOR..




VAKIFLAR GENEL MÜDÜRLÜĞÜ: İSTANBUL’UN FETHİNİN SEMBOLÜ OLAN VE FETİHTEN SONRA CAMİYE ÇEVRİLEN, ANCAK DAHA SONRA MÜZEYE DÖNÜŞTÜRÜLEN AYASOFYA’NIN MÜZE DEĞİL CAMİ OLDUĞUNU VURGULADI !…



http://ayasofyacamii.org/




Sultan Vahdettin'in emri...




Sultan Vahdettin,1. Dünya savaşı akabinde İstanbul’un işgalinde, emrinde kendi güvenliğinin korunması amacıyla bırakılmış 700 kişiden müteşekkil orduyu Ayasofya çevresine mevzilendirmiş,ve ordunun kumandanı olan binbaşı Tevfik Bey’e şu emri vermiştir:

“Benim hayatımı boş verin, eğer işgalciler İstanbul'un fetih sembulü olan Ayasofya’ ya çan takmaya gelirlerse,benden emir beklemeden ateş açın ve son nefesinize kadar Ayasofya Cami için savaşın.




Ayasofya'nın hiç bilinmeyen adı




Ayasofya'yı ilk kez ayrıntılı olarak anlatan Rotterdam İslam Üniversitesi Rektörü Prof . Dr. Ahmet Akgündüz, yapının gerçek adının ise İstanbul'un fethini simgeleyen Fethiye Camii olduğunu söyledi.




Başta Fener Rum Patriği olmak üzere dünya Ortodoksları'nın bir gün ayin yapabilme hayaliyle yaşadığı ve halen müze olarak hizmet halen Ayasofya'nın Osmanlı'daki adının Fethiye Camii olduğu ortaya çıktı.




DEVAMI: http://www.benimblog.com/gercektarih...yen+ad%FD.html da...




M.KEMAL İN SAĞ KOLU İSMET PAŞA LOZANDA İNGİLİZE TAZMİNAT ÖDEMİŞTİR




M.KEMAL'İN SAĞ KOLU İSMET PAŞA LOZANDA İNGİLİZE TAZMİNAT ÖDEMİŞTİR



İngiliz belgelerinde ortaya çıkan acı gerçek: Türkiye, Lozan’da İngiltere’ye tazminat ödemiş


Görüşmelerde varılan mutabakata göre; Fransa ve İtalya’nın Türkiye’den tazminat talep etmemesi isteniyor.İngiltere’nin de Türkiye’den tazminat istemeyeceği anlatılıyor. Satan ise gerçeği şöyle açıklıyor: “Ancak bu süreçte İngiliz diplomatlar
ın ısrarlı müzakereleri ile İngiltere’nin savaş tazminatından vazgeçmesine karşılık Türk delegasyonu, 1914′te İngiltere’nin el koyduğu 2 savaş gemimizden ve Türk hazine bonolarından doğan alacaklarından vazgeçmeyi kabul etti. Rapora göre; savaş gemilerinin değeri 5 milyon sterlin, hazine bonolarının ticari değeri ise 846 bin100 sterlin idi.” Belgede, “Krallık hükümeti bu parayı istikrarlı bir şekilde savunmuş, böylece alacaklıların bu çabaları başarısız olmuştur.” ifadesini kullanıyor. Raporu yayıma hazırlayan Ali Satan, Dışişleri Bakanı ve Lozan Delegasyon Başkanı İsmet Paşa ile Başbakan Rauf Bey’in arasının da tazminat meselesi yüzünden bozulduğunu ifade ediyor.



MUSTAFA ARMAĞAN


Derin Komplo Çözülüyor; Lozan'da Yahudi Parmağı








Derin Komplo Çözülüyor; Lozan'da Yahudi Parmağı



Lozan’da Türkiye’yi Neden Yahudi Din Adamı Temsil Eder?

Bize yapay bir bağımsızlık mı verildi?



Kurtuluş Savaşında savaştığımız işgal kuvvetleri bu plan gereği mi savaşmadan geri çekildiler?



KİMDİR BU HAHAM HAYİM NAUM EFENDİ?


İngiliz murahhas (delegeler) heyeti reisi Lord Gürzon (ki O da Yahudidir), nihayet en mânidar sözünü söyledi. Dedi ki:



"Türkiye İslâmî alâkasını ve İslâmı temsil rolünü kendi eliyle çözer ve atarsa, bizimle hulûs (gönül) birliği etmiş olur ve Hıristiyan dünyasının hürmet ve minnetini kazanır; biz de kendisine dilediğini veririz."



Lozan’da Türk murahhas (delegeler) heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıtları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hıristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesat kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz(ödün) ve teminatı veriyor ve diyor ki:



"Eskiden beri kökleşmiş ve köhne engellerden, yani an’ane-i İslâmiyetten kurtulmak hususunda besledikleri (yâni İsmet’in beslediği) azmin, inkâr edilmez delilidir."



Harfi harfine iktibas ettiğimiz(alıntıladığımız) bu sözlerle, Türk başmurahhasının (baş temsilcisinin), yâni İsmet’in, eskiden kökleşmiş ve köhne olmuş engellerden kurtulmak hususunda Türk milletine beslediği kat’î azimle ne kasdettiğini ve bunu hangi maksat altında İslâmiyet düşmanlarına ivaz(ödün) diye takdim ettiğini sormak lâzımdır.



Konferansın birinci defasında Türk başmurahhası, bizzat karar vermek vaziyetinde olmadığı ve büyüğüne, yani Mustafa Kemal’e bildirmek zorunda olduğu için, memlekete dönüyor; kendisini Haydarpaşa’dan Ankara’ya götüren tren ve devlet reisini (Mustafa Kemal) İzmir’den Ankara’ya götüren trenle Eskişehir’de buluşuyor. Bir arada ve baş başa seyahat... Sonra Ankara gizli meclis toplantıları... Fakat esas meselelerde daima baş başa. Mustafa Kemal ile İsmet beraber içtimaları(toplantıları) ve karar: "Din öldürülecektir."



Lozan Konferansının ikinci sayfası: "..... Artık herşey Türkiye hesabına çantada hazırdır. Yani dini terk ile herşey yapılacak. Yeni hizbin (Kemalizm ve İsmet hükûmeti) bundan böyle, bu millette, İslâmiyeti katletmek prensibiyle hareket etmekte, hasım dünyanın kumandanlarından, yani düşman ehl-i salip(haçlı birliği) kumandanlarından, dini vurmakta daha hevesli olduğu ve örnekler vereceği ve bilhassa hudut dışı değil de, hudut içi ve millî irade yaftası altında çalışacağı şüpheden varestedir.(uzaktır)"



Nihaî Vesika (son delil)


Lozan Muahedesinden(antlaşmasından) sonra, İngiltere Avam Kamarasında, "Türklerin istiklâlini(bağımsızlığını) niçin tanıdınız?" diye yükselen itirazlara, Lord Gürzon’un verdiği cevap:


"İşte asıl bundan sonraki Türkler bir daha eski satvet ve şevketlerine kavuşamayacaklardır. Zira biz onları, mâneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.


Yani Mustafa Kemal ve İsmet’in verdikleri karar, Türk milletini İslâmiyet ve din cihetinden öldürmek kararıdır."


Artık bunun üzerine herşey apaçık anlaşılıyor, değil mi?



Gizli anlaşmanın entrikası


Türklere dinlerini ve din temsilciliğini feda ettirmek şartıyla, sun’î istiklâl (yapay bağımsızlık) işinde gizli anlaşmanın müessiri(tesir edeni), tek kelime ile, Yahudiliktir.



Buna memur-u müşahhas(kişisel memur) kimse de, şimdi (o zaman) Mısır Hahambaşısı bulunan Hayim Naum’dur. Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türkün maddesini serbest bırakmaları(özgürlük vermeleri) , buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır. Yani, masonluk hasebiyle Kur’ân’ın ahkâmını kaldırmak, milleti dinsiz yapmak. Hayim Naum müthiş plânının zeminini Amerika’da hazırladıktan sonra İngiltere’ye geçmiş ve hâlis Yahudi olan Lord Gürzon ile temas ederek şu teklifte bulunmuştur:



"Siz Türkiye’nin mülkî tamamiyetini(sınırlarını) kabul ediniz. Onlara ben İslâmiyeti ve İslâmî temsilciliklerini ayaklar altında çiğnetmeyi taahhüt ediyorum."



Aynı Hayim Naum Türk murahhaslar(delegeler) heyetine müşavir sıfatıyla sokulmanın da yolunu bulmuş, yani Mustafa Kemal ve İsmet’i kendine dost bulmuş. Onun için üçü birleşmiş. Ve artık arada santralın intizamla işlemesine hiçbir mâni kalmamıştır.



Hayim Naum o sırada Ankara’ya kadar da uzanarak plânın muvaffakiyeti için gereken en mühim ve merkezî şahıs nezdinde-yani Mustafa Kemal yanında-emin bulunduğu tesirinin derecesini ölçmek istemiştir. Öyle ki, bu tesir, mahut(sözü edilen) mevzuda Hayim Naum’dan daha heveskâr ve gayretli bir İslâmiyet düşmanına tesadüf etmekle muradına ermiş ve artık Türkü içinden vurmanın plânını gerçekleştirmek için her unsur tamamlanmıştır.


İşte bu ehemmiyetli vesika(önemli delil), tam tamına Risale-i Nur tercümanının kırk küsur sene evvel hadis-i şerifin ihbarına dair beyan ettiği hadiseyi tasdik ettiği gibi; ve Şeriat-ı Ahmediyeye ihanet eden o dehşetli şahsın mühim bir kuvveti Yahudi olduğu, Yahudi olan Lord Gürzon ile Hayim Naum o ihbarın hakikatını gösterdiklerini ve yirmi beş seneden beri Nurcuların imhasına keyfî kanunlarla dehşetli zulümlerin hikmetini tam gösteriyor.


Büyük Doğu’nun yirmi dokuzuncu sayısında; Lozan’ın İçyüzü diye yazılan makaleden alınmıştır.Necip Fazıl Kısakürek imzalıdır.


İngiliz heyetinin başkanı Lord Gurzon Lozan'da Ismet Paşa'nın müşaviri sıfatına haiz bulunan [Istanbul Hahambaşısı] Hayim Naum efendiyi çağırarak daha onceki taahhütlere uygun olarak hilafet ilga edilmediği takdirde sulhun gerçekleşemeyecegini söylemiştir. Esasen bu mesele ile öteden beri meşgul bulunan Hayim Naum Efendi Ismet Paşa ile Lord Gurzon arasında bu mesele etrafındaki haberleri getirip götürmek suretiyle ciddi bir gayret sarfetmişti.


Heyetin başkanı Ismet Inönü tek başına 'hilafeti kaldırma' sözü verecek mevkide değildi. Hatta o günlerde TBMM'de hilafet lehine bir hava doğmuştu. Bizzat Mustafa Kemal Paşa hilafeti methediyordu. Mesela Lord Gurzon'un tam Lozan'i terk ettiği gün meşhur Balıkesir Hutbesini irad etmişti. Binaenaleyh Hayim Naum'a müspet bir cevap veremedi.


İsmet'le işi bitiremeyen Hahambaşı hemen atlayıp Türkiye'ye dönüyor. O esnada Izmir Iktisad Kongresinde bulunan Mustafa Kemal Paşa ile görüşüyor. >>


Lozan Zafer mi Hezimet mi?


Kadir Mısıroğlu cilt: 1 sayfa: 272-273


Hatta iddiaya gore Hayim Naum'a bir de yazılı 'taahhüt' veriliyor. Ve akabinde 'yorgun olduğu' ileri sürülerek ordu terhis ediliyor. >>


Harp Hatıralarım


Ali Ihsan Sabis cilt: 5 sayfa: 358


İsmet Paşa anlaşıldığına göre Lozan'da Ingilizlerle bir nev'i gizli arabuluculuk rolü oynayan Istanbul'un Hahambaşısı Hayim Naum Efendinin telkinleriyle hilafetin artık ne şekilde olursa olsun Türkiye'de devamına müsaade edilmeyip derhal atılması lüzumu fikrini tamamiyle benimsemiş bulunuyordu. Peki ya dört-beş ay önceki hilafete bağlılık hatta hilafetin kuvvetlendirilmesi düşünce ve kanaati ve bu yoldaki kat'i ifadeler ve Islam alemine bunun duyurulması hususundaki telaş ve heyecan ne olmuştu? >>


Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay


Feridun Kandemir sayfa: 96-97



Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sünneti (hıtam) Yasaklama Teşebbüsü




Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sünneti (hıtam) Yasaklama Teşebbüsü




Resimleri orjinal boyutunda görmek için üzerlerine tıklayınız




Fotoğrafta, Türkiye’de Müslüman çocukların sünnet (hıtam) edilmelerinin yasaklanmak istenmesi hareketine karşı Mustafa Sabri Efendi’nin o sıralarda Batı Trakya’da çıkarmakta olduğu “Yarın Gazetesi”nde verdiği cevaba ait makalenin başlığı görülmektedir.

Evet, yanlış okumadınız…


Kemalistlerin alkışlayıp övdükleri Atatürk dönemi; Müslümanların donlarının içinin bile değiştirilmek istendiği bir dönemdi.


Fotoğrafı Aldığımız Kaynak: Kadir Mısıroğlu, Tarihten Günümüze Tahrif Hareketleri, cild 1, Sebil Yayınevi, 2. Baskı, Istanbul 2009, sayfa 525.


TEŞEKKÜR: Yanılmıyorsam bu fotoğrafı internet ortamına aktaran ilk site “%100 Osmanlı”dır. Yöneticisine teşekkürü bir borç bilirim ve değerli çalışmalarının devamını dilerim.


Kadir Çandarlıoğlu


“Belgelerle Gerçek Tarih” isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:


http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez


www.belgelerlegercektarih.wordpress.com


TOKYO CAMİİ Nİ ATATÜRKMÜ YAPTIRDI?






TOKYO CAMİİ'Nİ ATATÜRKMÜ YAPTIRDI?


Rusya'daki Bolşevik İhtilali’nden kaçan Kazan Tatarları'nın bir kısmının Japonya'nın başkenti Tokyo'ya yerleşmiş; Mançurya’ya sığınanların da Japonya’ya gelmesi ile 1920’lerde Müslüman Türk nüfusu artmıştı. Tokyo'nun ilk camisinin inşaatı bu topluluk tarafından 1932'de başlatıdı ve 1938'de hizmete girdi.



Cami binası 1986’da yıkılınca arazisi, cami yapılması şartı ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne hibe edildi[1]. Bu nedenle cami arsasının mülkiyeti Türkiye Cumhuriyeti hazinesine aittir. 1997’de Diyanet İşleri Başkanlığı Tokyo Cami Vakfı’nı kurdu. 1998’de temeli atılan bina, 2 yılda tamamlandı. Cami, 30 Haziran 2000’de ibadet açıldı.



Klasik Osmanlı Türk üslubunda bir yapıdır. 734m2’lik arsa üzerine inşa edilmiştir[2]. Cami ana mekanı 800kişinin aynı anda ibadet etmesi için uygundur. Bodrum katlarda kütüphane, idare bölümü, sergi salonları, misafirhane, lojman gibi bölümler bulunur. Caminin bünyesindeki kültür salonunda bayramlaşma programları, düğün merasimleri, çeşitli sanatsal sergiler, Türkiye tanıtım programları düzenlenir[3]. Binanın mimarı Muharrem Hilmi Şenalp’tir.

Sibirya'lı Türkler'den meşhur seyyah Abdürreşid İbrahim ile Kazanlı Abdülhay Kurban Ali uzun süre yıkılan eski Tokyo Camii'nde imamlık yapmışlardır.


http://tr.wikipedia.org/wiki/Tokyo_Camii


BÖYLE KAZANDIK.BÖYLE KAYBETTİK.









BÖYLE KAZANDIK. BÖYLE KAYBETTİK.



MİLLİ ŞEF DÖNEMİ-BU RESME İYİ BAKIN.





Divan-ı Lügat-i Türk’ün 1072’de yazılmaya başlandığını biliyor muydunuz?





Divan-ı Lügat-i Türk’ün 1072’de yazılmaya başlandığını biliyor muydunuz?




Saciye ve Hamidiye Medreseleri’nde eğitim görmüş olan Kaşgarlı Mahmud, eğitimini tamamladıktan sonra kendini Türk dilini incelemeye adamıştır.




Türkçe biz sözlük hazırlamak için çalışmalara başlayan Kaşgarlı Mahmud, iki yıl boyunca bütün Orta Asya’yı baştan başa katetmiş, Anadolu topraklarında ve Bağdat’ta köy köy gezerek Türk dili üzerine incelemeler yapmıştır.




Türk dilinin zenginliğini gözler önüne serebilmek amacıyla hazırlanan eserin kelime anlamı; Türk Sözlüğünün Divanı anlamını taşır. Orijinalinde Türkçe kelimelerin anlamları Arapça açıklanır. Tam 7,500 kelimeli eserde, sadece kelimeler değil, çeşitli atasözleri, dilbilgisi kuralları, şiirler, efsaneler, halk edebiyatı örnekleri ve tarih-coğrafya bilgileri de Divan-ı Lügat-it Türk’te önemli bir yer tutmaktadır.




1072 yılının Ocak ayında eserine başlayan Kaşgarlı Mahmud, sözlüğün yazımını 10 Şubat 1074’te tamamlamıştır. Türk yazılı edebiyatının bilinen en eski eseri Divan-ı Lügat’üt Türk’ün orijinali bugün Ayasofya Müzesi’nde korunmaktadır.



Fransa daki İlk Osmanlı Sefiri:







Fransa'daki İlk Osmanlı Sefiri:




Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi




Osmanlı'nın Fransa nezdindeki büyükelçisi Yirmisekiz Çelebi Mehmet Efendi'nin duyarlılıkları ile XIV. Louis döneminin “ince”, “klasik” estetik beğenisi arasında, kendiliğinden bir uyum doğmuştu.





Her şey 9 Ekim 1719'da, Fransa'nın Babıâli nezdindeki büyükelçisi Marki de Bonnac ve Sadrazam Damat İbrahim Paşa arasındaki görüşmede başladı. Boğaziçi'ndeki yeni konutunda sadrazam, “Efendisinin Fransa’ya büyükelçi gönderme niyetini” ilk defa belirtti.






Bu fikir Bonnac'a, “Oldukça yeni ve olağandışı” göründü. Bu tasarı gerçekten önemli bir diplomatik yeniliğe işaret ediyordu. Daimî temsilcilikler kurmayı saygınlığına yakıştıramayan Babıâli, şüphesiz yurtdışına elçi unvanı taşımayan geçici görevliler göndermişti.




O zamana kadar sadece Avusturya İmparatoru Osmanlı elçilerini kabul etme ayrıcalığına ulaşmıştı. İbra­him Paşa'nın 1719'da düşün­düğü, elçi unvanına sahip ola­cak “birinci dereceden bir temsilci” idi.




Bonnac ise, “seçilecek tem­silcinin yetenekleri ve üstün hizmetleriyle kendini kanıtla­mış bir şahıs (...) olması gerektiğini” vurguladı. Seçilen Mehmet Efendi oldu.






Mehmet Efendi bilinmeyen bir ta­rihte Edirne de doğmuştur. Bon­nac’ın aktarımı ile elçilik görevi esnasında (Ağus­tos 1720 - Ekim 1721) 50'li yaşla­rındaydı. Yirmiseki­zinci Yeniçeri Ortası mensubu Mehmet Efen­di “Yirmisekiz” lakabını bu se­beple almış ve Yeniçeri Ocağı idaresinde parlak bir meslek hayatı sürdürmüştü.




Mâli konularda uzmanla­şan bu askeri yönetici aynı za­manda “Fazıl” ismiyle şiirler kaleme alan gayet kültürlü bir adamdı. Bonnac'ın ifadesiyle, Mehmet Efendi'nin görevinin esas amacı “Fransa Krallı­ğı'nda meydana gelen bütün önemli gelişmeleri öğrenmek ve imparatorluğun idaresinde faydalanılabilecek olanları tespit etmek” idi.




Bu görüş doğru olmakla beraber, görevin içeriği siya­setle sınırlı olmaktan uzaktı. İbrahim Paşa medeniyet ölçüsünde düşünmekteydi ve Mehmet Efendi'ye talimatı “medeniyet ve eğitim vasıtala­rını kapsamlı olarak inceleme­yi” ve ülkede “tatbiki müm­kün olanlara ilişkin bir rapor hazırlamayı” içeriyordu.




Hedefleri belirlenmiş bir “Sefaretname”nin kaleme alın­ması, görevin başlangıcından itibaren koşul olarak tespit edilmişti.




Cömert olma­yan ve şahsına karşı saygısız dav­ranan bazı Fransızlara yönelik kızgınlığı Mehmet Efendi’nin İs­tanbul'a dönüşün­de, her fırsatta di­le getirdiği Fransa'ya ilişkin parıl­tılı tasvirlerini hiç­bir şekilde etkile­memiştir.




“Bu Müslüman zat Fran­sa'dan coşkuyla ve ahiret mutluluğuna erenlerin cenneti hakkında Kuran'dan edindiği fikirlere uygun olarak bahse­diyor.” (Prens Rakoczi). Bu coşkulu anlatım Sefaretna­me'nin geneline egemendir.




İleride İsveç ve Fransa'da (1742) büyükelçilik yapacak olan geleceğin sadrazamı oğlu Said Efendi’nin yanında bu­lunması Mehmet Efendi'nin ufkunu genişletmiştir.




Said Efendi hareketlerin­de daha geniş bir serbestiye sahipti ve başarıyla kendini Fransızca öğrenmeye ada­mıştı; Séte'de “şehri gezmeye çıkmış ve şeker fabrikasını görmüştü”; Paris'te tek başı­na Opera'ya gitmiş, Conti Prensi tarafından Clichy'de onuruna tertip edilen bir partiye katılmış ve sarayda düzenle­nen bir “uykusuz geceye” iş­tirak etmişti...




Böylelikle babasının tecrü­besini tamamlama olanağı bu­lacak ve dönüşünde ilk mat­baanın kurulmasında bizzat rol alacaktı.




Sefaretname, Fransızların gelenekleriyle ilgili çok az bil­gi içerir. Vurgulanan tek hu­sus melek yüzlü kadınların durumudur. Mehmet Efendi kadınlara erkekler tarafından gösterilen inanılmaz saygıyı (Fransız kibarlığı) ve özellikle kadınların hareket özgürlüğü­nü kaydetmiştir:




“Hareme kapatılmak bir yana kadınlar baş döndürücü bir hareketlilikle bir aşağı bir yukarı gitmekte, sokaklarda, mağazalarda ve operada arz-ı endam etmektedirler.“






Mehmet Efendi hayret ve hayranlık içeren bir üslupla bilim ve teknik uygulamalar­la, çeşitli sanatlara ilişkin ku­sursuz bilgiler aktarır. “Kral Bahçeleri” ve “Gözlemevi” gibi kurumlarla, bilimsel gelişme­nin nesnel temelini oluşturan araçları tasvir eder.




Midi Kanalı'nın havuzları, Marly'deki makine, aynaların parlatılması veya benzer konularda teknik hususlar ilgisi­ni çeker; yaptığı tasvirler ise işleyişi anlamakta güçlü bir kavrayışa sahip olduğunu göstermektedir.




Sanat ve eğlenceler ise, onun diğer önemli keşifleridir. Mehmet Efendi'nin gördüğü müzik aletleri, gösteriler, bi­nalar, mobilyalar, biblolar ve özellikle bahçelere ilişkin ola­rak üstünde durduğu nitelik “yenilik” olmakla beraber, çar­pıcı olan, onun bu yeniliklere uyum sağlamada gösterdiği yetenektir.




Bu Doğulu bilgenin duyar­lılıkları ile XIV. Louis döne­minin “ince”, “klasik” estetik beğenisi arasında, kendiliğin­den bir uyum doğmuştur.




Esasen endüstri çağının hemen eşiğinde, Doğu ile Batı arasında her şey o kadar da farklı değildi. İstanbul ve Pa­ris, laleler ve kuşlara ilişkin aynı hayranlığa tanıklık edi­yordu ve açık hava ışık gösterileri iki şehirde de modaydı.




III. Ahmed ve XV. Louis'nin saray erkânı, avcılık ve özellikle yırtıcı kuşlarla avlan­ma konusunda benzer bir zev­ke sahipti.




Krallık naibinin dünyanın en güzel elmaslarından birini satın aldığı bu dönemde de­ğerli taşlara, sırma veya simle karışık dokunmuş kumaşlara (dibâ) karşı benzer bir tutku hüküm sürmekteydi.




Hem ayrıca Fransız mo­narşisine özgü yemek ve kralı selamlamaya ilişkin kimi tö­rensel usulleri tuhaflık olarak gördüğünde, Osmanlı Büyü­kelçisi bize daha yakın değil midir?..




Dönemin belgelerinin ta­nıklık ettiği üzere Türk Bü­yükelçisi, Fransızlara göre üç farklı çehreye sahipti. Bütün nesnellikleriyle resmi görevliler, onu, mevcut gerile­mesine rağmen say­gın geçmişi sebe­biyle dünyanın önemli devletlerin­den birinin temsilcisi olarak görmekteydiler.




Ancak o aynı zamanda bir semboldü: “Türk giysileri”, uzun sakalı, ilginç tavırlarıyla bütün meraklı gözleri kendine çekiyor ve özellikle batının cinsel saplantılı düşlerini süslüyordu.




Ayrıca “Doğulu Elçi” in­sanların en naziği, en ağırbaşlısı ve en bil­gesi olarak görülmekteydi. Kısacası Mehmet Efendi, farklı görünümlerin ötesinde, ev­rensel bir insan do­ğasının var oldugu yolundaki zamanın gözde görüşünün somut örneğiydi.



İstanbul'a dönüşünde Mehmet Efendi'nin deneyimi yatışmak bilmeyen bir me­rakla karşılandı. Bütün kuş­ku ve yanlış anlaşılmalara rağmen, bu ivme Batı'da gelişen “Türk modası” ile aynı dönem­de, İstanbul'da da Mehmet Efendi'nin doğal öncülüğünde bir “Frenk modası” akımı­nın yayılmasına neden oldu.



Kuşkusuz elçilik sonrasın­daki en kayda değer ye­nilik, Müslüman dünyasında Arap harfleriyle baskı yapan ilk mat­baanın kurul­masıdır. Mehmet Efendi’nin oğlu Said Efendi ve Hıristi­yanlıktan dönme Macar kö­kenli İbrahim Müteferrika 1727' de bu gelişmenin öncüsü oldular. Ancak bu başlı başına ayrı bir hikâyedir.




Prof.Dr. Gılles Veinstein - Popüler Tarih Dergisi / 74.Sayı / Ekim 2006



İSMET PAŞANIN KURŞUNA DİZİLEN GÜNAH KEÇİLERİ







İSMET PAŞA'NIN KURŞUNA DİZİLEN GÜNAH KEÇİLERİ





YILLARDIR şehir efsanesi gibi anlatılan bir hadisedir:


Sovyet vatandaşı olan bir grup Türk, İkinci Dünya Savaşı senelerinde Türkiye'ye sığınmış ama bir müddet sonra Moskova'nın talebi üzerine ...Sovyetler Birliği'ne iade edilmişler ve hemen sınırda kurşuna dizilmişlerdi.






Bu bahtsız Türklerin kaç kişi oldukları, Türkiye'ye nasıl geldikleri, nerede yaşadıkları ve iadelerine hangi gelişmelerden sonra karar verildiği gibisinden ayrıntılar, sadece söylentilerden ibaretti. Kaç kişi oldukları konusunda bile her kafadan bir ses çıkıyor, sayıları 30-35 ile birkaç yüz arasında değişiyordu...


Bu mesele ile ilgili en doğru bilgiyi ancak geçen hafta, yeni çıkmış bir kitaptan öğrenebildim. Ahat Andican'ın "Osmanlı'dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya" isimli eserinden...


Özbek bir ailenin Stalin zamanında Afganistan'a gitmeye mecbur kalan ve orada dünyaya gelen çocuğu olan Ahat Andican, ailesi Türkiye'ye göç ettiğinde bir yaşındadır. Tıp fakültesini bitirir, üniversitede kalır, profesör olur, bir ara politikaya girer, Mesut Yılmaz Hükümeti'nde Devlet Bakanlığı yapar, sonra yeniden eski mesleğine, cerrahi profesörü olarak üniversiteye döner.


TEŞKİLÂT-I MAHSUSA ASYA'DA


Ahat Bey, bundan birkaç sene önce çıkardığı "Cedidizm'den Bağımsızlığa: Hariçte Türkistan Mücadelesi" isimli kitabında, duvarların yıkılmasına rağmen çok kişi için hâlâ Kafdağı'nın ardındaki memleketler gibi görünen Asya'daki Türk devletlerinin tarihini gayet rahat anlaşılır bir şekilde yazmıştı ve bu kitap bence, konusundaki en önemli ve en toparlayıcı çalışmaların başında geliyordu.


Prof. Andican, geçen hafta çıkan "Osmanlı'dan Günümüze Türkiye ve Orta Asya" isimli eserinde, Türkiye'nin Osmanlı İmparatorluğu zamanından itibaren bu topraklarla olan münasebetini ele alıyor. Osmanlı'nın kuruluşunda Orta Asyalı fakihlerin rollerinden İstanbul'un Asya'daki hanlıklarla ilişkilerine, Birinci Dünya Harbi ve Kurtuluş Savaşı senelerindeki temaslardan İttihad ve Terakki ile Teşkilât-ı Mahsusa'nın Türk bölgelerindeki faaliyetlerine ve Cumhuriyet'in ilk yıllarından soğuk savaş dönemine kadar Türkiye'nin Türkî bölgelere yaklaşımını ayrıntılarıyla ve belgeleriyle yazıyor.


Türkiye'ye sığınmış Sovyet vatandaşı Türklerin İkinci Dünya Savaşı senelerinde iadeleri ve bir kısmının hemen sınırda kurşuna dizilmeleri konusunun ayrıntıları da, Ahat Hoca'nın işte bu son eserinde anlatılıyor:

BAHTI KARA 195 KİŞİ


Mültecilerin iadesi isteği, Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov'un 1945 Haziran'ında Kars ve Ardahan'ın yanısıra Boğazlar'da Türkiye ile ortak üsler kurma talebinden hemen sonra gelmiştir. Türk Hükümeti, bir kısmı Yozgat'taki mülteci kampında, bir kısmı da diğer kamplarda yahut Anadolu'nun değişik bölgelerindeki akrabalarının yanında yaşayan mültecileri toplamış ve 1945 Ağustos'unda Sovyetler'e iade etmiştir. İade edilenler 195 kişidir; bir kısmı hemen sınırda, Türk yetkililerin gözleri önünde kurşuna dizilecek, canlarına o anda ilişilmeyenler ise meçhul bir âkıbete götürülecekler; konu altı sene sonra, 1951 Temmuz'unda Ankara'da Meclis'in gündemine gelecek ve İsmet Paşa rejiminin günah keçisi olan kurbanların iadesi konusunda sert tartışmalar yaşanacaktır.


Prof. Dr. Ahat Andican'ın eserini okuduğunuzda, cumhuriyet döneminin bazı "ceberrut" uygulamalarını görecek ve Türkiye'de sadece solcuların ve dinî rejim yanlılarının değil, sağcıların da seneler boyu büyük baskılara uğradıklarını, hattâ bu baskıların bazı kişilerin Türk vatandaşlığından çıkartılmalarına kadar uzandığını öğreneceksiniz.


Tarihçilerin vazifesi olan böylesine çok önemli bir çalışmanın, bir tıp profesörü tarafından, üstelik mükemmel bir şekilde ortaya konmuş olması da, bize mahsus tuhaflıklardan biridir...


Murat Bardakçı -Habertürk


16.11.2009 18:57:38



İkinci Dünya Savaşı adı her geçtiğinde, hep Hitlerin canavarlığı ve Yahudilerin yaşadığı dram akıllara gelir. Ama en az bunun kadar bilinmesi gereken de; Stalinin canavarlığı ve Türkler'in yaşadığı dramdır. Bu yazı; bir yandan Nazi, diğer yandan Sovyet faşizmi arasında kalmış, çaresiz ve umutsuz dış Türkleri anmak ve 1940'lı yılların Türkiye'sinin bu insanlara bakışını sorgulamak için kaleme alınmıştır.




Her ne kadar Türkiye bu savaşa fiilen dahil olmasa da Kırım, İdil-Ural, Türkistan, Kafkas Türkleri, gözü dönmüş Stalin tarafından savaşın tam ortasına itildiler. Savaşa katılan Türk sayısı tam olarak bilinmemekle beraber, kimi kaynaklarda yarım milyon kimi kaynaklarda ise bir kaç milyon olarak telaffuz edilmektedir.




Savaş Öncesinde Türkler'in Durumu




Ekim Devrimi ile farklı umutlara kapılan Türk halklarının hayal kırıklığı yaşaması uzun sürmez. Sistemin beklentilere cevap vermemesi, başlangıçta verilen sözlerin tutulmaması ve 1930 Buhranı ile yaşanan kıtlık ve ekonomik tükenmişlik sisteme olan inancı giderek tüketir. Yine Lenin ve daha sonra Stalinin Pan-Slavist baskıları Türkleri tamamen yeni arayışlara iter. Savaş böyle sosyo-ekonomik koşullar altında başlar.




Savaş Dönemi




Savaşta Türkler, cephenin önünde yer alır. Yeterli derecede askeri techizat, giyecek ve gıda verilmeyen Türklerin Almanlara esir düşmemesi için hiçbir sebep yotur. Savaş boyunca 400 binin üzerinde Türk Almanlara esir düşer. Bunların 100 bin kadarı açlık ve çeşitli hastalıklardan esir kapmlarında hayatını kaybeder.




Hatta bazılarının sünnetli oldukları için Yahudi sanılarak öldürüldüğü bile olur.




Savaşın şiddetini artırdığı dönemde Türk esirlerden bir bölümü askeri araç-gereç ihtiyacını karşılamak üzere kurulan fabrikalarda çalıştırıldılar.




1941 yılında Almanlar yeni birlikler oluşturmaya karar verirler. Bunun için Türk esirlerken kurulu lejyon birlikleri oluşturulur. Sözde gönüllülük esasına dayanan bu birliklere katılım, esir kamlarındaki katlanılmaz koşullar nedeniyle bir kurtuluş olarak görülür. Yine Stalinin esir düşenler için çıkarttığı ölüm fermanı da bu birliklere katılımda etkili olur.




Alman ordusu içerisinde Azerbaycan,Kuzey Kayfas, İdil-Ural, Kırım ve Türkistan birlikleri oluşturulur. Bu birliklerin sayısı tam olarak bilinmemektedir.




Türkiye bu savaşta fiilen yer almamıştır. Ama 1945'teki Yalta Konferansı'nda müttefiklerin aldığı, Almanya'ya savaş ilan etmeyen devletlerin Birlişmiş Milletler'e katılamayacağı yönündeki karararı sonucu Türkiye 23 Şubat 1945'te Almanyaya savaş ilan eder. Ama bu tarihte, resmen ilan etmese de Almanya yenilmiştir artık. Bu da bir anlamda, müttefiklerin elindeki Türk esirlerin Rusyaya teslim edilmesi meselesinde Türkiye'nin birşey yapamayacağı anlamına gelmektedir. Yalta Konferansı'ndan çıkan diğer bir karar ise, müttefiklerin elindeki Sovyet esirlerin Rusya'ya iadesidir. Stalin tarafından vatan haini ilan edilen bu kişilerin akıbeti ise bellidir.




Esirlerin Teslim Edilmesi




Esirler konusu Türkiye açısından 3 farklı çerçevede ele alınabilir. Birincisi Mavi Alay Olayı; 2000 civarındaki Kırım ve Karaçay Türkünün, Türkiye Cumhuriyeti demiryolları üzerinden Rusyaya aktarılması karşısında tepkisiz kalınmasıdır. İkinisi,Türkiye'ye sığınmış ve 243 mültecinin SSCB'ye teslim edilmesidir. Üçüncüsü ise; Boraltan Köprüsü olarak bilinen, Türkiye'ye iltica eden 146 Azeri Türkü'nün sınırdan geçmelerine izin verilmeyerek SSCB'ye iade edilmesidir.




1. Mavi Alay Olayı:




Mavi Alay, Kızılorduya karşı savaşan Kırım Birliğine verilen isimdir. Bu aslında Kırım ve Karaçay Türkleri'nin ortak dramıdır. Sovyet baskısından dolayı yurtlarını terkeden Kırım ve Kafkas aileleri önce İtalyaya giderler. Savaşın Almanlar aleyhine gelişmesi üzerine Avusturya'da bulunan Drau Nehri çevresine yerleşirler. Bu bölge müttefik kuvvetlerinin eline geçmesiyle 7000 kadarı esir düşerler. Rusyaya dönmek istemeyen bu esirler çeşitli ülkelere mülteci olarak sığınmak için başvururlar. Fakat,İsviçre haricinde, Türkiye de dahil bütün ülkeler bu insanlara kapılarını kapatırlar. Rusyaya dönmek ölümdür,bunu bilenler dönmemek için her türlü direnişi gösterirler. 3000 civarında esir Drau nehrine atlar, intihar edenler de olur. Sonuçta bu kişiler trenlere doldurularak Sovyet yetkililere teslim edilirler.

O dönemde bu kişilerin nakli Türkiye üzerinden gerçekleşir. Bu durum, esirler için umut kaynağı olur. Kardeş vatan olarak bildikleri Türkiye'nin kendilerini bırakmayacaklarını düşünürler. Tren Türkiye sınırlarından girdiğinde tren içerisinde bir coşku yaşanır. Ama hiçbir istasyonda kapılar açılmaz ve SSCB sınırına yaklaştıkça bu sevinç yerini hüsrana bırakır. Belki de en acısı Türkiye üzerinden ölüme gitmektir. Trendeki Türk subaylara, 'bizi siz vurun,onlara vermeyin' diyenler olur. Ama nafile...Sovyet sınırına ulaşınca trende 2000 civarında kişi kalır. Akıbetleri nedir bilinmez ama geride bu topraklarda bıraktıkları umutları kalır. Bu süreçte Türkiye Sevyetlere karşı hiçbir itirazda bulunamaz.




2. Mülteciler Meselesi:




Savaş sırasında bir şekilde Türkiye'ye gelen Sovyet vatandaşı Türkler olur. Bunlar Yozgat civarında yaşamaktadır. Ulvi Keser'in 'İkinci Dünya Savaşı Sürecinde Yunanistan, Türkiye’de Mülteciler, Askeri İhlaller ve Esirler Sorunu' adlı çalışması ile gün yüzüne çıkan bu olay da içler acısıdır. Çoğunun Türkçe konuştuğu belirtilen bu 243 kişi, bütün direnişlerine rağmen 1945 yılının ortalarında Rusyaya teslim edilir. Hiçbir sorgulama gerçekleştirilmeden sınırın öbür tarafında kurşuna dizilirler.




3. Boraltan Köprüsü Katliamı:



Dönemin SSCB sınırında Aras Nehri üzerinde kurulu bir körüdür Boraltan. Bir gün kendisi yıkılsa da adı asırlar boyu hatırlanacaktır.



1944 senesidir, Stalin savaşta karşı cepheye geçenlerin intikamını geride kalanlardan alır. Pan-Slavist baskılar da had safhaya ulaşmıştır. Türkler sürgün ve katliamlardan kaçış yolları ararlar. İşte Boraltan Köprüsü böyle bir kaçışın sonunda yaşanan sonun adıdır.




146 Azerbaycan Türkü sınırı geçerek Türkiye'ye kaçar. Türkiye sınırından içeri girince artık tedirginlikleri bitmiştir, Türkiye'nin kendilerine sahip çıkacağından, ölümün kucağına bırakmayacağından emindirler. Sınırdaki bir karakola sığınırlar, karakol komutanı kendilerini ağırlar ve Ankara'ya konu ile ilgili bilgi verir.




Hepsinde kurtuluşun sevinci vardır. Baskı, zulum ve nihayetinde ölüm sınırın öbür tarafındadır. Ankara'dan gelecek haberin olumsuz olacağı akıllarda bile yoktur, kimse öyle bir durumun olacağına en ufak bir ihtimal vermemektedir.

Ama gelen haber tam bir deprem etkisi yapar. Komutan yanlış anladığını düşünür, emri tekrar sorar. Gelen yanıt yine aynıdır. 'Geri iade edin!'




Ek olarak; emre uymadığı takdirde komutanın emre itaatsizlik ve vatan hainliği ile yargılanacağı da bildirilir. Komutan çaresizdir, söylemeye dili varmaz ama...




146 kişi, sınırın ötesindeki, namlularını zaten hedefe doğrultmuş olan Sovyet müfrezelerinin ellerine terkedilir. Hepsi Türk askerlerinin gözleri önünde kurşuna dizilir. İnsanlığa dair ne varsa Aras'ın azgın sularında kaybolur o anda.


Ömür Özdemir



Sultan II. Abdülhamid tarafından hazırlanan petrol haritası




Sultan II. Abdülhamid tarafından hazırlanan petrol haritası.





Sultan II. Abdülhamid tarafından hazırlanan petrol haritasında bu soruya




100 yıl önce cevap verilmiş. İşte detaylar!






Güneydoğu"da petrol var mı, yok mu?



Türkiye petrol denizi üzerinde mi?

...


Sınırın öteki yakasında petrol çıkıyor da Güneydoğu"da niye çıkmıyor?



Ya da başlayıp bitmeyen bir polemik; Türkiye"de petrol var ancak yabancılar çıkarmamıza izin vermiyor!



Peki gerçekten petrolü bol denilen Güneydoğu Anadolu Bölgesi"nde petrol var mı?



Bu soruya Sultan II. Abdülhamid yüz yıl öncesinden cevap veriyor.





Sultan"ın hazırlattığı tespit haritasında Güneydoğu Anadolu"nun neredeyse tamamında yüksek ölçekte petrol rezervinin olduğu saptanıyor. Görevli mühendisler araştırmalarını Doğu ve Güneydoğu ile sınırlı tutmayıp Osmanlı toprakları içinde bulunan Zaho, Erbil, Kerkük, Süleymaniye, Musul ve Bağdat gibi bölgeleri de tarıyorlar. İşin en ilginç tarafı yüz yıl önce hazırlanan petrol haritasının birçok yerinde hâl-i hazırda petrol çıkarılıyor olması. 6 ay önce Barzani ailesi tarafında Habur Çayı"nın öteki kıyısında çıkartılan ve Türkiye"nin, tabir yerindeyse, iştihanı kabartan petrol kuyuları bunlardan sadece biri.



BİTLİS"TE PETROL


Sultan II. Abdülhamid özellikle 1800"ün son çeyreğinde tüm dünyada gündeme gelen ve stratejik bir maden olduğu kabul edilen petrol için büyük çaba harcadı. Yetişmiş jeoloji ve maden mühendisi olmaması Devlet-i Aliye"nin elini kolunu bağlıyordu. Ancak uğruna savaşların çıkartılacağı, yeni bir dünya düzeninin oluşturulacağı petrolün ehemmiyetini anlayan Abdülhamid, sıkıntıları kendi fedakarlıkları
ile aştı.



Hazine-i Hassa"dan, yani padişahın şahsi malından ödenek çıkartılarak geniş kapsamlı bir petrol rezervi çalışmasına girildi. Sultan"ın kendi parasıyla yaptırdığı çalışmada yabancı ve yerli mühendisler yer aldı. Musul ve Bağdat havalisinde, Dicle ve Fırat nehirleri havzasında petrol taraması yapıldı. Alman maden mühendisi Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi yönetimindeki araştırma ekibi çalışmalarını 22 Ekim 1901"de Sultan II. Abdülhamid"e sundular.


Bu zamana kadar söylenen ancak mahiyeti hakkında bir bilginin bulunmadığı "Sultan"ın petrol haritası" sadece Güneydoğu"da değil, Hakkâri ve Bitlis gibi illerde de petrol bulunabileceğini öngörüyor. Haritayı hazırlayan heyet, Bitlis Suyu denilen çayın kıyısı boyunca önemli petrol rezervleri tespit etmiş. Heyetin başkanı Paul Groskoph, petrol noktalarını tek tek tespit ettiklerini aktarırken, takip ettikleri güzergâhı da detaylı bir biçimde anlatıyor. Petrol havzasını dolaşan Paul, Siirt tarafında ve Dicle Nehri kıyısında zengin petrol rezervlerinin bulunduğunu belirtiyor. Dicle Nehri kıyısındaki noktalarda yeterli araştırmayı yükselen sulardan dolayı yapamadıklarını da raporuna ilave eden Paul, nehrin kıyısı dışında, Dicle"nin kıyı şeridi boyunca uzayıp giden yüksek dağlarda da petrol bulunduğunu kaydetmiş. Yine de o dönemin teknik imkanları açısından 900 metre yükseklikteki bu dağlardan petrolün çıkarılması ve nakliyatının zor olacağını eklemeyi unutmamış raporuna.


Güneydoğu Anadolu"nun neredeyse tamamı ve Doğu Anadolu"nun bir kısmını kapsayan petrol haritasında Diyarbakır, Mardin, Bismil, Hazro Çayı etrafı, Sinan, Batman Çayı etrafı, Dicle bölgesi, Midyat, Bedran, Tulan, Siirt, Botan Çayı etrafı, Habur, Fındık, Cizre, Habur Çayı etrafı, Bitlis Çayı kıyısı ve Hakkâri (Çölemerik)"de önemli petrol yataklarının bulunduğu kaydediliyor.


HARİTA İLK KEZ YAYIMLANIYOR


Doğu ve Güneydoğu Anadolu"da çalışmalarını tamamlayan heyet daha sonra bugün Irak sınırları içinde kalan merkezlerde petrol taramasına devam ediyor. Kerkük, Babagürgür, Zaho, Süleymaniye, Bağdat, Musul ve Altınköprü"deki petrol noktaları kilometre ve yerleşim yerlerine göre yön tayini yapılarak kayıt altına alınıyor. Raporda Kerkük ve şehre 15 kilometre uzaklıktaki Babagürgür bölgesinde yoğun miktarda petrol rezervinin bulunduğu belirtiliyor. Babagürgür bölgesinin II. Abdülhamid"in şahsî malı olduğu, ve bu topraklarda Türkiye"deki Nefçi ve Doğramacı ailesinin pay sahibi olduğu biliniyor. Ekip yaptığı tetkikler sonucunda en kaliteli petrolün Bağdat yakınlarındaki El-Kayra ile Mendel"de olduğu sonucuna da varıyor.


Ulaşımın Dicle"de sal üstünde, karada da at ve eşek sırtında yapıldığı bir dönemde aylarca süren bir çalışma sonunda Başmühendis Paul Groskoph, ince detayların yer aldığı raporun sonuna iki önemli noktayı da ilave etmeyi unutmuyor: "Dicle ve Fırat nehirleri havzasında zengin ve mühim petroller bulunuyor. Bunların işletilmesi ve pazarlanması için Bağdat"a uzanan bir tren yolu lâzım. 1889"da inşaatına başlanan ve 1902"de biten demiryolu petrolün Anadolu"ya taşınmasını sağlayacaktır. Bunun için ana hatta sadece birkaç ilave ek hattın yapılması yeterlidir." Baş mühendisin ikinci notu ise iyi değerlendirilmesi durumunda bu petrol coğrafyasının gelecekte dünyanın en önemli merkezlerinden biri olacağı şeklinde.


Kısa bir zamanda bu kadar noktada tarama yaptırarak günün kıt imkânlarına rağmen petrol tespitini belgelendiren Sultan II. Abdülhamid"in saltanat ömrü petrol çıkartmaya yetmedi. İlk kez yayımlanacak olan "Sultan"ın petrol haritası" Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü tarafından hazırlanan ve önümüzdeki günlerde kamuoyuna sunulacak olan "Osmanlı Döneminde Irak" isimli kitapta yer alacak. Devlet Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı Doç. Dr. Mustafa Budak, bu çalışmayla Irak"taki Osmanlı"yı kamuoyuna sunacaklarını belirtiyor. Kitabın editörlüğünü yapan Cevat Ekici de kitaptaki birçok belge ve çizimin, özellikle de petrol bölümündeki haritaların halen üzerinde çalışılmaya değer belgeler olduğunun altını çiziyor.


Çalışmanın kapsamı petrol haritası ve bununla ilgili raporlarla kısıtlı değil. Hazine-i Hassa"ya devredilen petrol hakları ve bununla ilgili yazışmalar da bulunuyor kitapta. 18 Kasım 1902"de Yıldız Sarayı"na gönderilen belgede Musul vilayetindeki petrol madenlerinin imtiyazının Hazine-i Hassa"ya verildiği kaydediliyor. Daha sonraki tarihlerde padişaha ait araziler Maliye Hazinesi"ne devrediliyor. Ancak 12 Ocak 1920"de Maliye Hazinesi"ne devredilen padişaha ait bütün malların tekrar Hazine-i Hassa"ya devri için bir kararname çıkartılıyor.


Aksiyon dergisinin 480. sayısında yer alan "Hanedan Musul"u istiyor" başlıklı haberde, Osmanoğulları nın Sultan Abdülhamid"ten miras kalan Musul"daki gayrimenkullerini almak için hukuki bir mücadele başlattıklarına yer veriliyordu. Aynı haberde hanedanın mirasçılarının daha önceki dönemlerde Musul"daki gayrimenkulleri dava yolu ile kazandıkları, ancak birtakım siyasi manipülasyonlar sebebiyle bu kararın uygulanmadığı da vurgulanıyordu.


65 NOKTADA PETROL TESPİT EDİLMİŞ


1. Diyarbakır

2. Mardin

3. Bismil

4. Hazro Çayı

5. Sinan

6. Batman çayı

7. Dicle

8. Midyat

9. Bedran

10. Bitlis Suyu (çayı)

11. Tulan

12. Siirt

13. Botan çayı

14. Habur

15. Fındık

16. Cizre

17. Dehuk

18. Zaho

19. Habur çayı

20. Hakkari

21. Ahmediye

22. Bisan

23. Alkuş

24. Akra

25. Büyük Zap

26. Revanduz

27. Musul

28. Karakuş

29. Nemrut

30. Küçük Zap

31. Erbil

32. Köysancak

33. Altınköprü

34. Şargat

35. Hamrin Dağı

36. Kerkük

37. Taşhurmatı

38. Tavuk

39. Karadağ

40. Süleymaniye

41. Karadağ

42. Aksu

43. Tuzhurmatı

44. Kefri (Salahiye)

45. Deli Abbas

46. Tikrit

47. Samara

48. Haso çayı

49. Narbin Suyu

50. Diyale Suyu

51. Ramadi

52. Felluce

53. Mendeli

54. Bakuba

55. Kazımiye

56. Bağdat

57. Museyyeb

58. Hılle

59. Kerbela

60. Hit

61. Fırat

62. Anah

63. El-Kadim

64. Ebu Kemal

65. Meydani


ABDÜLHAMİT"İN PETROLE İLGİSİ MEŞHUR



II. Abdülhamid"in petrol ile ilgili çalışmaları daha çok genel olarak biliniyor. Kapsamlı ve detaylı bir şekilde bilinmiyor. Bu haritanın ortaya çıkarılması önemli bir gelişmedir. Abdülhamid dünyadaki değişimi yakından takip ediyordu. O dönemlerde petrolün yeni kullanım alanları bulduğunun da farkındaydı. Artık motorlu taşıtlar yaygınlaşıyor ve bunlarda petrol kullanılıyordu. Donanmaları ile dünyayı idare etmeye çalışan İngilizler kömürle çalışan gemilerini artık daha pratik olan petrolle çalıştırmaya başlamışlardı. Abdülhamid bunların hepsini biliyor ve petrolün gelecekte stratejik bir silah olacağının hesabını yapıyordu. Bu yüzden Musul"un petrol arazilerini satın aldı. Çünkü İngilizler ısrarla burayı istiyordu. İngilizler, 1. Dünya Savaşı"nda Bağdat"ı almak için harcadıkları paranın 7 mislini Musul"a sahip olmak için harcadılar.



Dr. Orhan Koloğlu



N.FAZIL KISAKÜREK TEN BİR SÖZ




OSMANLIDA CASUSLUK






OSMANLIDA CASUSLUK




Osmanlı Rumeli İstihbarat Teşkilatı




MARTOLOSLAR




Osmanlı; Avrupa saraylarında olup bitenleri, dönen entrikaları, aşk skandallarını, hangi çocuğun kimden peydahlandığına varıncaya kadar mahrem bilgileri, kendi kral ve imparatorlarından daha önce haber alacak şekilde çalışan bir casus teşkilatı kullanıyordu. (4)





Deli İbrahim diye çocuklarımıza lanse ettiğimiz Sultan bile bugünkü Türkiye’nin 20 katından fazla bir Devlet-i Aliyye’yi idare ediyor ve Vatikan’daki Papa’nın günde kaç defa def-i hacete çıktığını takip edebilecek kadar sağlam kulaklara (casuslara-martoloslara) sahip olduğuna dair günümüzde yeni yeni bulunan belgeler, Batılıları bile hayrete düşürmektedir. (5)




1670’li yıllarda bile yani IV. Mehmed devrinde bile, Osmanlı topraklarının en uç noktasındaki Komaniçe Kalesi fethedilmek istenince, casuslar vasıtasıyla kalenin bal mumundan bir maketi yapılıp sultana getirilmiş ve onun üzerinde fetih planları yapılmış, yani Osmanlı o dönemde bile bu derece teknik çalışıyormuş. (6)




Bu sahada en fazla papazlar kullanılmış, yeni bulunan belgeler ışığında Kanuninin, Protestanlığın kurucusu Martin Luther’i, birçok bölgenin idarecilerini bile mortolos olarak kullandığı ortaya çıkmıştır. (7)




Osmanlı, casuslarından aldığı bu kritik bilgileri gerektiğinde icraata dökecek, düşman topraklarının derinliklerinde bile operasyon yapacak, nokta hedefleri vuracak akıncı birliklerine yani bugünkü adıyla özel timlere sahiptir.




Sultan Abdülhamid; Ecdadının bu önemli teşkilatını ihya etmiş, Çin’e, Küba’ya, Singapur’a, ABD’ye Teşkilât-ı Mahsusa elemanları göndermiş, (8) sonradan Yunan Başbakanı olan Venizelos’u bile Osmanlı lehine casus olarak kullanmış, (9) 33 sene devletin çöküşünü ertelemiş ama faturasını tahtını kaybetmekle ödemiştir.




Osmanlı Tarihinde üzerinde az çalışılmış, akademisyen ve araştırmacıların ilgisini çekeceğini düşündüğüm, ayrıca biraz olsun tozunu almak istediğim unutulmaya yüz tutmuş bir konu olan MARTOLOS ları yüzeysel olarak sizlere sunacağım.




Genel anlamda Martoloslar, gerek Osmanlı kaynaklarında gerek ise yabancı kaynaklarda değişik şekilde isimleri geçmekte idi.




Kaynaklarda yaygın olarak Martolos şekli kullanılmasına karşın; Martaloz, Martoloz, Martuluz, Martilos ve Martulos gibi yazılış ve söyleniş şekillerine de rastlanmaktadır.




Martolos kelimesi Balkanlarda, Osmanlı İmparatorluğu hakimiyeti altında; bulunmuş olan milletlerin dillerine de geçmiştir.




Nitekim Sırpça; Martanoş, Martaluzi; Macarca’da Martaloz, Martaloc; Çekçe’de Martaloz ve Martalous şekillerinde kullanılmaktadır.



Martolos kelimesinin menşeinin Grekçe’den geldiği hemen hemen kesindir. Kelime Yunanca ‘’Amartolos’’ (bozulmuş, yolunu şaşırmış anlamında) ya da ‘’Armatolos’’ (Silahlı, Silah taşıyan anlamında)‘dan Osmanlı Türkçesine kısalmış şekliyle “Martolos” olarak geçmiştir.




Martolos kelimesinin adını taşıyan teşkilat, Bizans menşeli olup “Silahlı Nöbetçi, Milis Mensubu” anlamına gelmektedir.




Osmanlılar İmparatorluğu Bizans topraklarını ele geçirmeye başladıkları andan itibaren, yerlilerden bazılarını hizmetlerinde kullanarak bunların silah taşımalarına ve dolaşmalarına izin vermiş, bu yerliler arasında Martoloslar da yerini almıştır.




Osmanlı İmparatorluğu, Balkanları Fethettikleri zaman buralarda yeterli ölçüde Müslüman Türk nüfusu yoktu. Anadolu’da Türk Askeri birlikleri de henüz tam anlamıyla kurulmamış olduğundan, Fetih edilen yerlerdeki yönetici kademesindeki Türklerin, geniş Balkan topraklarında ihtiyaç duydukları İnsan gücü, daha doğrusu asker gücü açığını kapamak zorundaydılar.




Bu Sebepler den ötürü Yönetici Türkler, Balkanlardaki eski küçük toprak sahipleri ve küçük asilzade gruplarını ya yerlerinde bıraktılar ya da yeniden teşkilatlandırdılar.




Bu teşkilatlandırılan gruplardan biride Martoloslar dır.




Martolosların, Osmanlı idari yapısına katılması ise mevcut şartların kabulü, onların eski toplumsal ve iktisadi durumlarının kabulü, kuvvetlendirilmesi ve genişletilmesiyle mümkün olabilmiştir.




Martolosların Osmanlı Devlet yapısı içerisinde bulunmaları tarihi literatür içerisinde değişiklik göstermektedir.




Örnek olarak; Martoloslar, kuruluş devresinde haberci ve casus olarak hizmette bulunurken XV. yüzyılda yapılan değişiklerle akıncı, kale muhafızı, derbendci ve maden bekçisi gibi askeri görevleri bulunan bir teşkilat olarak karşımıza çıkmaktadır.






Martolosların Osman Gazi ile Orhan Bey zamanlarında, mevcut olduklarına dair ilk Osmanlı kaynaklarında bilgiler bulunmaktadır.




Osman Bey döneminde İnegöl tekfurunun, 200 kişilik bir kuvvetle kurduğu pusuyu bir Martolos gelerek Osman Bey’e haberdar etmiştir.




Aşık Paşazade de ise haberci ve casus manasına gelen Martolos’un Orhan Bey döneminde Süleyman Paşanın Rumeli’ye geçerek Konur Hisarı’nı fethetmesi sırasında Gelibolu yöresinden haber getirdiği kayıtlıdır.




Aşık Paşazade, Rumeli’de bir süre kalması sebebiyle, Türklerin hizmetindeki Hıristiyanlar için kullanılan bir terim olan “Martolos” tabirine aşinalığından ötürü, Martolosları açıkça haberci ve casus olarak tanımlamıştır.




XV. yüzyılın ilk yarısından itibaren Osmanlı İmparatorluğu, Martolos teşkilatı üzerinde birtakım değişiklikler yapmışlardır. II-Murad zamanında Martolosların idari sistem içerisine kabul edilmeleriyle mevcut teşkilatlarının genişlediği ve geliştirildiği görülmektedir.




Martolos teşkilatının askeri kimlik kazanması 1421 veya 1438 tarihlerinde yapılan değişiklikle mümkün olmuştur.




Osmanlı İmparatorluğu’nun sınır bölgelerinde gelişmiş ve sağlamlaşmıştır. Askeri Martoloslar XV. yüzyılın ikinci yarısı ve XVI. yüzyılın başında Vidin, Kuzey Sırbistan, Bosna, Dalmaçya ve Arnavutluk havalisinde bulunan hudut boylarında kale muhafızlığı görevini yapmaktaydılar.




Kanuni Sultan Süleyman devrinde Martolosların yalnız hudut boylarında değil hudutların gerisinde de muhafız ve derbendçi olarak hizmet ettiklerini görüyoruz.




1548 tarihli İzvomik Sancağı Kanunnamesine göre Martoloslar, dağlarda ve ormanlarda mesken tutarak, şehir ve kasabaları basacak olan haramilere karşı buraları muhafaza edecek ve emniyetin sağlanmasını temin edecek Martolos (derbend) birliği olarak tesis edilmiştir.




Martolos organizasyonu Bosna ve Dalmaçya havalisinde Sırp-Hırvatlardan, Macaristan’da Macarlardan olduğu gibi her bölgede kendi ahalisinden seçilmiştir.




Seçilenlerin çoğunluğu bölgelerinde küçük toprak sahipleri ve küçük asilzade grupları içerisindeydi. Dini bakımdan Martolosların başlangıçta hemen hemen tamamı Ortodoks Hıristiyan olmasına karşın, sonraları diğer mezheplere’ mensup olanlar da görülmüştür.




Martolosların yönetici kademesinde bulunanlarının Müslüman olmalarına ise dikkat edilmekteydi.




Martolosluk hizmeti ırsi olup babadan oğula geçtigi gibi, oğul yoksa yakın bir akrabaya da geçebilirdi. Hizmete gelmeyen ya da görevini kötüye kullanan Martolosların görevine son verilirdi.




Bu yazının amacı, akademik ve amatör olarak Tarih çalışmaları yapan araştırmacıların, üzerinde az çalışılmış olan ‘’MARTOLOSLAR’’ konusuna dikkatlerini çekmek, yeni araştırmalar yapmaya sevk etmektir.




Saygılarımla



Emrah BEKCİ



Araştırmacı Yazar



KONU İLE İLGİLİ BASILI KAYNAKLAR:




YESEVİ Aylık Sevgi Dergisi Yıl 19 / Şubat 2012 Sayı:218



Atatürk Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü Ögretim Üyesi.




Halime Doğru, Osmanlı İmparatorluğunda Yaya-Müse//em ve Taycı Teşkilatı,İstanbul1990



Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerine Tetkikler ve Vesikalar l, Ankara 1987.



Robert Anhegger, “Martoloslar Hakkında” TM cYII-V/ll, İstanbul 1942,




Mithat Sertogıu, ”MARTOLOS”, Osmanlı Tarih Lügatı, Ankara 1986,




Zeki Pakalın,”Martulos”, Osmanlı Tarih



Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü Il, İstanbul 1986



Milan Vasic; ”Osmanlı İmparatorlııgu’ nda Martoloslar”, (trc.Kemal Beydilli), TD. XXXI,



İstanbııl 1967, s.47-48 , Halil İnalcık - Mevlüt Oğuz, Gazavat-ı Sultan Muroo b.




Muhammed H,m İzladi ve Varna Savaşları Üzerinde Anonim Gazavatname, Ankara 1989,



Şemseddin Sami; “Martolos”, Kamus-ı Türkf. İstanbul



Robert Anhegger, “Martolos”, İA. eYII, İstanbııl 1977



Bilge KESER, A.Ü. Türkiyat Arastumalan Enstitüsü Dergisi Sayı 12



Erzurum 1999 , Osmanlı Devletinde Martoloslar.



Dr. Robert Anhegger, İstanbul Martoloslar Hakkında,



Milan VASİC, Osmanlı İmparatorluğunda Maroloslar.



http://www.merhabahaber.com/Abdullah_Ucar+MIT_ve_Mortoloslar_yazi6153.html