20 Mart 2013 Çarşamba

Sıradışı Çanakkale-VİDEO


KİM MİYİZ?



KİM MİYİZ?

 
İşte cevabı!
Şu isimlere bakınız? Gazanfer, Muzaffer, Mücahit...

Harpten sonra Gelibolu’yu ziyarete gelen Avrupa gazetecileri şöyle bir durumla karşılaşırlar.
Bu gazetecilerden birisi Türkolog olan mösyö Valentin hatıratında şun...ları yazar.“ Adeta elbisesi çuval olan Türk çocuklarını gördüm ve kendilerine yaklaşarak sordum. “
Kaç yaşındasın sen?
- Sekiz.
- Sen?
- Dokuz.
- Sen?
- Ben de dokuz.
- Senin baban ne iş yapıyor?
- Öldü.
- Nerde öldü?
- Harpte.
- Niçin öldü?
- Din için öldü.
- Din için öldüğünü nereden biliyorsun?
- Caminin imamı söyledi.
- Diğerleri de aynı cevapları verirler.
- Size anneleriniz mi bakıyor?
İlki önce cevap verdi.
-Üçümüzün de annesi öldü.
Bize Ebeninemiz bakıyor.
Nerede oturuyorsunuz?
Bir eliyle karşıdaki derme çatma bir evi göstererek
-Şurada
Tam bu sırada ihtiyar bir kadın elinde bastonu derme çatma evinden dışarı çıkarak çocuklara seslenir

“ Gazanfer! Muzaffer! Mücahit!

Ha, en karanlık gününde çocuklarına bu isimleri takan millet,
Bir yerde toprağa gömülse bile, bir başka yerden fışkırır!...
Ruhları Şâd, Mekânları Cennet olsun...

VATAN BÖYLE KAZANILDI


ÇANAKKALE 1915-YERE İNEN BULUTTA KAYBOLAN NORFOLK TABURU


Efendimiz Çanakkale'de-VİDEO


Çanakkale'de Topçu Seyit Onbaşı



Çanakkale'de Topçu Seyit Onbaşı

Tüm ümitlerin yitirildiği, her şeyin yok olup, sıfıra düşmüş bataryasında 275 kiloluk gülleyi kaldırarak topunu doldurup ateşleyen, mucizeler yaratarak düşman zırhlısını batıran ve zaferin Türkler lehine dön...üşmesinde büyük payı olan bu Koca Nefer kimdir?

Sabahın sekizi sıralarında düşman donanmasının yoğun topçu atışlarıyla Çanakkale Boğazı'nda başlayan savaş cephe boyunca tüm şiddetiyle sürer. Gümbürtüden, uğultudan iniltiden boğaz yıkılır. Sırtlar; tepeler; kara toprak, dağ taş duman olur. Boğazın mavi suları düşen ateşten güllelerle yanar alev, alev...



Her dakika, her saniye cephede ölüm kusan düşmanların en gelişmiş savaş gemilerinden oluşan güçlü donanması, emperyalist efendilerini utandırmamak,mutlaka masa başında planlandığına uygun kesin zafere ulaşmak tutkusuyla olanca çabalarını gösterip,olanca gayretlerini harcarlar.



Önceleri İngiliz zırhlısının dev toplarından yükselen iri,tahrip gücü yüksek ve etkili güllelerle korkunç gürültülerle Mecidiye Bataryası da düşmanın yoğun ateşi altında olduğu halde hiç paniğe kapılmadan cesaretle,özveriyle görevini sürdürür.Komutan Yüzbaşı Hilmi Bey'in yükselen sesiyle attıkları her topu şehit düşmüş olan arkadaşları şereflerine atarlar.



Bir ara sığınaktaki telefon çalar.Çalmasıyla birlikte Komutan Yüzbaşı Hilmi Bey telefonun bulunduğu sığınağa koşturur işte tam o anda yeri,göğü inleten müthiş bir patlama olur.Patlamanın şiddetinden her taraf zelzele olurcasına sarsılır ve aynı anda da Mecidiye Bataryası'nın bulunduğu sahaya koyu bir kara duman çöküverir.



Ne acıdır ki bu olay sürecinde ve sonucunda Mecidiye Bataryası toz duman içerisinde havaya uçar.



Batarya Komutanı Yüzbaşı Hilmi Bey feci patlamadan üç,beş saniye sonra sığınaktan ok gibi dışarı fırlar.Fırladığı gibi de bataryasının,acıklı,yürekleri sızlatan korkunç manzarasını görür.Görünce de olduğu yere çakılır kalır.Bataryasında herşeyin bittiğini farkeder.Toparlanınca yaralıların acı acı feryatları,haykırışları arasında dolanmaya başlar.Şehitlerin cansız vücutlarından,güllelerin acımasız darbeleriyle kopan parçalara bakar.Yaşaran gözleriyle “sanki ne diye sağ kalıp da bu dayanılmaz manzarayı gördüm?Allahım bunları bana ne diye gösterdin?Şuracıkta neferimle,birlikte benim de cancazımı alaydın ya!Ya şimdi benim sağlığım neye yarar?olan oldu,giden gitti bir kere!” diyerek üzülür.Bitmiş,tükenmiş Mecidiye Bataryası'nın toprak yığıntıları ve çöküntüleri arasında;

“Gomutanım,gomutanım!... N'olursun gurtar beni gomutanım. Aman yetiş ölüyorum, boğuluyorum gomutanım!” diye bir ses duyor. Hemen sesin gittiği yöne doğru koşar. Bu ses nefer Niğdeli Ali' nindir. Cephaneliğin patlamasıyla havaya ucmuşMecidiye Bataryası'nda toprak altında komutanı tarafından ilk kurtarılan nefer Niğdeli Ali'dir.



Niğdeli Ali, yatırıldığı yerde acı acı inleyip duran bir yaralı arkadaşına yardım etmek veya bir ihtiyacını karşılamak için onun bulunduğu tarafa giderken ayağına birşeyler takılır ve sendelemesi sonucu yere düşer. Kendisini düşüren şeyin ne olduğunu öğrenmek için arkasına dönüp bakar. Arkasına baktığında birde ne görsün? Oracıkta meydanda bir insan ayağı durupdurur. Hemde ayak diklemesine ve açıkta durupdurur. Ali önce bedenden kopmuş bir parça sanır. Sanır ama sonradan düşünürki bedeninden kopmuş parça olsa öyle diklemesine durup ta beni düşürmez. Geriye dönüp, ayağın yanına varır. Önce üstündeki toprakları temizler, sonrada eliyle ayağı hafifce iki yana sallayıp yoklar. O zaman onlar ki ayak bedeninden kopmuş parça kesinlikle değildir. Hemen komutanını çağırır.



İlk onlarda toprak altından çıkarılan iri kıyım koca neferden hayat belirtileri çok az gözlenir. Ancak komutan eliyle yoklayınca nabzının ve kalbinin hafifte olsa henüz atmakta olduğunu fark eder. Bir süre sonra nefer iyileşir. Neler olduğunu öğrenmek ister. Niğdeli Ali olanları ağlayarak anlatır.



Bataryasının inanılması güç yıkık, dökük, çökük, bitik halini görür. Beş on saniye bu dayanılması güç sahneyi sessiz soluksuz süzer. Gördüğü yürekleri sızlatan, parçalayan manzara karşısında koca nefer'in tüm vücudu ürperir, her tarafı hırsından zangır zangır titrer ve yüzü renkten renge girer.



Bogazı daha iyi görebilmek, savaşın seyir durumunu daha iyi izleyebilmek için iki üç adım ileri atar. Bogazın karşı tarafına bakar. Bu sırada boğazda savaş tüm şiddeti ile devam etmektedir.



Koca nefer neden sonra aklına bir şey gelmişçesine, bir şeye karar vermişçesine keskin bir dönüşle ok gibi geriye fırlar. Daha sonrada her nasılsa ayakta kalabilmiş tek topun başına gelir ve durur.



Ali bakar ki ayakta kalmış görünen tek topunda durumu sağlıklı değil, o da yürümeye başlamıştır. Bir kez topun en önemlisi hasar görmüştür. Topun ikiyüzyetmişbeş kiloluk ağır güllelerini iki metre yükseklikteki namluya çıkararak matazarası yani vinci görev yapamaz hale gelmiştir. Kaldıki başka bir ağrızanında olup olmadığı belli değildir. Matazaranın çalışmaması, onun arızalı oluşu dahi topun görev yapmamasına, doldurulup ateşlenememesine geçerli neden sayılır. Çünkü koca ağır gülleyi tam iki metrelik yüksekliğe çıkarıp ve de namluya yerleştirebilmek değil iki kişinin on kişinin bile belki yapamayacağı bir iştir.



Koca Nefer :



“ Topun mataforası bozuk, elleşeceğimiz, yardımlaşacağımız kimsemiz de yok deyipte şu kötü gadrımıza boyun eğip, yani bizde sapasağlam bedenimizle harpten mi kaçalım şincik? Ya o zaman yerler de yatan şehitlerimiz, bağırıp çağırıp duran yaralılalarımız nolacak? Sonracım onlan ahları nolacak? Acaplarına bu zavallacıkların günahları,gabahatları neydi Ali? Şu halleri, yüreklerimizi parçalayan şu vaziyetlere hiç dayanılı mı? Hani bölüğümüz bataryamız? Hani mülazım Teğmen Fahri Beyimiz? Hani Osman çavışımız, hani sazcı Hasanımız, hani öteki daha bir sürü eratımız? Bir de bunların boğazı geçip de paytatımız İstanbul'u aldını, memleketimizin her yanını işgal ettiğini düşün. Sana bize ne derler gerideki gızanımız, eyi döğüşemediler de boğazdan salıverdiler gavırları demezler mi? Yok Ali kardaş, galan dayanamam ben bu işe” der.



Demesiyle birlikte Koca Nefer başında durup beklediği topun dibindeki yerde nasılsa sağlam kalabilmiş iki gülleden birisini “Ya Allah” haykırışı ile karakucak edip kavrar. 275 kilo ağırlığındaki kocaman top güllesi Koca Nefer'in çok çabuk ve ivedi bir hareketiyle kucağında sanki küçük bir bebek veya saman çuvalı gibi havaya kalkmıştır. Niğde'li Ali bu inanılmayacak manzarayı gerçeği, özveriyi görünce şaşkınlıktan ağzı bir karış açık hayretler içinde ona doğru bakıp da kala kalır. Sanki bir anda dili tutulmuşçasına suskun ve şaşkın Koca Nefer'i seyreder.



Koca Nefer:



“Üllen Ali aptal aptal, şaşkın orda bakınıp duracağına azıcık bene yardım etsene? Hele yardım ette, şuracıktan tutuver de az bişey kaldı, govana yerleştirelim şu gülleyi” der.



Durumu, gerçeği ve Koca Nefer'in gösterdiği özveriyi gördükten sonra artık Ali de Koca Nefer'in bu işi üstün gücüyle mataforasız, vinçsiz de olsa başaracağına inanmıştır., iyice aklı yatmıştır. Koca Nefer'in bölükteki diğer arkadaşlarından farlı olarak sahip olduğu üstün gücünü, üstün fiziksel yapısını bilirdi de bu denli özveriler göstereceğini hiç aklının köşesinden dahi geçirmemiştir. Ama gördüğü gibi şimdi inanılmayacak bir görüntüyle, özveriyle karşı karşıyadır. Koca topların koca güllesi Koca Nefer'in kolları arasında ve iki metre havadadır. Sanki çam kütüğünü kaldırıp eşeğine yükler gibi koca gülleyi de bir solukta havaya kaldırmıştır, Koca Nefer. Ali'nin bir anlık şaşkınlığı geçer geçmez Koca Nefer'in çağrısına kulak verip, o da güllenin bir kenarından tutar, ağır güllenin Koca Nefer tarafından topun namlusuna yerleştirilmesinde pek önemsiz de olsa biraz yardımcı olur.



Bitip tükenmiş Mecidiye Bataryası'ının mucize adamı, güçlü ve cesaretli Koca Nefer'i tarafından itinayla doldurulan tek topun uzun namlusu hemen Çanakkale Boğazı'nın Nara Burnu istikametine doğru seyreden İngiliz zırhlılarının bulunduğu kuzey doğu istikametine çevrilir. Hedef, önde seyreden İngiliz zırhlısıdır. Zırhlıya nişan alınır ve gerekli mesafe ayarı yapılır. Barut hakkı filan ne icap ediyorsa yerine getirilir. Topunu son kez kontrolden geçirir ve başkaca görülmedik bir arıza olmaması, çıkmaması dileğiyle Allah'a dua edilir. Sonra da Ali'ye o gemilere bakmasını tembihler.



Az sonra topun başındaki iriyarı Koca Nefer azimle, öfkeyle, kül olmuş bataryasının, şehit ve yaralı olmuş bir sürü arkadaşının intikamını bir hamlede alırcasına, eline geçen bu son şansı son fırsatı boşuna harcamayasıya, topunun tetiğine var gücüyle dokunur.



Tetik çekilince önce koca top korkunç gürültü ve inilti çıkararak bulunduğu yeri sarsar. Hemen arkasından bir gümleyiş daha olur. Bu gümleyişi takiben de iki düşman zırhlısından önde seyredeni üzerine koyu kara bir duman çöküverir. Bunun üzerine gözcü göreviyle durumu izleyen Niğdeli Ali olanca sesiyle :



“Furuldu Koca Adam zırhlı furuldu” der.



“Kanlı ve çok çetin geçen 18 Mart 1915 Çanakkale Savaşı'nda havaya uçup kül olmuş Rumeli Mecidiye Bataryası'nda tam ümitsizliğe düşüldüğü bir anda tek top atışıyla isabet alıp, Koca Nefer tarafından batırılan zırhlı İngiliz'in OCEAN isimli zırhlısıdır. Bu zırhlı aynı zamanda Türkler'in zaferiyle sonuçlanan büyük deniz savaşının da en son batırılan zırhlısıdır. Peki ya bu zırhlıyı batıran üstün güçlü ve yetenekli özveri sahibi iri kıyım Kahraman Koca Adam, Koca Nefer, Mucize Adam kimdir? Tüm ümitlerin yitirildiği, her şeyin yok olup, sıfıra düşmüş bataryasında 275 kg.'lık gülleyi kaldırarak topunu doldurup ateşleyen, mucizeler yaratarak düşman zırhlısını batıran, dolayısıyla o günün kötü şartlarında birazcık da olsa bataryanın kötü talihini yenmesini başarabilen ve zaferin Türkler lehine dönüşmesinde büyük payı olan bu Koca Nefer kimdir? İşte bu Koca Nefer tarih sayfalarında Edremit'li Çanakkale kahramanı Koca Seyit, Nişancı Seyit Onbaşı namıyla anılan, kahramanlığı sık sık konu edilen, büyük kahraman şimdiki Balıkesir iline bağlı Havran ilçesinin Çamlık, eski deyimiyle manastır ve son değişiklikle kendi adını alan, yani koca seyit köyü olan köyde doğmuş, yaşamış ve orada ölmüş Topçu Onbaşı Seyit Çabuk' tur.

SEYİT ALİ ONBAŞI



SEYİT ALİ ONBAŞI


Seyit Ali Çabuk, veya Seyit Ali Onbaşı, (d. Eylül 1889 - ö. 1939) I. Dünya Savaşı'nda Çanakkale Cephesi'nde çarpışan Osmanlı askeri.

1889 yılının Eylül ayında Balıkesir'in Havran İlçesi Çamlık (Manastır) köyünde dünyaya geldi. Babası Abdurrahman, annesi Emine idi.

1909 yılında Osmanlı Ordusu'na katıldı. Balkan Savaşı'nda çarpıştı. I. Dünya Savaşı'nın başlaması ile Çanakkale Cephesi'nde topçu eri olarak göreve başladı. 18 Mart 1915'te Müttefik donanması Çanakkale Boğazı'nı geçmek için saldırıya geçti. Bu sırada Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevliydi. Türk topçusunun yoğun karşı ateşi ve daha önceden Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlar, bu saldırıyı püskürttü. Yapılan atışlar sebebiyle tabyada bulunan topun mermi kaldıran vinci parçalandı. Bunun üzerine Seyit Ali 275 kilogram[1] ağırlığındaki top mermilerini sırtlayarak top kundağına yerleştirdi. Seyit Ali, ilk iki atışta Bouvet'e hafif bazı hasarlar verdiyse de, üçüncü atışında Fransız zırhlısı Bouvet'e ağır yara verdi. Atılan mermi geminin su kesiminin biraz altına isabet ederek geminin anında yan yatmasına neden oldu, daha sonra Nusret mayın gemisi'nin döktüğü mayınlardan birine çarptı. Bouvet de bu yaradan kısa bir süre sonra alabora olarak battı.[3] Bu yüzden komutan ona onbaşılık görevini verdi. Çanakkale savaşından bir gün sonra Seyit Ali Onbaşı'ndan top mermisi sırtında fotoğrafı çekilmesi istendi. Seyit Ali Onbaşı ne kadar zorlansa da top mermisini kaldıramadı. Sonra Seyit Ali Onbaşı yine savaş çıksın yine kaldırırım dedi. Bundan sonra ancak fotoğrafı tahta bir mermiyle çekilebildi.

Savaşın sona ermesi ile 1918'de köyüne dönen Seyit Ali, ormancılık ve kömürcülük işlerine devam etti. 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu ile Çabuk soyadını aldı. Seyit onbaşı 1939 yılında verem hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.

Kaynakça

1- http://www.tumgazeteler.com/?a=2689018&cache=1
2- Çanakkale Valiliği
3-Özakman, Turgut, Diriliş-Çanakkale 1915

KENDİ CENAZE NAMAZINI KILAN ŞEHİTLER


KENDİ CENAZE NAMAZINI KILAN ŞEHİTLER

OLUR MU, OLMAZ MI ? Demeyin...

Tamamen gerçek bir hikayeden alıntıdır...


"Babamım dostlarındandı. Dimdik yürüdü. Hani Allah'tan başka kimsenin önünde eğilmemiş tipler vardır ya, öyle biriydi. Ben çok küçüktüm, evimize misafir gelirdi. "Oğul" diye seslenirdi hep. Bağdaş kurmaz, diz çöker öyle otururdu. Gaz lambası ışığında daha bir heybetli görünürdü gözüme. Hep bitip tükenmek bilmeyen harp hatıraları anlatırdı. Çanakkale, Gazze, Kafkas cephelerini dolaşmış; Sakarya, Dumlupınar'da savaşmış. Ancak İzmir'in kurtuluşundan sonra köyüne dönebilmişti. Anlattıklarında hep acı, kan, cefa vardı. Kolay mı kazanılmıştı bu vatan? Ölüm neydi ki? Şerbet içmek kadar kolaydı. "Biz kendi cenaze namazımızı kendimiz kıldık Çanakkale'de !" derdi sık sık. Olur muydu??

Kirte muharebeleri sırasında bölükler arka siperlerde hücum sıralarını beklemektedirler. Ön siperlerdekiler ileri fırlamış boğuşuyorlar. Yüzbaşı hucum için emir bekliyor. Bütün asker süngü takmış siperden fırlamak için hazır. Sinirler gergin... Bütün dudaklar kıpır kıpır dualar okuyor, kelime-i şehadet getiriyor. Süre uzuyor. Yüzbaşı erlere sesleniyor...
"Yavrularım... Aslanlarım... Biraz sonra Cenab-ı Rabb'ül Alem'in huzuruna varacağız. Abdestsiz gitmeyelim...Haydi ! Tüfeklerimizin kabzalarına ellerimizi sürüp, hep beraber teyemmüm edelim..."
Teyemmüm edilir... Bekleme devam etmektedir. Biraz sonra Yüzbaşı;
" Çocuklarım... Sanıyorum biraz daha bekleyeceğiz... Önümüzde biraz daha zaman var. İleride arkadaşlarımız şehit oluyor. Hem onlar için, hem de vakit varken, kendi cenaze namazımızı kendimiz kılalım..."

" Kabe Karşımızda... "

Arkadan Of'lu Ali çavuş bağırır. " ER KİŞİ NİYETİNE... "
O gün yapılan hücumda, kendi cenaze namazını kılan pek az kişi sağ kalabilmişti.

Onlar Allah'a verdiği sözü tuttular...





BU ŞEHİDİN ÇANAKKALE'DE




ATATÜRK'ÜN MAL VARLIĞI



ATATÜRK'ÜN MAL VARLIĞI


Mustafa Kemal Atatürk'ün sağlığında var olan mal varlığı ortaya çıktı.



Atatürk'ün mal varlığı şimdiye kadar çok tartışıldı. Neleri vardı? Kimlere ve hangi kuruma bağışladı? Mustafa Armağan'ın Satılık İmparatorluk kitabında Mustafa Kemal'in mal varlığını yayınladı.

HAZİNEYE BAĞIŞLANDI

Atatürk'ün oteli, lunaparkı, gazoz ve deri fabrikası, şarap imalathanesi, iki adet fırını, dört adet lokantası, 13.100 baş koyunu, 2450 adet tavuğu ve 58 adet eşeği olduğu ortaya çıktı. Tüm bu mallar hiçbir varisi olmadığı için hazineye bağışlandı. Bu belgelerden şunu öğreniyoruz ki, Mustafa Kemal sağlığında birçok sektöre girmiş.

Atatürk'ün Ankara'da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut ve Çakırlar Tarsus'taki Piloğlu, Silifke'deki Tekir ve Şövalya çiftliklerinin olduğu gibi, Hatay Dörtyol'daki portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği'nin de sahibi görünmektedir.

154.729 DÖNÜM ARAZİ

Atatürk vasiyetinde hazineye bağışladığı malları 6 kalemde topluyor. İlk kalem arazidir. Buna göre toplam 154.729 dönüm araziye sahip.

Ayrıntılar şöyle;

582 dönüm meyve bahçeleri

700 dönüm fidanlık

400 dönüm Amerikan asma fidanlığı

220 dönüm bağ

375 dönüm sebze bahçesi

220 dönüm zeytinlik

1654 ağacın bulunduğu 17 dönüm portakallık

15 dönem kuşkonmazlık

100 dönem park ve bahçe ile 2650 dönüm çayır ve yoncalık

1.450 dönüm orman

148 bin dönüm tarıma elverişli arazi ve meralar

Ardından bina ve tesisler geliyor.

45 yönetim binası ve ikametgahı

7 adet 15 bin baş koyun kapasiteli ağıl

Aydos ve Toros yaylarında kurulan 6 mandıra, 8 at ve sığır ahırı

7 Ambar, 4 samanlık ve otluk, 6 hangar ve sundurma

4 Lokanta, gazino ve eğlence yerleri, lunapark, 2 fırın ve 2 sera.

BİR BİRA, İKİ SÜT FABRİKASI

Başbakanlık Arşivi'ndeki belgede Atatürk'ün birer adet bira, malt buz, soda ve gazoz, deri tarım aletleri ve demir fabrikası ile biri Ankara'da, diğeri Yalova'da olmak üzere İki adet modern süt fabrikası olduğunu öğreniyoruz.

ÇELTİK FABRİKASINDA YÜZDE 40 HİSSE

Yalova ve Ankara'da yoğurt imalathanesi, yılda 80 ton şarap üreten tesis. Bir adet elektirik değirmeni, İstanbul'daki bir çeltik fabrikasında yüzde 40 hisse. Her biri 15 ton kaşar, 1000 teneke beyaz peynir, 600 teneke tuzlu yağ yapmaya elverişli iki imalathane.

Ankara ve Yalova'da iki adet tavuk çiftliği,

Yalova'daki çiftliğinde iki özel iskele ve liman tesisatı,

Üçü Ankara'da, ikisi İstanbul'da olmak üzere beş adet satış mağazası,

Orman Çiftliği'nde kanalizasyon, sulama, telefon ve elektirik tesisatları, küçük beton köprüler, özel yollar, içme ve su dağıtım şebekesi; Yalova ve Tekir çiftliklerinde benzer tesisat.

Ufak çaplı bir hayvanat bahçesi tesisatı.

En ilginç canlı hayvanlar kalemi.

58 ADET ÇOBAN MERKEBİ

Buna göre Atatürk'ün, Kıvırcık, merinos, karagül, karaman cinslerinden 13.100 baş koyunu, Simental, Hollanda, Kırım, Jersey, Görensey, Halep ile yeni üretilen Orman ve Tekir ırklarından 443 baş sığırı, İngiliz, Arap, Macar ve yerli ırklarından 69 adet koşu ve binek atı, 58 adet çoban merkebi (eşeği) Legorn, Rhode Island ve yerli ırklardan 2450 adet tavuğu varmış.

CANSIZ MAL VARLIKLARI

Atatürk'ün cansız mal varlığı arasında 16 traktör, 13 harman ve biçerdöver makinesi ve o günün fiyatlarıyla 66.000 lira değerinde ziraat alet ve edevatı, 35 tonluk bir adet deniz motoru beş kamyon ve kamyoneti, iki binek otomobili ile 19 adet binek ve yük arabası bulunuyormuş."


ENSONHABER.COM DETAY HABER

CHP'LİLERİN İSLAM ALEYHİNE SÖZLERİ, İNKARLARI!... KAYNAKLARI İLE:



CHP'LİLERİN İSLAM ALEYHİNE SÖZLERİ, İNKARLARI!... KAYNAKLARI İLE:


Afet İnan, M. Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Cemal Kutay, Uğur Mumcu, Andrew Mango, Abdurrahman Dilipak, Yavuz Bahadıroğlu, Tacettin Ural ve Hasan Karakaya
KAYNAKLAR...Ayrıca bakınız:
9- Andrew Mango - Atatürk Remzi Kitabevi 3.Baskı Sayfa: 532
10- Afet İnan Medeni Bilgiler kitabının sayfa 451deki “Atatürk'ün el yazıları
11- Gazi M. Kemal - Medeni Bilgiler (Uygarlık Bilgileri) - Örgün Yayınevi 2003 baskısında matbaa harfleri ile sayfa 81de, el yazıları ile sayfa 386
12- “Kazım Karabekir Anlatıyor” - Uğur Mumcu 23. Baskı Aralık 2002 Bölüm ON Sayfa: 85-87
13- Atatürk'ün Söylev Ve Demeçleri - Atatürk ve İnkılâp 30 Kasım 1929 Ayrıca resmi site kaynak:
http://atam.gov.tr/?p=3141 (10.paragraf)

14- Kazım Karabekir Anlatıyor - Uğur Mumcu, Umag Vakfı Yayınları, 2002, s.75-76.
15- Hâkimiyet-i Milliye:01.09.1925 - Kastamonu’da İkinci Konuşma. Ayrıca: http://atam.gov.tr/?p=3074 (Sondan 4. paragraf)

16- Hamdullah Suphi Tanrıöver’den naklen, Cemal Kutay, Mustafa Kemal’in Ufuktaki Manevî Mirasçısı ile Sohbet, s.2-3;İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi, s. 13
17- Afet inan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler., s. 267
18- Medeni Bilgiler (Yurttaşlık Bilgileri) - Gazi Mustafa Kemal Örgün Yayınevi 2003 Sayfa 28- 29 , El yazıları Sayfa: 298,299,300
19- Türk Tarihinin Ana hatları veya 2000'e Doğru dergisi 22- 28 Şubat 1987
20- Tek devlet, tek parti, tek tip insan - AVNİ ÖZGÜREL - Radikal Gazetesi —

1- http://habervaktim.com/yazar/47288/1950_oncesinde_din_ve_devlet_iliskisi.html
2- http://yenisafak.com.tr/Pazar/Default.aspx?t=12.06.2008&i=121862
3- http://www.habervaktim.com/yazar/8812/kurtulusa_bir_iki.html
4- http://www.habervaktim.com/yazar/50045/chp_cami_temel_ve_pire.html
5- http://www.hurriyet.com.tr/gundem/5605987.asp?gid=0&srid=0&oid=0&l=1
6- http://www.milligazete.com.tr/haber/38356
7- http://www.moralhaber.net/makale/vebale-dusmeden-karar-vermek-1/
8- http://www.aktifhaber.com/kuran-okuyan-cocuk-yuzkarasi-94895h.htm





Ahmet Sevengil: “Allah'ı da, Sultan'la birlikte tahtından indirdik Bizim mâbedlerimiz fabrikalardır.” [Chp Tokat milletvekili - Uyanış Dergisi, 15 Ağustos 1929]
******************************
Osman Nuri Çerman: "Sen takıl peşine de baldırı çıplak Arabın / Korkma gir kanına hikmetin aşkın şarabın.
******************************
Yine Osman Nuri Çerman “Türkün Dini Kemalizmdir” diye bir kampanya başlatmıştı, “Dinde Reform” isimli bir de dergi çıkarıyordu. Çerman'a göre, sadece ezan Türkçeleştirmekle kalmamalı, namazın şekli, vakitleri yeniden düzenlemeli, camilerin de yapısı yeniden düzenlenerek halkevlerinin kontrolüne verilmeli idi. Bu projeye göre, Kur’an'dan Ahkam ayetleri çıkarılacak, yerine Nutuk'tan parçalar eklenecekti.
******************************
M.Kemal’in en yakın arkadaşlarından Falih Rıfkı Atay: "Cehennemim var diye / Kurum etme ey Tanrım / Bağrımdaki ateşle / Seni bile yakarım"
******************************
Falih Rıfkı Atay: İslâmiyet denince benim aklıma çorap kokusu gelir.
******************************
1946 yılı içinde, TBMM kürsüsünde konuşan Başbakan Şükrü Saraçoğlu: “Din zehirdir. Türkiye'den dini tamamen atabilmek için bize 30 sene daha lazım.
******************************
Recep Peker tek parti rejiminin en önemli organı ve kararları bütün parti üyeleri için kayıtsız şartsız bağlayıcı olan CHP Genel Başkanlık Kurulu’nun "Genbaşkur" diye anılıyordu bu heyet- Atatürk ve İnönü ile birlikte üçüncü üyesiydi. Türkiye’de din telakkisinin vatandaşların teninden içeri nüfuz etmediğini söyleyen Recep Peker’in gerçek kutsalın din değil cumhuriyet inkilabı olduğu kanaatini taşıdığını, laiklik politikasının temelini ise dinden bahsetmemenin oluşturduğu görüşünde oluştuğunu da ekleyeyim.. Peker, Kemalizmin ideolojisini yapmaya çalıştığı Ülkü Dergisi’nde Atatürk’ün Büyük Nutuk’unun Türkün yeni mukaddes kitabı, Halkevleri’nin de bu inancın mabedleri olduğu fikrini savunuyordu.
******************************
M. Kemal: İptidai (ilkel) insan kümelerinde ata korkusu ve nihayet büyük kabile ve kavimlerde ata korkusu yerine kaim olan (kaim= Başka bir şeyin yerine geçen) Allah korkusu insanların kafalarında ve hareketlerinde hesapsız memnular (yasaklar) yaratmıştır. (Medeni Bilgiler kitabı el yazıları)
******************************
M. Kemal: Masum ve cahil insanları, yüzlerce ALLAH'A taptırmak veya ALLAH'LARI muayyen gruplarda toplamak ve en nihayet bir ALLAH kabul ettirmek, siyasetin doğurduğu neticelerdir. (Türk Tarihinin Ana hatları kitabı veya 2000'e Doğru dergisi 22- 28 Şubat 1987 yayınlanmış el yazıları)
******************************
M. Kemal Paşa: Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…
******************************
M. Kemal: ''Benim bir dinim yok ve bazen bütün dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum.[Andrew Mango - Atatürk]
******************************
İlâhiyat konusundan “kader” konusuna geçtim. Ve “kaza ve kader” denilen bu iki kelimenin arasındaki farkı açıkladığını ve bunların anlamı “şans ve rastlantı” kelimelerinin anlamına yakın olduğunu söyledim. Kelimeleri duyduğu zaman, biraz durduktan sonra bu iki kelimenin Arapça olduğunu ve Türkleri ilgilendirmediğini söyledi.
Kaynak: Atatürk'ün Söylev Ve Demeçleri - Atatürk ve İnkılâp 30 Kasım 1929
******************************
M. Kemal: Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki, başına bir bez veya bir peştemal veya buna benzer bir şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere karşı ya arkasını çevirir veya yere oturarak yumulur. Bu davranışın anlam ve işareti nedir? Efendiler, medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle, bu ilkel duruma girer mi? Bu durum milleti çok gülünç gösteren bir görüntüdür. Derhal düzeltilmesi gereklidir. [Hâkimiyet-i Milliye:01.09.1925 - Kastamonu’da İkinci Konuşma]
******************************


M.Kemal: Dini ve Namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar!. Böyle Kimselerle ülkeyi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus anlayışını değiştirmeliyiz. Partiyi bunu yapanlarla kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz! Kalkınma bu şekilde kolay ve çabuk olur! Dinî ve ahlâkî inkılâp yapmadan önce bir şey yapmak mümkün değildir. Bunu da ancak bu prensibi kabul edebilecek genç unsurlarla yapabiliriz
******************************
M. Kemal: Zaman hızla dönüyor, milletlerin, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek hükümler getirdiğini iddia etmek, aklın ve bilimin gelişimini inkâr etmek olur. Benim, Türk milleti için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. [İsmet Giritli, Kemalist Devrim ve İdeolojisi]
******************************
M. Kemal: Yaşam, herhangi bir doğa dışı etkenin karışması olmaksızın dünya üzerinde doğal ve zorunlu bir kimya ve fizik seyri sonucudur. [1930 Afet inan, Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler., s. 267] Ayrıca resmi site kaynak: http://atam.gov.tr/?p=2866 (İlk Paragraf)
******************************
M. Kemal: Türkler Arapların dinini kabul etmeden evvel de büyük millet idi. Arap dinini kabul ettikten sonra bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de Mısırlıların ve sâirenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine hiçbir tesir etmedi. Bilakis, Türk milletinin milli rabıtalarını gevşetti; milli hislerini, milli heyecanlarını uyuşturdu. Bu pek tabii idi. Çünkü, Muhammed'in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, Ümmet kelimesi ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa, hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasretmeğe mecburdular. Bununla beraber, Allah’a kendi milli lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bunacaktı. Arapça öğrenmedikçe Allah’a ne dediğini bilmeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti bir çok asırlar ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin adeta bir kelimesinin manasını bilmediği halde Kur'ân'ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler. [Medeni Bilgiler (Yurttaşlık Bilgileri) - Gazi Mustafa Kemal Örgün Yayınevi 2003 Sayfa 28- 29 , El yazıları Sayfa: 298,299,300]
******************************
CHP'li Adalet Bakanı ve M. Kemal’in en yakın arkadaşlarından Mahmut Esat Bozkurt: "Devlet idaresindeki kaba sofuların elindeki dine kutsallık tanımak, bana göre Afrika zencilerinin çömlek ve taş parçalarına tapmalarından fazla bir anlam ifade etmez. Birinci olayla ikinci olay arasındaki fark, ilki kuruntuya dayanan bir inanç, ikincisi de bir toprak parçasına güvenmekten ibarettir. Türk medeni kanunu yürürlüğe girdiği gün, milletimiz on dört asırdır kendini çeviren sakat ve karışık inançlardan kurtulmuş olacaktır."
******************************
Mim Kemâl Öke: "Umduğun değilse Tanrın ey beşer / Gönül tercih eder yoğu vara"
******************************
Orhan Seyfi Orhon: "İnsanız en şerefli mahlûkuz / Deyip de pek fazla / Övünmek haksız / Atamız elma çaldı cennetten / Biz o hırsızın çocuklarıyız."
******************************
Ne örümcek, ne yosun, Ne mucize, ne fusun; Kabe Arabin olsun, Çankaya bize yeter! (Kemalettin Kamu - CHP Milletvekili )
******************************
Samsun Milletvekili Ruşeni (Barkın) taa 1926′da “yeni din”in adını koymuştur: “Milliyetçilik…” “Din Yok, Milliyet Var” başlıklı yazısında şöyle demiştir: “Bizim kutsal kitabımız, bilgiyi esirgeyen, varlığı taşıyan, mutluluğu kucaklayan, Türklüğü yükselten ve bütün Türkleri birleştiren ‘milliyetçiliğimizdir’… “O halde felsefemizde din kelimesinin tam karşılığı ulusalcılıktır. “Hangi ulus ölürken Azrail’i tepelemiştir. Dünyada Türk olmak kadar onur mu var? Ve Türk olmak kadar ‘din’ mi var?”
******************************
Yaşar Nabi de yeni inanç sistemine “yeni minare” ile “yeni ezan” icat ederek katkıda bulunmuştur: “Motorların şarkısı olsun yeni bestemiz/ “Yeni din ezanları, minareler yerine/ “Bulutlara püsküren bacalarda okunsun.”
******************************
1932'de ölen Abdullah Cevdet, bir yazısında Peygamber Efendimiz'e "Mekke'li Yobaz" diyerek hakaret emiş, bu nedenle mahkemeye verilmişti. Altı dönem CHP'den milletvekilliği yaparken bir yandan da Akşam gazetesinin başyazarlığını yürüten Necmettin Sadık Sadak ise bu olay üzerine köşesinde şunları yazmıştı: "Abdullah Cevdet, hala Mekke'li yobazların pençesinde. Taassup akımına göre suç sayılan bir fikir mücadelesi için bugün mahkûm olursa gerçekten tuhaf olacaktır."
******************************
İleri gazetesinde köşe, Meclis'te sandalye sahibiydi Kılıçzade Hakkı. "Onun Allah'ı"; sadece zor zamanların kurtarıcısıydı, üstelik "sanı"ydı da: "Allah'ın varlığına iman etmek, o gerçekte var olduğu için değil, bizim sıkıntı içinde olduğumuz zamanlarda moralimiz yükseltmek için gereklidir."
******************************
CHP'li diğer bir vekil Celal Nuri İleri'nin derdi ise başkaydı: İleri gazetesindeki köşesinde şöyle yazıyordu : "İnsan hayvandan ayrılınca bir nevi maymun ailesiydi. İlk atalarımız şüphesiz ormanların içinde sürü halinde serseriyane dolaşıyorlardı." "İslâm'la mahvoluruz"
******************************
1933 te yayımlanan 10. Yıl albümünde, “Ümmet leşi” nden söz edilir ve Sema yapan Mevlevilere “soytarı” denilir. Şu ifadeler de vardır orada: “ÖRÜMCEKLİ KAFA Osmanlı vatandaşının kafasıdır. Bu kafanın içinde iki kocaman örümcek otururdu. İslâm taassubu ve garp hayranlığı.”
******************************
CHP'nin 15. Yıl için bastırdığı İstanbul Cumhuriyet Matbaası'nda bastırılan Şeref Kitabı'nı buldurtabilir mi? Şu ifadeler de oradan alınma: -Ulu şefimizin gösterdiği yoldan yürüyelim. Onun yolu bizi yalancı ahiret cennetine değil, hayata kavuşturacaktır. CHP'nin 15. Yıl için bastırdığı İstanbul Cumhuriyet Matbaası'nda bastırılan Şeref Kitabından bir şiir daha: Selanik'ten yükseldi ilahların bir eşi Doğuşu ile kararttı sanki gökte güneşi Bütün millet bir olup sarılmalı silaha Kurtulmak kurtarmakta hacet yoktu Allah'a Ey gökteki melekler, siz de göklerden inin Yılda bir borcumuzdur cumhuriyete tapmak
******************************
CHP'li Mehmet Şeref, Meclis kürsüsünde "medenî kanun"u savunma babında "İslâm'ın çöktüğüne" inandırmaya çalışıyordu kendisini de, dinleyenleri de: "Yakılan ve ebediyen çöken Arap-Acem dinî ve tasavvufî tahakkümdür. Giden, kaynağı dinî ve ilâhî olan hukuktur. Artık, karşısındakini ilzam için 'âyet ve hadis' saymakta manâ yoktur."
******************************
Tevfik Rüştü Aras: Ben kanaatimi millet kürsüsünden de haykırırım. Kimseden korkmam. Teşkilât-ı Esâsiyemizde dinimiz apaçık yazılmalıdır. Tevfik Rüştü Bey, hangi kanaati haykıracak, hangi dini yazdıracaksın? Hıristiyanlığı mı? - Mahmut Esat Bozkurt: Evet Hıristiyanlığı... Çünkü İslâmlık terakkiye manidir. Bu dinle yürünmez, mahvoluruz ve bize de kimse ehemmiyet vermez.
******************************
CHP'li eski Belediye Başkanı ve Senatör Hilmi Nalbantoğlu : Sen Meclis Başkanısın, Türbanı protokole sokamazsın, Türban karın doyurmaz, Milletin k... açıkken, Kafası örtülmüş kime faydası var?.. Cumhuriyetimiz 80 yaşında, Hâlâ namuslu olmayı, Saçların kapalı ya da açık olmasıyla mı ölçeceğiz?.. Tam mânâsıyla felâket: Türban gerici çevrelerin ideal amaçla kullandığı bayrak kabul edildiğinden bu uygulamaya çok çok bozuluyorum... Türban bağlayanları boğmak istiyorum!.
******************************
Ve Günümüz CHP Millet vekili Canan Arıtman, başörtülüler ve fahişeler arasında paralellik kurarak Sümerlerde fahişelerin örtündüğüne vurgu yaptı ve örtünme islami bir gelenek değil dedi. Arıtman daha sonra başörtülü kadınlara “atın örtülerinizi özgürleşin” çağrısında bulundu. Örtünmek kadını aşağılayan, eşitsizleştiren bir olgudur dedi.
******************************
CHP Denizli İl Başkanı Ali Kavak, CHP'li Başkan, Denizli Vali Yardımcısı Mustafa Güney'in "Dünya, Hazreti Muhammed gibi bir lider istiyor" sözüne istinaden "Atatürk gibi bir lider varken peygamber gibi lider bekliyorlar" dedi.
******************************
CHP grup başkan vekili Ali topuz: İslam kültürü asla bizim öz kültürümüz değildir.Türkiye Cumhuriyetinin kültürel değerleri Türklük temellerine kuruludur.
******************************
CHP Genel Sekreteri Önder Sav, Ankara Elmadağ’da hacca gitmek istediğini söyleyen bir vatandaşa Önce ‘Boşver, Araplara para kaptırma’ diyerek vatandaşı vazgeçirmeye çabalıyor. 80 yaşındaki Mustafa Ünal, ‘Bir ayağım çukurda ne yapayım’ diye ısrar edince, ‘Bakarsın orada Muhammed bırakmaz seni, buraya göndermez. Sen yine şey yapma.’
******************************
Dine ve dindarlara karşı politikasını her zeminde ortaya koyan ana muhalefet CHP, AKP iktidarını eleştirmek iddiasıyla hazırladığı kitapçıkta İslâm’a, Müslümanlara, Kur’an-ı Kerim’e ve başörtüsüne saldırdı. CHP Kadın kolları tarafından hazırlanan kitapta Kur’an okuyan çocuk fotoğraflarına yer verilerek çağdışı ve gerici eğitim suçlamasında bulunuldu. Kitabın içeriğindeki örnekler ise, CHP’nin İslâm’a ve dindarlara karşı olan saygısızlığını bir kez daha gözler önüne serdi. Deniz Baykal’ın önsözünü yazdığı kitapta, eğitim sisteminin dinselleştirildiği ve çocukların çağdışı bir ideolojiye teslim edildiği belirtilerek, basında çıkan ve doğruluğu tartışmalı olan bazı haberlere, açıklamalara ve bilgilere veriliyor. Diyanet işleri Başkanlığı’na bağlı faaliyet gösteren 5 bin Kuran Kursu’na bin tane daha eklenmesi irticanın artması olarak gösterilirken, kitabın 49. sayfasında bulunan ve camide bir kız çocuğunun Kuranı Kerim okurken gösteren fotoğrafı CHP’nin irticadan nasıl bir anlam çıkardığını ortaya koydu. İslâmi hukuk kurallarının egemen olduğu ülkelerin yasalarında ve uygulamalarında yoğun bir ayrımcılığın sözkonusu olduğu belirtilen kitabın 104. sayfasında kadınlara ‘recm, kırbaçlama, el-ayak, kol-bacak kesme, dövme, taşlama’ gibi bedeni cezaların uygulandığı kaydedildi. İşte CHP kitabında, İslâm ülkelerinde uygulandığı iddia edilen kadına yönelik cezalardan bazı örnekler: Kadınların dans etmesi yasaktır Evlenecek olan kadın nikah masasına oturamaz, onu babası temsil eder Koca, kadının hayat hakkı konusunda söz sahibidir, gerekirse öldürebilir hakkıdır ve cezalandırılamaz Sakinleştirici ilaçların kadına verilmesi yasaktır. Birçok ülkede islâmi örtünme kurallarına uymayan kadınlar gözdağı vermek için öldürülür Hicaba uygun giyinmeyen kadınların yüzlerine ve bacaklarına kezzap atılmasına sıkça rastlanır Bir erkek doktor, bakması yasak olduğu için kadını ancak aynadaki aksi üzerinden muayene edebilir Kadın uygun burkayı giymemesi halinde taşlanabilir. Kitapta, bu örneklerin Türkiye’nin hangi tehlike ile karşı karşıya bulunduğunun iyi anlaşılması için verildiği savunuldu. Kitapta türban da, ‘kara leke’ olarak adlandırılırken, türbanın rüşvet ve baskı unsuru olarak kullanıldığı da iddia edildi. Kitapta, “Sosyal ve kamusal alanlardaki türban baskısı, kimi zaman rüşvet, kimi zaman tehdit oldu; nefreti, korkuyu, paniği doğurdu” ifadesine yer verilirken, başörtüsüne yönelik hak arama eylemleri ise radikal grupların ‘sosyal baskı şovu’ olarak nitelendirildi.
******************************
CHP'nin hazırladığı kitapta AK Parti Çankırı Milletvekili Prof. Dr. Hikmet Özdemir'in hazırladığı 'Kırk Hadisi Şerif' kitabındaki hadisler hurafe olarak nitelendirildi.
******************************
CHP'nin hazırladığı kitabın 26. sayfasında rahle üzerinde Kur'an-ı Kerim okuyan çocuklar gösteri-lerek, çocukların Kur'an-ı Kerim'i okuması sayesinde cumhuriyetin ilkelerine yabancılaştığı ve çağdışı bir ideolojiye teslim edildiği savunuldu. Çocukların Kur'an okumasını kara leke olarak niteleyen kitapta Kur'an okuyan çocukların cumhuriyete karşı koşullandığı görüşü ileri sürüldü. Kitabın 49. sayfasında da camide tek başına Kur'an okuyan çocuğun fotoğrafı koyularak, bu davranış yüz karası bir eylem olarak nitelendiriliyor.
 
 
 
 

M.Kemal: Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için



M.Kemal: Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için …

18 Temmuz’da İslamlığın terakkiye mani olduğunu haykıran Fethi Bey ve arkadaşları bu maniayı nasıl ve ne zaman kaldıracaklardı? Hükümet programı ile mi, yoksa Gazi’nin herhangi bir hamlesiyle mi? Bu bekleyiş uzun sürmedi. Hemen bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Şöyle ki: Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa heyeti ilmiyenin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyerek “Kur’ân’ı Türkçeye aynen tercüme” arzusunu ortaya attı.

Bu arzusunu ve hatta zorunlu olan sebebini başka muhitlerde söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şer’iye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu bilgiyi vermişlerdi: Gazi, Kur’ân-ı Kerîm’i bazı İslâmlık aleyhtarı züppelere çevirtmekarzusundadır. Sonra da Kur’ân’ın Arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca Kur’ân’ı da İslâmlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor. Bazı yeni simalardan da söz ettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden (beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:
- Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınız içeride ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi ilgili makamlara bırakmalı. Fakat rastgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde Arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi, tercüme mi, yapmak muvafıktır? Ona göre bunları harekete geçirmelidir. - Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malumdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirilmek gibi bazı hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:

- Müstemlekeleri İslâm halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasî çıkarlarına göre Kur’ân’ı dillerine tercüme ettirilmişlerdir. İslâm dinine ve Arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, meselâ Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada maarif programımızı tespit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdani olan din bahsinden değil ilim cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’ân’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa millî kalkınmaya hasretmek daha hayırlı olur. M. Kemal Paşa sözlerime karşı hiddetle bütün zamirlerini ortaya attı:
- Evet Karabekir, Arap oğlunun yavelerini (saçmalıklarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye çevirttireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler… İşin bir İlim Heyeti huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref: - Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor…
Diyerek bahsi kapattılar. Bizler de özel masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik. Fakat İlim Heyeti’nin bütün üyeleri üzüntülü görünüyordu.

Kaynak: “Kazım Karabekir Anlatıyor” – Hazırlayan: Uğur Mumcu, 19 Haziran 1990, Cumhuriyet Gazetesi Ayrıca: “Kazım Karabekir Anlatıyor” - Uğur Mumcu 23. Baskı Aralık 2002 Bölüm ON Sayfa: 85-87


http://hakaretyokhakikatvar.wordpress.com/2012/08/15/m-kemal-arap-oglunun-yavelerini-sacmaliklarini-turk-ogullarina-ogretmek-icin-kurani-turkceye-cevirttirecegim/

İNGİLİZ KOMUTAN HAMİLTON


CAMİİLER HAKKINDA


Arapça dini eser basmakla itham edilen sanıkların 18 ay ile 7 yıl hapsi istendi..


Arapça dini eser basmakla itham edilen sanıkların 18 ay ile 7 yıl hapsi istendi..

Osmanlı'nın İrlanda'da bıraktığı iz.


Osmanlı'nın İrlanda'da bıraktığı iz.



Osmanlı'nın İrlanda'da bıraktığı iz İrlanda Asilzâdeleri'nin Osmanlı Padişahı'na gönderdikleri ve hâlen Topkapı Sarayı Müzesi arşivinde muhafaza edilen yardım sonrası gönderilmiş Teşekkür Mektubu'nda şöyle deniliyor: "Aşağıda imzaları bulunan biz İrlanda Asilzâdeleri, Beyefendileri ve Sâkinleri, Majesteleri tarafından acı çeken kederli İrlanda Halkı'na gösterilen cömert hayırseverlik ve alâkaya en derin minnetlerimizi saygıyla takdim eder ve onlar adına Majesteleri tarafından İrlanda Halkı'nın ihtiyaçlarını karşılamak ve acısını dindirmek üzere cömertçe yapılan 1.000 Sterlinlik bağış için teşekkürlerimizi arz ederiz." İrlanda’yı kasıp kavuran kıtlık döneminde, Osmanlı Devleti’nin yaptığı nakdî ve aynî yardımın hatırasına 2006 Mayıs ayında Dublin’e yetmiş mil uzaklıktaki Drogheda şehrinde tören yapılarak, o döneme ait tarihî Belediye Binası'na "Şükran Plâketi" asıldı.
Yaklaşık iki milyon İrlandalı'nın göç etmesine ve ölümüne sebep olan açlık ve kıtlık felâketi sırasında Sultan Abdülmecid, zor durumdaki İrlanda halkına 10.000 Sterlin yardımda bulunmak istedi. Fakat kendi topraklarına dâhil olan bu bölgeye sadece 2.000 Sterlin yardım yapmayı kararlaştıran İngiltere Kraliçesi Victoria, Osmanlı'nın kendilerinden kat kat fazla bağış yapmasını kabul etmeyerek, İstanbul’daki büyükelçisi vasıtasıyla, Sultan’ın teklifini reddetti ve Osmanlı bağışı -İngiltere'nin isteğiyle- 1.000 Sterlin'e indirildi. Sultan Abdülmecid bunun üzerine İrlanda’ya tahıl yüklü 5 gemi gönderdi. Fakat İngilizler'in Dublin Limanı’na sokmadıkları erzak dolu yardım gemileri, yüklerini Drogheda Limanı’na boşalttı. (1847) Bu dönemde İngiltere ve kıta Avrupa’sı sanayi devriminin getirdiği refah ve zenginliğe rağmen İrlanda’ya yardım etmezken, Osmanlı içinde bulunduğu maddî sıkıntı ve uzak coğrafi mesafeye aldırmadan zor durumdaki bölge insanına yardım etmek istiyordu.

İşte, bu olayın anısına 800. kuruluş yıldönümünü kutlayan Drogheda Belediyesi’nce yaptırılan "Şükran Plâketi", 150 yıl önce Türk Gemicilerin misafir edildiği eski belediye sarayının duvarına (şimdiki Westcourt Oteli'ne) törenle çakıldı. Drogheda’nın Belediye başkanı Alderman Frank Goddfrey törende yaptığı konuşmada şehir ambleminin Osmanlı hilâl ve yıldızı olduğunu hatırlatarak “Şükran Plâketi'miz, iki ülke insanlarının dostluk sembolü olacaktır ümidindeyim” dedi. Kıtlık ve Açlık Müzesi müdürü de, Türk Halkı'na ve Osmanlı Devleti’ne minnettar olduklarını vurguladı.

İrlanda Tarihi'nin en önemli olaylarından biri olan İrlanda Açlığı, Büyük Kıtlık veya Patates Kıtlığı diye de adlandırılan İrlanda patatesinin zehirlenmesi sonucu ortaya çıkan büyük afette yaklaşık 1 milyon İrlandalı hayatını kaybetmiş ve yaklaşık 2 milyon İrlandalı da çoğunlukla Amerika'ya göç ederek ülkeyi terk etmiştir. 1845'te Amerika'dan sızan zehirli bir mikroskobik mantar olan Phytophtera İnfestans'ın, ülkenin en temel gıda maddesi olan patates ürününün üçte birini yok etmesiyle başlayan kıtlıkda ertesi yılki kayıp yüzde 80-90'lara kadar ulaştı. Aç halkın tohumlukları da yemesi sebebiyle kıtlık 1847'de zirveye ulaştı. İthal tohumların kullanıldığı 1848'deki mahsulde ise patateslerin yarıya yakını heba oldu. 1849'dan itibaren azalmaya geçen felaket 1851'de sona erdi.

Katolik İrlanda, İngiltere tarafından acımasızca sömürülmekteydi. Adanın tarım topraklarının tümü, yaklaşık 10 bin İngiliz'in elinde bulunmaktaydı. Bunlar, bu toprakları 600 bin İrlandalı çiftçiye kiralıyor, aldıkları yüksek rantlarla İngiltere'de lordlar gibi yaşıyorlardı. Nüfus yoğunlundan ötürü toprak kiraları çok yüksekti. En verimli topraklar İngiltere'ye ihraç edilmek üzere tahıl üretimine ayrılmıştı. Öylesine ki, kıtlığın patladığı 1845'te İngiltere'ye 1 milyon ton tahıl ile 258.000 koyun gönderilmişti. İşçilere ücret ödenmiyor, bunun yerine ücret olarak küçük bir toprak parçası kiralanıyordu. Kiracı çiftçiler ve işçiler, yani 4 milyondan fazla İrlandalı ise tek gıdaları olan patatesi buralarda üretiyorlardı. Patates Kıtlığı'nın yaşanmasından sonra başlayan ölümler ve göç olaylarından sonra yaklaşık 8 Milyon olan İrlanda nüfusu bir kaç yıl içinde yaklaşık 5 milyona gerilemiş, Amerika'ya göç etmek zorunda kalıp bir daha vatanlarına dönemeyen İrlandalılar ise geride pekçok hüzünlü hikaye bırakmışlardır.

İngiltere Kraliçesi'nin kendi topraklarına dahil bir bölgeye Osmanlı Devleti tarafından yapılmak istenen nakdî yardımı engellemesi ve yardım miktarını onda bire düşürmesi, ibret verici bir olaydı. Buna karşılık, Osmanlı Sultanı Abdülmecid’in muhtemel siyasi gerilimleri ve ulaşım güçlüklerini de göze alarak 4.000 kilometre uzaklıktaki fakir bir ülkeye tahıl yüklü gemiler göndermesi tarih sayfalarında benzerine rastlanmayacak bir alicenaplık örneğiydi. Evet, Avrupa'nın en batısında, tarih boyunca hiç karşı karşıya gelmediğimiz insanların memleketinde, bizimle ilgili, kitabe diyebileceğimiz bir belge çakılı. Oradaki üç-beş satır, insanlık tarihini anlatan ciltler dolusu kitaba sığmayacak bir mana zenginliği içinde, daha nice asırlar ötesine mesaj verip, ışık tutacak.

Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.


Selahaddin Adil Paşa İstanbul'da işgal devletleri temsilcileri ile vedalaşıyor.

İngilizler İstanbul'dan nasıl çıktı?

Resmi tarih, İstiklal Savaşı'ndan sonra İngilizler başta olmak üzere işgal kuvvetlerini İstanbul'dan nasıl başları önlerinde çıkarttığımızı yazar.
...
Ne de olsa fena halde yenik ve eziktirler karşımızda. Nitekim muzaffer Türk ordusu 6 Ekim 1923 günü İstanbul'a girmiş ve şehri 5 yıla yakın süren düşman işgalinden kurtarmıştır.

Artık değişmesi şart olan tarih kitaplarımızda böyle yazar yazmasına ama gerçekler aynı kanaatte değildir. Aslında İtilaf devletlerinin silahlı kuvvetleri, resmi geçit törenleri ve centilmenlere yakışır "garden party"lerle
veda etmişler, halkın alkışları arasında bayrağımızı selamlayarak Dolmabahçe rıhtımında kendilerini bekleyen "Arabic" adlı vapura binmişler ve sevinç içinde el sallayarak İstanbul'dan ayrılmışlardı.

Hangi tarihte peki? Herkes gibi '6 Ekim'de' diyorsanız yanılıyorsunuz. Doğru cevap için ise biraz sabrınızı istirham edeceğim. Çünkü daha önce hatırlatmam gereken bazı önemli noktalar bulunuyor.

Öncelikle şunu belirtelim ki, işgal kuvvetlerinin İstanbul'u terk edişi ile Lozan Antlaşması'nın imzalanması olayları arasında sandığımızdan da yakın bir bağ mevcuttur. Yani Lozan imzalanana kadar işgal devam etmişti, hatta sonrasında da 2,5 aya yakın bir süre işgalciler başkentimizden gitmemişlerdi.

Hemen araya girip söyleyeyim: Ankara'nın 13 Ekim'de başkent oluşu İtilaf kuvvetlerinin gidişinden bir hafta kadar sonraya rastlar, yani Lozan imzalandığında İstanbul hâlâ payitahttır ve bir maddesinde de Hilafet merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

merkezinin İstanbul olduğu açıkça yazılıdır.

O zaman şunu sormak hakkımızdır diye düşünüyorum: Ankara'yı başkent yapmakla Lozan'ı ilk delen biz mi olduk yoksa? Hani Lozan ilk imzalandığı haliyle dimdik ayaktaydı? Aslında Lozan defalarca delinmiştir. Hatta Montrö bir yana, belki de Lozan'ın lehimize asıl delinişi, "Kanalistanbul" projesiyle gerçekleşecektir. Böylece Boğaziçi, 1918'den bu yana ilk defa tam olarak egemenliğimiz altına girecektir.

Konumuza dönecek olursak, şehrin boşaltılması sırasında İstanbul Komutanı olarak görev yapan Selahaddin Adil Paşa'nın "Hayat Mücadelelerim" adlı hatıralarında (1982) o günler içeriden ve ayrıntılı bir şekilde anlatılır. (Maalesef bu hatıratın orijinali, Paşa'nın oğlu Semuh Adil Bey'in ifadesiyle Kemal Ilıcak'ın yalısında kaybolmuştur.)

Görevine Halife Abdülmecid'in biat töreniyle başlayan Selahaddin Adil Paşa, 24 Temmuz 1923'te imzalanan Lozan Antlaşması'nın hükümlerine uygun olarak bir ay sonra (23 Ağustos) TBMM Lozan'ı onaylayacak ve ancak o zaman İtilaf kuvvetleri denklerini toplamaya başlayacaklardır. (İngiltere parlamentosunun onayı ise eylülde gelecektir.) 25 Ağustos'ta işgal kuvvetleri hazırlığa başlamış, binaları teslim etmektedirler birer ikişer. Boşaltma 1,5 ayda tamamlanacak ve son gün dostane bir tören düzenlenecektir. Bundan sonrasını S. Adil Paşa'nın hatıratından takip edelim (sayfa 424):

"General Harrington tarafından İtilaf devletleri orduları namına 29 Ağustos'ta Türk ordusu için Sumer Palas'ta bir çay ziyafeti verilerek İstanbul'daki askeri, sivil birçok kişi çağrılmış ve kumandanlıkça (yani Türk tarafınca) da 19 Eylül 1923'te Beykoz Parkı'nda bir garden parti ile buna karşılık verilmişti."

S. Adil Paşa bundan sonra ordumuzun İstanbul'a girişi için de hazırlık yaptıklarını ve eylül sonuna kadar işgal kuvvetlerinin binaları teslim işinin sürdüğünü,birliklerin
de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanar
de büyük ölçüde -karargâh heyetleri hariç- ülkelerine yollandığını anlatıyor.

Nihayet 2 Ekim günü İtilaf devletlerinin Mondros Mütarekesi hükümleri gereğince el koydukları bütün cephane ve savaş malzemesinin Türk hükümetine teslim edildiğine dair belge imzalandıktan sonra artık resmi işlemlerin tamamlandığını yazan Paşa, aynı gün, yani 2 Ekim 1923 günü işgal kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini de şöyle anlatıyor (s. 425):

"Türk, İngiliz, Fransız ve İtalyan birliklerinden ayrılan birer birlik belirli saatte Dolmabahçe meydanında yerleşmiş ve yapılan geçit merasiminden sonra İtilaf devletleri kumandanları tarafından büyük bir seyirci topluluğu önünde alkışlar arasında şanlı bayrağımız selamlanarak yabancı kumandanlar cami rıhtımına kadar uğurlanmış ve burada rıhtıma yanaşan bir motorla Fındıklı açıklarında beklemekte olan Arabic vapuruna gitmişlerdi. Bu suretle de İstanbul işgaline kesinlikle son verilmişti."

Bizzat İstanbul'u teslim alan komutanın ağzından aktardığım yukarıdaki satırlar İtilaf kuvvetlerinin İstanbul'u nasıl terk ettiklerini belge değerinde bir anlatımla ortaya koyuyor. Yalnız o soruyu unutmadınız umarım: 'Hangi tarihte?' diye sormuştuk. Resmi tarih 6 Ekim diyor, S. Adil Paşa ise 2 Ekim.

Doğrusu, İtilaf güçleri 2 Ekim'de çekip gitmişlerdi ama onları göndermenin şerefi Selahaddin Adil Paşa gibi bir muhalife kalmasın diye resmi tarihte Türk ordusunun İstanbul'a giriş tarihi esas alındı ve adı yalnız İstiklal Savaşı'ndan değil, 18 Mart'ın gerçek kahramanı olduğu Çanakkale Zaferi tarihinden bile silindi.
İşte bizde buna tarih diyorlar.

03 Temmuz 2011, Pazar
Mustafa ARMAĞAN

1 Mart 2013 Cuma

İRLANDA SOSYAL GÜVENLİK BAKANLIĞI:OSMANLI DEVLETİ BİZE KITLIK




EDİRNE MÜDAFİİ ŞÜKRÜ PAŞA



EDİRNE MÜDAFİİ  ŞÜKRÜ PAŞA 



Düşman,hatlarımızı geçtikten sonra ölürsem kendimi şehit kabul etmiyorum.Beni mezara koymayın.Etimi itler ve kuşlar çeke çeke yesinler.Fakat müdafaa hattımız bozulmadan şehit olursam,kefenim,lifim,sabunum çantamdadır.Beni bu mahalle gömeceksiniz ve gelen nesiller üzerime bir abide dikeceklerdir.'

EDİRNE MÜDAFİİ
ŞÜKRÜ PAŞA
1857-1916


Şükrü Paşa’ya şehrin kuşatılması halinde 40 gün savunulması emri verilmişti.5 ay 5 gün süreyle direnerek tarihe geçen bir savunma gerçekleştirdi.


BÖYLE BAŞLADI. BÖYLE BİTTİ.




Çanakkale Cephesinde Osmanlı Askerlerinin Yazdığı Bir Yazı:


Çanakkale Cephesinde Osmanlı Askerlerinin Yazdığı Bir Yazı:

“ALLAH BİZİMLEDİR” (الله بزمله در)

İngiliz isthbarat raporlarına göre:


 
İngiliz isthbarat raporlarına göre:


LİDER MUSTAFA OLABİLİR


Enver Paşa’nın Kurtuluş Savaşı sürerken İngilizler’le üç ayrı gizli görüşme yaptığı belgelendi. İngiliz istihbarat raporlarına göre, Türkiye’nin bağımsızlığının tanınması karşılığ...ında İngiltere’ye Bolşevikler ile işbirliğinden vazgeçmeyi öneren Enver Paşa, ‘Anlaşma olursa Mustafa Kemal lider olabilir’ diyor.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurucu önderi Harbiye Nazırı Enver Paşa’nın dönemin İngiliz Savunma Bakanı Winston Churchill’in bilgisi dahilinde İngiliz İstihbarat Binbaşısı Ivor Hadley ile Berlin’de üç kez gizlice görüştü.

İngiliz isthbarat raporlarına göre, 88 yıl önce yapılan görüşmelerde, Enver Paşa, İngiltere’ye açıkça Türkiye’nin bağımsızlığının tanınması için teklif götürüyor. Mustafa Kemal’in tekliften haberi olup olmadığı sorusuna ise Enver Paşa, ‘Aramız çok iyi. Benim altımda çalışabileceğini söyledi. Lider olabilir’ yanıtını veriyor.

ONUNLA ARAMIZ ÇOK İYİ

Türk Tarih Kurumu’nda yürütülen bir proje kapsamında 2004-2009 yılları arasında ABD, İngiltere ve Alman milli arşivlerinde incelemeler yapan Balıkesir Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Bülent Özdemir, İngiliz istihbarat raporlarına ulaşmayı başardı.

İngiltere Savaş Bakanlığı, belgeleri ve istihbarat raporlarının yer aldığı, ‘War Oficce’de incelemeler yapan Doç. Özdemir, Enver Paşa’nın İngiliz istihbarat subayı Ivor Hadley ile 6 Ocak 1920, 16 Ocak 1920 ve 24 Şubat 1920 tarihlerinde Berlin’de bir araya geldiğini ortaya çıkardı.

İstihbarat raporlarına göre, Enver Paşa, İngiliz subayın ‘Anadolu’da Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı’ sorusuna şu yanıtı veriyor: ‘Mustafa’yla aramız iyi. Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini ve gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Eğer bir anlaşma olacaksa İngiltere’nin Mustafa Kemal’i bir lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Önemli değil, lider Mustafa Kemal olsun.’

MEÇHUL KADIN ARACI

İngiliz arşivlerine göre, ilk görüşme Enver Paşa’nın eşi Naciye Hanım ve 3 yaşındaki kızı Türkan’ı İngiltere üzerinden getirdiği Almanya’daki, ’17 Knausstasse Grunewold-Berlin’ adresinde gerçekleşti. 6 Ocak 1920′de kimliği belirsiz bir kadın, İstihbarat Binbaşısı İvor Hadley’i, telefonla arayarak ‘Enver Paşa ile görüşmek ister misiniz?’ diye sordu. İstihbaratçı bu telefona, ‘O meşhur Enver Paşa mı?’ diye karşılık verip görüşmeyi kabul etti.

BiRiNCi GÖRÜŞME 6 OCAK 1920: Vatansever olduğunu söyleyerek işbirliği önerdi.

İstihbarat Binbaşı Hadley, İngiliz Savaş Bakanlığı kayıtlarına da giren ilk görüşmeyi şöyle anlatıyor: ‘Enver Paşa söze bir vatansever olduğunu söyleyerek başladı. Savaşın kaybedildiğini, bir asker olarak bunu kabullendiğini ve Türkiye’nin gerçek dost olarak İngiltere’yi gördüğünü söyleyerek, gizli bir işbirliği teklif etti.’

Hadley, Enver Paşa’nın görüşmede kendisine, ‘Eğer Türkiye ile bir işbirliği yaparsanız İngiltere’nin Mısır’da ve diğer Müslüman doğu ülkelerinde (Özellikle Hindistan-Afganistan) yaşadığı sorunların çözümü konusunda bizzat çalışarak nüfuzunu kullanacağını, ve bu teklifin doğrudan Savunma Bakanı Wınston Churchill’e iletilmesini istediğini’ söylüyor. Binbaşı Hadley, ‘Londra’ya gidip bunları Churchill’e anlattım. O da o sırada Paris Barış Görüşmeleri’nde olan Başbakan Lord Crouzon’a gönderdi’ diye de ekliyor.

iKiNCi GÖRÜŞME 16 OCAK 1920: Enver Paşa ‘Profesör Ali’ takma adını kullanıyordu

Hadley: Churcill’in bilgisiyle 16 Ocak 1920′de Berlin’deki adreste ‘Profesör Ali’ takma adını kullanan Enver Paşa ile ikinci kez görüştük. ‘Mustafa Kemal sizi ciddiye alacak mı?’ diye sordum.

Enver Paşa da ‘Mustafa, imkanlar dahilinde İngiltere ile anlaşabileceğini, gerekirse benim altımda sıradan bir subay olarak çalışabileceğini söylüyor. Anlaşma olacaksa İngiltere’nin Mustafa Kemal’i lider olarak tanımasında benim açımdan bir sakınca yoktur. Lider Mustafa Kemal olsun’ dedi.

ÜÇÜNCÜ GÖRÜŞME 24 ŞUBAT 1920: Bağımsız Türkiye’ye karşılık Bolşevikler

‘Enver Paşa, 24 Şubat 1920′de acil görüşme talebinde bulundu. Bu görüşmede Enver Paşa, anlaşma halinde;

1- Bolşevikler’in Kafkasya yoluyla İran’a kadar gitmesini engelleyeceğim.

2- Afganistan ve İran’da İngiliz karşıtlığının ortadan kalkması için çalışacağım.

3- Mısır’a belli oranda bağımsızlık verilirse, ‘Oradaki milliyetçilere İngiltere ile yakın ilişkide çalışın’ telkinlerinde bulunacağını söyledi. Enver Paşa, bunları tam bağımsız yeni bir Türkiye karşılığında yapabileceğini ifade etti.’

haber10. 2008