31 Ocak 2020 Cuma
30 Ocak 2020 Perşembe
OSMANLIDA İÇOĞLANLAR KİMLERDİR?
OSMANLIDA İÇOĞLANLAR KİMLERDİR?
İçoğlanı koğuşlarında disiplin son derece sıkıydı. Yatıp kalkma, çalışma ve dinlenme zamanları dakika şaşmazdı. İçoğlanları, Enderûn-ı Hümâyun Mektebinden aldıkları terbiyenin mükemmelliği sayesinde Osmanlı Devletine uzun yıllar sadakatle hizmet ettiler.
Son zamanlarda Osmanlı Devleti ve padişahları aleyhinde gerek kitap, gerek film ve gerekse makaleler yoluyla maksatlı, kasıtlı ve yıkıcı yayınlar artmış görünmektedir. Şüphesiz her ilim dalının kendine özgü bir metodu vardır. Tarihin metodu da olayları incelerken mümkün olduğunca tüm belgelere ulaşmak ve onları tarafsız bir gözle incelemektir. Bu arada devrin şartlarına vakıf olmak esastır. Ayrıca tarihî olayları iyi değerlendirebilmek için fıkıh, hukuk, coğrafya, edebiyat, mantık, iktisat vs. ilimlerin de belli ölçüde bilinmesi gerekmektedir. Oysa bu yapılmadığı gibi sadece olayın sonucuna bakılarak veya kelimenin sözlük manasından hareketle hüküm verilmektedir. Mesela devlete isyan eden bir zümre cezalandırıldı mı devrin padişahı kan dökücü olur. Oysa bu konuda devletin anayasası, padişahların bağlı oldukları dinin hükümleri ne demektedir?.. Yol kesenlerin, adam öldürenlerin, hırsızlık edenlerin, gasp ve yağma hareketinde bulunanların İslâm hukukunda cezası nedir? Bir defa olsun bakmazlar. Yavuz Sultan Selim‘in isyana karışmış kişileri defter ettirip cezalandırdığını belirtirken bu olaydan önce Safevi hükümdarı Şah İsmail‘in Anadolu’ya gönderdiği fedaileri vasıtasıyla 50 bin günahsız kişinin kanına girdiğini, Osmanlı Devletinin parçalanma noktasına geldiğini nedense görmezler.
İşte böyle maksatlı bir şekilde Osmanlılar aleyhinde sık sık dile getirilen konulardan bir tanesi de İçoğlanı meselesidir. Buradaki oğlan ifadesinden hareketle Osmanlı padişahlarına yakışıksız iftiralarda bulunulmaktadır.
İçoğlan, devşirme sistemiyle saraya alınıp çeşitli devlet hizmetleri için yetiştirilen kimselere verilen ortak isimdir. Meşhur Osmanlı tarihçisi İ. Hakkı Uzunçarşılı İçoğlanları hakkında geniş bilgi vermeden bir mukaddime halinde şunları söylemektedir;
“Padişahlar; takriben XV. asır ortalarından XVIII. asır başlarına kadar Müslüman-Türk terbiye ve kültürüyle yoğrulmuş, kendilerine sadık bir bende sınıfı yetiştirerek bunların bir kısmını kendi saraylarında ve bir kısmını ordularında terbiye ettirdikten sonra Osmanlı Devleti’nin idare ve inzibatını bunların ellerine vermişlerdir. Bu söylediğimiz asırlarda hemen bütün büyük devlet makamları ile Kapıkulu Ocakları’nın dörtte üçü bu zümreden oluşmaktadır.
Bu devşirme çocukları Yenisaray’a (Topkapı Sarayı) alınmadan evvel büyük bir itina ile yetiştirilerek Müslüman-Türk terbiyesi görürler. Dinî muamelatı ve Türkçeyi öğrenirler. Sistemli tarzda mükemmel bir tahsile tabi tutulurlar ve sıraları gelince liyakat ve kabiliyetlerine göre, saray haricindeki muhtelif devlet hizmetlerine tayin edilirlerdi. Bundan dolayı Osmanlı sarayı aynı zamanda tahsil ve terbiye ile devlet işlerine gönderilecek olanları yetiştiren bir müessese demekti.”
XVII. asır Türk tarihçilerinden olan Bosnalı Mehmed Halife, Seferli Oda’sı İçoğlanları‘ndan olup “Tarih-i Gılmanî” adıyla devrin olaylarını anlatan kıymetli bir tarih kitabı yazmıştır. O eserinin sonunda İçoğlanları‘nın yetişmesi hakkında da çok değerli bilgiler vermiş olup tarihe ışık tutmaktadır. Bu bilgileri okuyanlar İçoğlanları‘nın nasıl bir edebî, ahlakî ve devlet adamı kimliğine sahip olduklarını görürler. Bu itibarla İçoğlanı hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler için Mehmed Halife’nin verdiği bilgileri sadeleştirerek aktarmayı uygun görüyoruz.
İçoğlanı odaları
“Malum olaki saadetlü padişahımızın harem-i muhteremelerinde yetişip terbiye edilen Zülüfkeşan’ın arzularına, dileklerine kavuştukları odaların en şereflisi ve yücesi Habîb-i Ekrem “sallahü teala aleyhi ve sellem” hazretlerinin hırka-i şeriflerinin bulunduğu Has Oda’dır. Kırklar adedince kırk tane şanlı Zülüfkeşan ağa, bizzat saadetlü ve mehabetlü padişahın gece ve gündüz hizmetindedirler. Bunlar devamlı hırka-i şerife yüzlerin sürüp kendi dünya ve ahiret istekleri ve İslâm padişahı içün hayır dualar ederler. Bu hanedeki kişilerin sayısı kırktır. Ne fazla ve ne de eksik olur. Bu kırk ağalar içinde dört tane Arz ağası ve on iki tane Bıçaklı Eski (kıdemli içoğlan) vardır.
İkinci ocak, Hazine Odasıdır ki orada bulunan gılmân-ı zülüfkeşen yalnız hazine hizmeti için tayin olunmuştur.
Üçüncü ocak Kiler Odası’dır. Bunlar da saadetlü padişahın çeşitli şerbetleri ve meyve hizmetine atanmışlardır.
Dördüncü ocak Seferli Odası’dır. Bunlar da padişahımızın libas hizmetine tayin olunmuşlardır.
Beşinci ocak Bazyân (Doğancılar) Odası’dır. Bunlar kırk adam olup doğanlar hizmeti için tayin olunmuştur. Bu beş odalıya kaftan giydikleri için “Kaftanlı” denilmektedir.
Altıncı ocak Hane-i kebîr (büyük oda), yedincisi Hane-i sağir (küçük oda)’dır. Bu iki odalının padişahla ilgili bir hizmetleri yoktur. Yalnız okumak ve yazmakla meşgul olurlar. Bunlara, dolama giydikleri için “Dolamah” denilmektedir.
Günlük hayat
Yukarıda zikr olunan her bir odalı ne hizmete tayin edildiler ise âdâb ve erkân ile hizmetlerini yerine getirdikten sonra her biri kendi dairelerinde dakika kaybetmeyip kimi hüsn-i hat (güzel yazı) yazar, kimi Kur’an-ı kerimi ezberlemeye ve tecvide çalışır, kimi de dinî ilimleri en iyi şekilde öğrenmek ve öğretmek için çalışır, gayret sarfederler. Eski âdetleri üzere yaz ve kış, akşam namazından yarım, bazan da bir saat önce herkes abdest alır, yerlerinde oturup ezan vaktine kadar Kur’an-ı kerim okurlardı. Akşam namazını kıldıktan sonra devam ettikleri Kur’an tilâvetini yatsıya yakın bırakıp abdest yenilerlerdi. Sonra yatsı ezanına kadar yerlerinde âdâb ve erkân üzere otururlardı. Ezan okunduğu gibi ikişer ikişer çift olup edep ile Hünkar Mescidi’ne giderler, burada her odalı özel yerlerinde saf tutarak cemaat ile namazı kılarlar, sonra imam ile beraber hepsi ayağa kalkar ve saadetli padişaha dua ve sena ederlerdi.
Bundan sonra herkes odasına varıp, ayak üzere durup padişahın selametliği için ve geçmiş padişahlar ruhu için üç ihlas ile bir fatiha-i şerife okuyup yatarlardı.
Seher vaktinde, fecr doğmadan evvel herkes yerinden kalkıp âdet üzere giyinir ve abdest alırlar. Sonra sabah namazı vaktine kadar mekanlarında Kur’an-ı kerim okurlar. Sabah namazını kıldıktan sonra güneş doğunca herkes halifesi (hocası) önüne varıp Kur’an dersi alırlar. Bu vakitlerde ders okuyan bazı kardeşlerin kendileri güzel ve sevimli oldukları gibi sesleri dahi güzel ve şirindir. Bunlar o derece latif ve medhe layık tarzda yüksek ve yanık davudî sesleriyle çeşit çeşit makamlarla Kur’an okurlar ki işiten onlara hoşluk, ölmüş gönüllere yeni hayat verir.
İnşaallah, Allahü Teala hazretleri burada okunan Kur’an-ı azîm hürmetine bu sarayları yaptıran padişahlara bol bol rahmet eyleye. Onlar toprakta yattıkça bu sarayları ma’mur ve abâd, saadetlü padişahımız Sultan Mehmed Han (IV. Mehmed) hazretlerini uzun ömürle hoşnut eyleye.
Diğer faaliyetler
Bahsi geçen vakitlerin dışında, sultanla ilgili bir hizmet olmadıkça yazı ile uğraşırlar çeşitli ilimlere dikkatle çalışırlar. Yıl başına kadar bu şekilde hareket ederler. Lâkin iki bayramın ilk iki gecesinde padişahın izni ile çeşitli eğlenceler tertip ederler. Her biri kudretine göre atlas, diba, serenk yahut şîb kaftanlar kuşanırlar. Buna göre ince ve güzel çamaşırlar, kumaş ve sırmalı takyeler, kuşaklar ve kumaş terlikler giyerler. Çeşitli hoş ve latif buhur, anber ile kokulanırlar.
Ertesi gün saadetti padişahımız bayram namazını kıldıktan sonra saadetle has oda önündeki taht-ı şerife Neriman-vari oturduğunda zülüflü ocağından kırk adam ve diğerleri, usuliyle gelerek padişahımızın mübarek eteğini öperler. Kilerli ve Seferli’li de bu biçimde varıp etek öptükten sonra herkes odasına döner, birbirleriyle musafaha ederler. Şenlikler dört gün dört gece devam eder. Sonra her biri muratlarına ulaşıncaya kadar eskisi gibi yine okuyup yazmaya ve usulünce hare etmeye devam ederler.
Hazineli, Kilerli ve Seferli’ler, yer açıldıkça nöbetle ve yoluyla Has Oda’ya geçerler. Her bir odadan nöbetle ve sıraya göre Has Oda’ya girilir. Mesela her odadan, başta kim bulunuyorsa o gider. Bunlardan Has Oda’ya gitmeyenler, kendi derecelerine uygun bir vazife ile dışarı çıkarlar. Çoğunluğun vazifelerini tamamlayıp arzuları üzere muratlarına erdiklerinde Enderun’da, yirmişer-otuzar adamlardan başka kimse kalmaz. Onların yerine Galata, Edirne ve İbrahim Paşa saraylarından taşra çıkmayan (mezun olmayan) yeni hizmetliler odalara dağıtılıp edep ve terbiye ile yetiştirilirler. Ta ki bunlar da isteklerine, arzularına kavuşuncaya kadar. Çıkmanın (mezuniyet) en aşağı süresi yedi, en uzun süresi sekiz senedir. Cenâb-ı Bari-i Hüdadan dileğimiz budur ki bu güzel âdet ve erkânı zamanın tehlikesinden ve düşmanların kötü nazarlarından korusun…
Zamanımızda saadetlü padişahımızın Kur’an okuyan görevlileri ile dolu cennet gibi dört sarayı vardır. Bunların her biri sanki Din-i Muhammediye’nin ve Devlet-i Osmaniye’nin temel direği ve cihanın kutbudur. Şu yolla ki, yukarıda zikrettiğimiz tertip üzere dört sarayda dört bin “Kelamullah” gece ve gündüz padişahın devletinde açılıp okunur. Sonunda Osmanlı Devleti’nin devamı ve saadetli padişahımızın dünya ve ahiret isteklerinin yerine gelmesi için dua edilir.
Ocaktan yetişen ilim adamları
Fesahat ve belagat sahiplerinin kaynağı olan bu sultan saraylarında zamanımızda da pek çok değerli, mübarek ve zarif kişiler yetişmiştir. Birkaçını bildirelim:
Asrımızda yetişen halifelerin güzîde ve mümtazı, maarif meydanının şahbazı Ali ibni Ebi Talib’in ismini alan hazineden gitme Has Oda’lı Ali Ağa’dır. O, çeşitli ilimlerde mahir, hadis ve tefsir ilimlerinin nakline kadir bir kimsedir. Zamanın ne kadar faziletli bir zatı olduğu, sarayda şöhret bulan “Şifa-ül mü’minin” adlı eseriyle bellidir.
Bu ağanın seçkin talebesi, Resûl-i ekremin adaşı Mirza Mehmed Halife idi ki, o da tefsir, hadis, fıkıh, feraiz ve aklî bilimlerde eşi az bulunur çeşitli ilimlerde maharet sahibi bir zât-ı şerif idi. Hatta “Fıkh-ı Keydanî”yi Kaside-i Tantarani”yi ve “Kaside-i Münferice”yi gayet güzel tercüme edip, saadetli padişahımıza verip büyük ihsanlara mazhar oldu…
Yine Hz. Peygamberin “sallahü teala aleyhi ve sellem” ismini alan kiler imamı Mahmud Halife namında bir zat fen ilimlerinde eşsiz ve akranları arasında emsalsiz olduğundan Galatasarayı hocalığına tayin olmuştur.
Seferli Odası’ndan Tokatlı Ali Halife fıkıh ve feraiz ile çeşitli fen ilimlerinde mahir olup daha sonra o da Galatasarayı hocalığına çıkmıştır. Şair Abdurrahman Çelebi zamanın fazıl kişilerinden biriydi. “Recep Halife hatt-ı ta’lik’de sarf, nahiv, mantık, meani, fıkıh, feraiz, hadis ve matematikte gayet mahir bir kimse idi.
Bekir Halife, Tatardı. O da sözü edilen bilimlerde Recep Halife’yi andıran ona denk bir kimse idi. Selim, Hasan Mahmud Halifeler de her fende üstün kimselerdi.
Güzel yazı yazanlar arasında da Müezzin başı Gürcü Mustafa Ağa, Miftah Ağası Voynuk Mehmed Ağa, Çamaşırcı başı Mustafa Ağa, Mehmed Çelebi, Ahmed Halife, Davut Halife, Hafız Ömer Halife, Kadıköylü Müezzin Mehmed Çelebi, Kuyumcuzâde Küçük Mehmed Çelebi, Hafız Mustafa, Türk Ali vs.dir. Öteki odaların bilim erlerinin anlatılması için sözü uzatmak gerekir.”
XIX. yüzyıl başlarından itibaren Enderun‘un yerini modern müesseselerin alması ve uzun bir süreden beri devşirme sisteminin bozulması sebebiyle önemini kaybeden içoğlanı istihdamı 1833’te resmen ortadan kalkmıştır.
Yrd. Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
BİBLİYOGRAFYA:
1) Mehmed Halife, Tarih-i Gılmanî, İstanbul 1340,
2) Lütfi Tarihi, c. IV, İstanbul 1328,
3) İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devleti’nin Saray Teşkilâtı, Ankara 1984.
Not: Bu Makale, Tarih ve Medeniyet Dergisi Ekim 1996/31. Sayısı s. 57-61’de yayınlanmıştır.
http://ahmetsimsirgil.com/
24 Ocak 2020 Cuma
22 Ocak 2020 Çarşamba
21 Ocak 2020 Salı
Ali Şükrü Bey Vak’ası yahut Meclis darbesi.
Ali Şükrü Bey Vak’ası yahut Meclis darbesi.
Efendiler! Bu saat belki ellinci, altmışıncı saat oluyor. Ali Şükrü Bey biraderimiz Ankara denilen köy kadar bir yerde zabıtasıyla, ordusuyla, milletiyle, meclisiyle, hükümetiyle hepsi mevcut olan Ankara’da kaybolmuştur ve bulunamamaktadır.
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey – 29 Mart 1923 TBMM Konuşması
Ali Şükrü Bey, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Türkiye Büyük Millet Meclisine intikal etmiş vatansever bir şahsiyetti. Bahriye zabiti olan Trabzon mebusu Ali Şükrü, İngiltere’de denizcilik üzerine okumuştu. Çok iyi seviyedeki İngilizcesiyle dünya ahvalinden haberdar, aynı zamanda geleneklerine bağlı, dindar biriydi. Güçlü bir karakteri vardı. Mantıklı bir şekilde ikna edilmedikçe bildiğinden taviz vermez, küçük menfaatler peşinden koşup kimseye dalkavukluk etmezdi. Karakter olarak kendisine çok benzeyen Milli şairimiz Mehmet Akif’in de yakın dostuydu. Mili mücadele için İstanbul’dan Ankara’ya birlikte geçecek kadar yakın.
İÇKİYİ YASAKLATAN ADAM
Ali Şükrü Bey Ankara’ya geçer geçmez milli mücadeleyi farklı mecralara çekmek isteyen zihniyete karşı mücadelesine hız vermişti. Çıkardığı Tan gazetesiyle fikirlerini açıkça söylemekten çekinmiyor, meclis kürsüsünde milletin hamiyetli bir fedaisi olarak en sinsi, en belalı çetecilere karşı hakkı dile getirmekten imtina etmiyordu. Meni Müskirat Kanunu’nu (İçki yasağı kanunu) Meclise teklif eden de oydu. Bu hamlesiyle yedi düvel küffara karşı verilen mücadeleyi sulandırmak isteyen malum çevreleri hizaya getirmiş, açıktan işret yapmalarına mâni olarak hayli hayır duaya sebep olmuştu. Yine de mâlum zihniyet güya gizli fakat kendilerine mâlum bir şekilde şehirde dört meyhanenin işletilmesine ruhsat vermiş, Ankara Polis Müdürü Dilaver’in kendi evinde gizlice ürettiği rakılar mâlum çevrede nam yapmıştı. Zaten kanun, Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sadece bir yıl sonra, 9 Nisan 1924’te yürürlükten kaldırılacaktı. Bu arada Polis Müdürü Dilaver dâhil mâlum çevrenin kanun mucibince memuriyetten ve her türlü görevden atılması gerektiğine dikkat çekelim. Zira kanunun 3. maddesi aynen şöyledir:
“Alenen müskirat istimal edenler veya hafiyen istimal edipte sarhoşluğu görülenler ya haddi seri veya elli liradan iki yüz liraya kadar cezayi nakdî veyahut üç aydan bir seneye kadar hapis cezasıyle tecziye olunurlar. Sıfatı resmiye erbabından olanlar dahi memuriyetten tardedilir ve bu husustaki hükümler kabili itiraz ve istinaf ve temyiz değildir.”
TEK BAŞINA BİR ORDU
Mecliste muhalif olarak bilinen İkinci Grup içerisinde en cevvali odur. Döneme şahit olanların ifadesiyle rahmetli Ali Şükrü Bey adeta “tek başına bir ordu”dur.
Malum çevrenin adamı Falih Rıfkı “Çankaya” adlı eserinde rahmetliyi aynen şöyle anar:
“Mütareke yıllarında Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik İstanbul’da da Anadolu’da da alıp yürümüştü. Anadolu’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair Akif, sarıklı hocalardan çoğu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü bir deniz kurmayı olduğu halde en azılı olanlarından biri idi. 36 yaşında Meclis’e girmişti. Cüretli ve atılgandı.”
Malum çevreyi tek başına o denli korkutmuştur ki, buna dair pekçok tanıklık bulunmaktadır.
Buyrun, Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerinden bir pasaj…
14 Ocak 1923 Pazar
Akşam harekât. 7.30 sonra.
(Gazi Paşa, Fevzi Paşa, ben trenle Ankara’dan hareket)
Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş. Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi: “Muhalifler matbaa yapıyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
Dedim: “Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?”
Lozan’a yaptığı muhalefet de dillere destandır. 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda Ali Şükrü Bey Lozan’a gönderilen heyetin Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini söyler. Ertesi günü Mecliste Ali Şükrü-Mustafa Kemal kavgası kopacaktır.
ALÇAKÇA KATLEDİLDİ
Mecliste gizli oturum vardır. Hilafetin kaldırılması tartışılmaktadır. Ali Şükrü Bey, hilafetin kaldırılması gerektiğini söyleyenlere cevap vermek için defalarca kürsüye çıkar. Rauf Orbay artık dayanamaz. “Şükrü yeter artık söz alma!” der. Bu sırada Ali Şükrü Bey Rauf Orbay’a döner ve “Rauf! Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” deyip tekrar kürsünün yolunu tutar.
Hâdiseye şahit olan ve kaleme aldığı Yılların İzi’nde hikaye eden dönemin zabıt katibi Mahir İz’in yorumu aynen şu şekilde olmuştur:
“Zeki Bey’e Ali Şükrü Bey bu gece idam fermanını eliyle imza etti, dedim. Nitekim o sözüm de çıktı…”
Evet, rahmetli Mahir İz Üstadımız yanılmamıştır. Ali Şükrü Bey son olarak 27 Mart akşamı Ankara’da, Karaoğlan Çarşısı’nda bulunan Kuyulu Kahve’de oturuyorken Çankaya’nın muhafızlığını yapan Topal Osman’ın adamı Mustafa Kaptan yanına gelir ve birlikte çıkarken görülür. Mustafa Kaptan’ın daha sonra yaptığı itirafa göre, Mustafa Kaptan tarafından, Topal Osman’ın davetiyle Saman Pazarı’ndaki evine doğru yola koyulan Ali Şükrü Bey, burada Topal Osman ve adamları tarafından alçakça boğulacaktır.
Rahmetlinin naaşı, 1 Nisan’da bir çobanın ihbarıyla Ankara civarındaki kırsal arazide bulunur. Çankaya adına rahmetliyi katleden Topal Osman, artık Çankaya’nın bizzat hedefi haline gelir. Çünkü çok şey biliyordur. Topal Osman’a karşı harekât planını bizzat Mustafa Kemal’in kendisi hazırlar ve sonra eşi Latife Hanım’la birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, Rauf Orbay’ın İstasyon’daki dairesine doğru yola koyulur. Latife Hanım’ın kızkardeşi Vecihi İlmen’e göre kandırıldığını anlayan Topal Osman ve adamları Çankaya Köşkü’nü basınca Paşa çarşafa bürünüp köşkten kadın kılığında kaçar.
BİR GARİP SUSKUNLUK
Nutuk’ta hemen her konudan bahseden Mustafa Kemal’in yakın tarihimizin belki de en önemli olayındaki suskunluğu ilginçtir. Oysa bu hâdise ülkede yeni bir dönemin işaret fişeği olacaktır. Ali Şükrü cinayeti bir yönetim darbesine zemin hazırlayacak, Lozan anlaşmasını belki kabul etmeyecek hatta ileride ciddi sıkıntılara sebep olabilecek İkinci Grup muhalefeti böylece tasfiye edilecektir. Nitekim Ali Şükrü Bey olayı sebep gösterilerek Milli Mücadele’yi yapan Birinci Meclis kapatılmış ve Çankaya tarafından atanan isimlerin yer aldığı yeni bir meclis göreve başlamıştır.
http:// www.gercekhayat.com.tr/ kapak/ ali-sukru-bey-vakasi-yahut- meclis-darbesi/
Efendiler! Bu saat belki ellinci, altmışıncı saat oluyor. Ali Şükrü Bey biraderimiz Ankara denilen köy kadar bir yerde zabıtasıyla, ordusuyla, milletiyle, meclisiyle, hükümetiyle hepsi mevcut olan Ankara’da kaybolmuştur ve bulunamamaktadır.
Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Bey – 29 Mart 1923 TBMM Konuşması
Ali Şükrü Bey, son Osmanlı Mebusan Meclisi’nden Türkiye Büyük Millet Meclisine intikal etmiş vatansever bir şahsiyetti. Bahriye zabiti olan Trabzon mebusu Ali Şükrü, İngiltere’de denizcilik üzerine okumuştu. Çok iyi seviyedeki İngilizcesiyle dünya ahvalinden haberdar, aynı zamanda geleneklerine bağlı, dindar biriydi. Güçlü bir karakteri vardı. Mantıklı bir şekilde ikna edilmedikçe bildiğinden taviz vermez, küçük menfaatler peşinden koşup kimseye dalkavukluk etmezdi. Karakter olarak kendisine çok benzeyen Milli şairimiz Mehmet Akif’in de yakın dostuydu. Mili mücadele için İstanbul’dan Ankara’ya birlikte geçecek kadar yakın.
İÇKİYİ YASAKLATAN ADAM
Ali Şükrü Bey Ankara’ya geçer geçmez milli mücadeleyi farklı mecralara çekmek isteyen zihniyete karşı mücadelesine hız vermişti. Çıkardığı Tan gazetesiyle fikirlerini açıkça söylemekten çekinmiyor, meclis kürsüsünde milletin hamiyetli bir fedaisi olarak en sinsi, en belalı çetecilere karşı hakkı dile getirmekten imtina etmiyordu. Meni Müskirat Kanunu’nu (İçki yasağı kanunu) Meclise teklif eden de oydu. Bu hamlesiyle yedi düvel küffara karşı verilen mücadeleyi sulandırmak isteyen malum çevreleri hizaya getirmiş, açıktan işret yapmalarına mâni olarak hayli hayır duaya sebep olmuştu. Yine de mâlum zihniyet güya gizli fakat kendilerine mâlum bir şekilde şehirde dört meyhanenin işletilmesine ruhsat vermiş, Ankara Polis Müdürü Dilaver’in kendi evinde gizlice ürettiği rakılar mâlum çevrede nam yapmıştı. Zaten kanun, Ali Şükrü Bey’in şehadetinden sadece bir yıl sonra, 9 Nisan 1924’te yürürlükten kaldırılacaktı. Bu arada Polis Müdürü Dilaver dâhil mâlum çevrenin kanun mucibince memuriyetten ve her türlü görevden atılması gerektiğine dikkat çekelim. Zira kanunun 3. maddesi aynen şöyledir:
“Alenen müskirat istimal edenler veya hafiyen istimal edipte sarhoşluğu görülenler ya haddi seri veya elli liradan iki yüz liraya kadar cezayi nakdî veyahut üç aydan bir seneye kadar hapis cezasıyle tecziye olunurlar. Sıfatı resmiye erbabından olanlar dahi memuriyetten tardedilir ve bu husustaki hükümler kabili itiraz ve istinaf ve temyiz değildir.”
TEK BAŞINA BİR ORDU
Mecliste muhalif olarak bilinen İkinci Grup içerisinde en cevvali odur. Döneme şahit olanların ifadesiyle rahmetli Ali Şükrü Bey adeta “tek başına bir ordu”dur.
Malum çevrenin adamı Falih Rıfkı “Çankaya” adlı eserinde rahmetliyi aynen şöyle anar:
“Mütareke yıllarında Osmanlıca irtica dediğimiz gericilik İstanbul’da da Anadolu’da da alıp yürümüştü. Anadolu’da Tanzimat’tan da öncesini hatırlatan bir hava vardı. Şair Akif, sarıklı hocalardan çoğu, Trabzon milletvekili Ali Şükrü bu grupta idiler. Ali Şükrü bir deniz kurmayı olduğu halde en azılı olanlarından biri idi. 36 yaşında Meclis’e girmişti. Cüretli ve atılgandı.”
Malum çevreyi tek başına o denli korkutmuştur ki, buna dair pekçok tanıklık bulunmaktadır.
Buyrun, Kazım Karabekir Paşa’nın günlüklerinden bir pasaj…
14 Ocak 1923 Pazar
Akşam harekât. 7.30 sonra.
(Gazi Paşa, Fevzi Paşa, ben trenle Ankara’dan hareket)
Muhaliflerden Ali Şükrü Ankara’ya makine getirmiş. Tan gazetesi çıkaracakmış. Gazi yanımda Cevat Abbas’a dedi: “Muhalifler matbaa yapıyor da siz hâlâ uyuyorsunuz. Yakmalı, yıkmalı!”
Dedim: “Paşam bu tarzda mukabele doğru mudur?”
Lozan’a yaptığı muhalefet de dillere destandır. 5 Mart 1923 tarihindeki toplantıda Ali Şükrü Bey Lozan’a gönderilen heyetin Mehmetçiğin süngüsü ile kazanılmış toprakları masa başında kaybettiğini söyler. Ertesi günü Mecliste Ali Şükrü-Mustafa Kemal kavgası kopacaktır.
ALÇAKÇA KATLEDİLDİ
Mecliste gizli oturum vardır. Hilafetin kaldırılması tartışılmaktadır. Ali Şükrü Bey, hilafetin kaldırılması gerektiğini söyleyenlere cevap vermek için defalarca kürsüye çıkar. Rauf Orbay artık dayanamaz. “Şükrü yeter artık söz alma!” der. Bu sırada Ali Şükrü Bey Rauf Orbay’a döner ve “Rauf! Ben bu işin fedaisiyim, anladın mı?” deyip tekrar kürsünün yolunu tutar.
Hâdiseye şahit olan ve kaleme aldığı Yılların İzi’nde hikaye eden dönemin zabıt katibi Mahir İz’in yorumu aynen şu şekilde olmuştur:
“Zeki Bey’e Ali Şükrü Bey bu gece idam fermanını eliyle imza etti, dedim. Nitekim o sözüm de çıktı…”
Evet, rahmetli Mahir İz Üstadımız yanılmamıştır. Ali Şükrü Bey son olarak 27 Mart akşamı Ankara’da, Karaoğlan Çarşısı’nda bulunan Kuyulu Kahve’de oturuyorken Çankaya’nın muhafızlığını yapan Topal Osman’ın adamı Mustafa Kaptan yanına gelir ve birlikte çıkarken görülür. Mustafa Kaptan’ın daha sonra yaptığı itirafa göre, Mustafa Kaptan tarafından, Topal Osman’ın davetiyle Saman Pazarı’ndaki evine doğru yola koyulan Ali Şükrü Bey, burada Topal Osman ve adamları tarafından alçakça boğulacaktır.
Rahmetlinin naaşı, 1 Nisan’da bir çobanın ihbarıyla Ankara civarındaki kırsal arazide bulunur. Çankaya adına rahmetliyi katleden Topal Osman, artık Çankaya’nın bizzat hedefi haline gelir. Çünkü çok şey biliyordur. Topal Osman’a karşı harekât planını bizzat Mustafa Kemal’in kendisi hazırlar ve sonra eşi Latife Hanım’la birlikte Çankaya Köşkü’nden ayrılıp, Rauf Orbay’ın İstasyon’daki dairesine doğru yola koyulur. Latife Hanım’ın kızkardeşi Vecihi İlmen’e göre kandırıldığını anlayan Topal Osman ve adamları Çankaya Köşkü’nü basınca Paşa çarşafa bürünüp köşkten kadın kılığında kaçar.
BİR GARİP SUSKUNLUK
Nutuk’ta hemen her konudan bahseden Mustafa Kemal’in yakın tarihimizin belki de en önemli olayındaki suskunluğu ilginçtir. Oysa bu hâdise ülkede yeni bir dönemin işaret fişeği olacaktır. Ali Şükrü cinayeti bir yönetim darbesine zemin hazırlayacak, Lozan anlaşmasını belki kabul etmeyecek hatta ileride ciddi sıkıntılara sebep olabilecek İkinci Grup muhalefeti böylece tasfiye edilecektir. Nitekim Ali Şükrü Bey olayı sebep gösterilerek Milli Mücadele’yi yapan Birinci Meclis kapatılmış ve Çankaya tarafından atanan isimlerin yer aldığı yeni bir meclis göreve başlamıştır.
http://
20 Ocak 2020 Pazartesi
Erzurum Kongresi açılışında bizden neler saklandı?
Erzurum Kongresi'nde M.Kemal Paşa'nın yaptığı açış konuşmasının tutanaklardaki aslında bazı satırlar bir kalem tarafından çizildi ve bazı kelimeler değiştirildi.
Kim ve hangi hakla yaptı bunu?
Erzurum Kongresi açılışında bizden neler saklandı?
KAMAL ATATÜRK: "TÜRK-YUNAN DOSTLUĞU BİR AŞK İZDİVACIDIR"
İstiklal Gazetesi - 30/11/1952
Kadeh tokuşturmaca da, Yunan Başbakanı M.Kemal'in sözünü naklediyor.
KAMAL ATATÜRK: "TÜRK-YUNAN DOSTLUĞU BİR AŞK İZDİVACIDIR"
18 Ocak 2020 Cumartesi
16 Ocak 2020 Perşembe
KİTABIN KAPAĞI - ORJİNALİ
KİTABIN KAPAĞI - ORJİNALİ
NOT: Yazıda, “Atatürk Araştırma Merkezi” tarafından sadeleştirilmiş metni kullandık. Aşağıdaki yazının 6. paragrafı:
http://www.atam.gov.tr/
Orijinal metni ise eklediğimiz görselden okuyabilirsiniz.
Kemal Atatürk, Fatih Sultan Mehmed’in peşinden giden Millete serseri dedi mi?
Kemal Atatürk, Fatih Sultan Mehmed’in peşinden giden Millete serseri dedi mi?
M. Kemal 17 Şubat 1923’te Izmir Iktisat Kongresi’ni Açış Nutkunda, Fatih Sultan Mehmed ve diğer Padişahların peşinden giden Millete “serseri” demiştir. M. Kemal’in bu sözleri aynı yıl Matbuat Müridiyet-i Umûmiyesi tarafından neşredilmiştir. Yani “Resmi Yayın”dır. Dolayısıyla inkar edilmesi mümkün değildir.
Işte M. Kemal’in o sözleri:
“Millet hayati gerekleriyle uğraşmaktan yasaklanmış olarak diyar diyar dolaştırılıyor ve bu yeni diyarlar halkı, birçok ayrıcalıklara sahip olarak çalışılıyordu. Yani fatihler, ana unsuru peşine takarak kılıçla fetihler yaparken, kılıç sallarken zaptolunan memleket halkı kazandıkları ayrıcalıklarla sabana yapışıyorlar; toprak üzerinde çalışıyorlardı. Arkadaşlar, kılıç ile fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara yenilmeye ve sonuçta yerlerini bırakmaya mecburdurlar. Nitekim Osmanlı saltanatı da böyle olmuştur. Bulgarlar, Sırplar, Macarlar, Romenler sabanlarına yapışmışlar, varlıklarını korumuşlar, kuvvetlenmişler; bizim milletimiz de böyle fatihlerin arkasında serserilik etmiş ve kendi ana yurdunda çalışmamış olmasından dolayı bir gün onlara yenilmiştir.”[1]
*
M. Kemal Atatürk Fatihe serseri dedi mi, M. Kemal atatürk Fatih Sultan Mehmed M. Kemal atatürkün Osmanli hakkindaki sözleri Izmir Iktisad Kongresinin Acis Nutku 17 Subat 1923
[1] no’lu dipnota dair… M. Kemal’in, Fatihlerin arkasından giden Millete “serseri” dediğini gösteren ve o hayatta iken neşredilen Resmi yayın…
***
Bu necip Millete “serseri” diyerek hakaret etmek kimsenin haddi değildir!.. Bu sözler Millete olduğu kadar Kanuni Sultan Süleyman ve Fatih Sultan Mehmed’e de hakarettir.
Halbuki Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz Istanbul’u fethedecek komutanı da orduyu da methetmiştir; “Istanbul mutlaka fethedilecektir. Onu fetheden komutan ne güzel komutan, o ordu ne güzel ordudur.“[2]
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de 34. sûre olan Sebe Suresi’nin 15. âyetinde geçen “BELDET’ÜN TAYYİBETÜN” (Çok Güzel Belde) ifadesi hakkında, Elmalılı Hamdi Yazır Efendi şöyle demektedir:
“Çok güzel bir tesadüftür ki بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ (Beldetün Tayyibetün) “Hoş bir belde” ifadesi ebced hesabıyla Istanbul’un fethine tarih düşmüştür. (857) Molla Cami rahmetlinin bir hediyesi olmak üzere meşhurdur ve bilinmektedir.”[3]
“Beldetün Tayyibetün” ifadesinin Ebced karşılığı Hicri 857, Miladi 1453 yapıyor.
Tahsin Emiroğlu da “Esbab-ı Nüzul” adlı eserinde şunları söyler:
“Beldetün Tayyibetün” lafz-ı celilî Sebe kıssasında, Sebe kavminin beldesini vasıf için irad buyurulmakla beraber, bu terkibin Istanbul şehrine ve bu şehrin mü’minler tarafından fethedileceğine işaret olduğu da, bazı tefsir kitaplarında beyan edilmiştir. Ez cümle, meşhur âlim Molla Cami, Ebced harflerini hece usulü ile hesap etmiş ve bunların toplamının Istanbul’un fetih yılına tevafuk ettiğini bulmuştur. Bunda ittifak vardır. Molla Cami bunu fetihten evvel hesaplayarak 857 bulmuş ve bu tarihte de Istanbul feth edilmiştir. Bu buluşta ayetteki “Belde-i Tayyibe”nin Istanbul şehri olduğuna işaret vardır. Doğrusunu Allah bilir…”[4]
KAYNAKLAR:
[1] Gazi M. Kemal Paşa Hazretleri Izmir Yollarında, Istihbarat Matbaası, Matbuat Müridiyet-i Umûmiyesi Neşriyatı, Ankara 1339 (1923), sayfa 108.
NOT: Yazıda, “Atatürk Araştırma Merkezi” tarafından sadeleştirilmiş metni kullandık. Aşağıdaki yazının 6. paragrafı:
http://www.atam.gov.tr/
Orijinal metni ise eklediğimiz görselden okuyabilirsiniz.
[2] Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335; Buharî, et-Tarihu’l-Kebir, I, 81; et-Tarihu’s-Sağîr, I, 306; el-Bezzâr, el-Müsned, el-Müsned, c. II, s. 308; Taberani, el-Mu’cemu’l-Kebir, II, 38; Hakim, Müstedrek, IV, 422; Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, VI, 219.
[3] Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zehraveyn Azim Dağıtım, cild 6, sayfa 359. (Sadeleştirilmiş metin) Orijinal metin: “Ittifakâtı bedîadandır ki بَلْدَةٌ طَيِّبَةٌ (Beldetün Tayyibetün) lâfzı ebced hisabiyle Istanbulun fethine tarih düşmüştür. Molla Camî merhumun bir hediyyesi olmak üzere ma’ruftur.”
[4] http://
Kadir Çandarlıoğlu
https://
15 Ocak 2020 Çarşamba
MURAT BARDAKÇI: ATATÜRK'ÜN METİNLERİ DİNE REDDİYEDİR, ATEİST ÖRNEKLERDİR
MURAT BARDAKÇI: ATATÜRK'ÜN METİNLERİ DİNE REDDİYEDİR, ATEİST ÖRNEKLERDİR
Murat Bardakçı ise Atatürk'ün ateist olduğunu açıkça savunan tarihçiler arasında.
Bardakçı Habertürk'te yayınlanan Tarihin Arka Odası'nda, Atatürk'ün konuşmalarına atıf yapmış ve şöyle söylemişti:
“Atatürk'ün gökten indiği düşünülen kitaplar, ifadesiyle kastettiği kitaplar Kur'an-ı Kerim'din ve diğer kitaplardır belki de. Bunu niye saklıyoruz Allah aşkına. 70 sene geçmiş neyi saklıyoruz? Bunlar dine reddiyedir.”
Atatürk'ün “İkra bismi rabbi safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler (…) Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm” sözlerini aktaran Bardakçı, şu ifadeleri kullandı:
"Atatürk ‘Beyni sulanmış hafızların dini' diyor; bunu neden saklıyoruz? Meclisteki o meşhur açılış konuşmasıyla, Medeni Bilgiler kitabındaki el yazısıyla Afet Hanım'ın yayımladığı örnekler ateist örneklerdir."
Murat Bardakçı ise Atatürk'ün ateist olduğunu açıkça savunan tarihçiler arasında.
Bardakçı Habertürk'te yayınlanan Tarihin Arka Odası'nda, Atatürk'ün konuşmalarına atıf yapmış ve şöyle söylemişti:
“Atatürk'ün gökten indiği düşünülen kitaplar, ifadesiyle kastettiği kitaplar Kur'an-ı Kerim'din ve diğer kitaplardır belki de. Bunu niye saklıyoruz Allah aşkına. 70 sene geçmiş neyi saklıyoruz? Bunlar dine reddiyedir.”
Atatürk'ün “İkra bismi rabbi safsatasını esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır. Bu zihniyetle hareket edenler İslam'dan önce evrensel Türk uygarlığının bütün belgelerini imha etmekte engel görmediler (…) Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm” sözlerini aktaran Bardakçı, şu ifadeleri kullandı:
"Atatürk ‘Beyni sulanmış hafızların dini' diyor; bunu neden saklıyoruz? Meclisteki o meşhur açılış konuşmasıyla, Medeni Bilgiler kitabındaki el yazısıyla Afet Hanım'ın yayımladığı örnekler ateist örneklerdir."
13 Ocak 2020 Pazartesi
Atsız "Kemalizm kökü dışarıda olan bir ucubedir" derken ne kadar haklıymış.
Atsız "Kemalizm kökü dışarıda olan bir ucubedir" derken ne kadar haklıymış.
Bakın kapitalist Rockefeller işletmesi
Kemalizmin en büyük propagandacısı olmuş
Ortadoğuya "Kemalizm" programını yayacakmış
Acaba ABD'nin bu işteki menfaati ne?
Azıcık düşünseler
11 -11 -1954 Cumhuriyet
12 Ocak 2020 Pazar
Gaziantep yıkılmış, ancak bayrağımız indirilememiş..
Gaziantep yıkılmış, ancak bayrağımız indirilememiş..
Londra Konferansı’nda İngiliz delegeleri:
“Yunanlılara daha çok destek verelim. Artık Türklerin işini bitirsinler” anlamında konuşunca, Fransızların yüksek komiseri olup, Çanakkale’de sağ kolunu kaybeden General Guro, pardesüsünün boş kolunu sallayarak ayağa kalkıyor:
“Beyler siz hayal görüyorsunuz! Türklerin işini Yunanlılar mı bitirecek?.. Biz, koca Fransız devleti, bir Antep Sancağı ile başa çıkamadık!..”
11 Ocak 2020 Cumartesi
6 Ocak 2020 Pazartesi
5 Ocak 2020 Pazar
3 Ocak 2020 Cuma
ERMENİ GÖRÜNÜMLÜ GİZLİ YAHUDİLER:PAKRADUNİLER
ERMENİ GÖRÜNÜMLÜ GİZLİ YAHUDİLER:PAKRADUNİLER
“Pakraduni”ler, Anadolu’nun İslamlaşması ve Türklere vatan yapılması üzerine, özellikle Ermenilerin rağbet gördüğü Selçuklu ve Osmanlı döneminde, Musevilikten Ermeniliğe geçen, 1915 olayları sonrası ve Cumhuriyet sürecinde ise Müslümanlığı seçen, ama Yahudi zihniyetini nesilden nesile gizlice sürdüren bir topluluk olmaktadır. Fanatik Ermeni karşıtlığıyla Türkırkçılığını (Turancılığı) savunmak, her fırsatta İslam’a saldırarak, sosyalist ve Kemalist bir tavır takınmak bunların alameti farikasıdır. Ama sadece solcu değil, sağcı partilere; hatta Milli Görüş’e de sızanlar vardır. Örneğin, “Durmuş Durduyan” iken Oğuzhan Asiltürk’e dönüşen Pakradunilere rastlanmaktadır.
Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi yeni yeni günışığına çıkmaktadır.
Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlayıp günümüze kadar uzanmaktadır. Bu iddianın sahiplerinden birisi de araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan’dır. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederek, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor. Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında, “Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir” saptaması yapmaktadır.
Bizans’ın kendi krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.
Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor. O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alıyor. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştiriyor. M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir savaş açıyor. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılıyor. Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun ediyor ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye veriyor. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da bulunuyor. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar oluyor. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükseliyor.
Esirlikten soyluluğa: Pakraduniler (Ermeni Görüntülü gizli Yahudiler)
M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak, saray hizmetine girebilme talebinde bulunuyor. Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişiyor. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde ediyor. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarından Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenliyor.
Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürüyor. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alıyor. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişiyor. Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarıyor.
26 yüzyıldır Yahudilikleri devam ediyor
“Kripto Yahudilik”konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante, “Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.” adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:”Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’ (Malatya Balaban-Hekimhan, Erzincan Kemaliye hattında), Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.” Malatya tarafından Darende’nin Balaban kasabasına girişte ve yol üzerindeki Havra, kilise ve cami karışımı yapı incelemeye ve irdelemeye değerdir.
Dabağyan, Pakradunilerin kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor: “Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”
Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskân edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.
Konunun uzmanı Gad Nassi: “Pakraduniler domuz eti yemezler, oysa Ermenilerde serbesttir” diyor
Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Hekimhan Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.
Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden ayrıldıklarını, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor. Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da belirtiyor. Nassi, Pakradunilerin Yahudiler gibi asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına riayet ettiklerini, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde verildiğini ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, siyaset, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.
Aleviliği istismar eden Rafızî Ermeniler kimlerden oluşuyor?
Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda: Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır. Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:
“Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilahare ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (Yaptıkları isyan ve taşkınlıkları da saf Alevi Müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.) Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!” diyor.
Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: “Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığınmışlardır. Bu devre onlar için huzurlu yıllardır. Vatanlarına sımsıkı bağlanmışlardır. Türkler tarafından bunlardan bazılarına “Paşa”lık unvanı bile takılmıştır. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmıştır. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.”[1]
Ermeni isyanlarının arkasında Pakraduniler yatıyor!
Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor. Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor: “Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi. Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi” diyor.
Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın ise Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akamete uğradığını kaydediyor. Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor: “Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadardır ve hangi organizeler içinde yer almışlardır bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”
Levon Panos Dabağyan gibi, seçkin ve seviyeli bir aydınımız olmakla beraber, T.C. Devletine ve ülkesine gönülden bağlı, hepimizin ortak üst kimliği olan Türk kavramına sahip ve saygılı bir Ermeni vatandaşımızın bu gerçekleri samimiyetle açıklaması ayrı bir önem kazanmaktadır.
PAKRADUNILER HANEDANI VE ERMENİLER
“Selçuklular ve Öncesi Devirleri” (859-1045)
Tarihi kaynaklarda ve tarihi yeni kitaplarda, “Ermeniler ve Ermenistan” konusuna temas eden bölümlere dikkatle bakılarak olursa, şu garip durumla karşı karşıya gelinir. Şöyle ki; hayırlı işler yapmış olan Ermeni büyükleri kötülenir ve bilhassa “Türklere ihanet etmiş” olanlar ise, “doğrudan Ermeni gösterilir.” Bu durum ise Ermeni kavmini Türklere karşı ve düşman oldukları intibaını uyandıran bir taktiktir!.
Gerçi böylesi icraatların gerçek çehresini açıklığa kavuşturan, “siyaset dışı” tarihi kaynak ve eserler mevcuttur. Ancak, ne yazık ki böylesi tarafsız eserler maalesef pek az olduğundan gözlerden uzak kalmaktadır.
Biz, yukarıda kayda geçtiğimiz bu garabetli işe Türk-Ermeni münasebetlerini ilelebet bozuk tutmak isteyen bir takım “gizli ellerin karıştığı” ve tarihi tahrif yolu ile, sinsi maksatlar güttükleri inancıyla bakmaktayız.
Meselâ; Kars-Ermeni kralı Kakik II’nin, Sultan Alp-Arslan’ın samimiyetini istismar etmesi vakası, doğrudan; “Ermeni samimiyetsizliği, Ermeni ihaneti” olarak birçok tarihi kaynak ve eserlerde geçmektedir. Peki bu doğru mudur? Hemen cevaplayalım: Hayır, doğru değildir! Tam aksi; “Tarihi bir yanlış veya tahrifattır.”
Zira Kakik II’nin saltanat sürdüğü dönem olan (1042-1045) tarihleri arası, “Doğu-Ermenistan”ın külliyen “PAKRADUNİLER HANEDANI HAKİMİYETİ”nde olduğu tarihi kaynaklarca sabittir.
Kral Kakik II ise; tam iki asır Ermenistan’a hükümran olan ve aslen Ermeni asıllı olmayan, Pakraduniler Hanedanının son hükümdarı idi.
Ancak buna rağmen, daha sonraları çok ağır bir hata işlemiş olduğunu anlayarak, Sultan Alp-Arslan’dan af dilemiş ve Yüce Türk Hakanı onun özrünü kabul ederek, kendi saflarına davet etmiş ve fakat, ardarda meydana gelen aksilikler, Kral Kakik II’nin yüce hükümdarın yanına varabilmesini önlemiştir ve öyle sanıyoruz ki, şayet varabilseydi, Ermeni kavmi günümüzdeki hazin durumda olmayacaktı!.
O asırların Ermenilerine gelince, bu bahtsız kavim kendi ülkesi içinde olduğu halde: yabancı bir kavmin boyunduruğu altında inim inim inleyip durmuştur. Bir başka ifadeyle kendi hayatları, kendi yaşantıları hususunda tek bir söz dahi söylemeye hakları yoktu. Yani açıkçası kendi ülkelerinde, bir başka kavmin esareti altındaydılar.
O halde bu tarihi yanılgıyı veya bilhassa tahrif kanalı ile gerçeklerin bilinmemesini sağlayanların, iğrenç tahrifatlarını meydana çıkartmak ve tarihi belgelerle gerçekleri ispat etmek, Türk-Ermeni münasebetlerinin düzeltilebilmesi açısından, bizlerin attığı ilk adım olmuştur, diyebiliriz. Çünkü, Sultan Alp-Arslan ve Kral Kakik II vakası; Türk ve Ermeni münasebetleri bahsinde hiç de kulak arkası edilecek bir vaka değildir. Çünkü, günümüzdeki bağımsız Ermenistan başta olmak üzere, batı ülkelerinde emperyalist devletlerin ücretli maşası Ermeni bozuntuları da dahil. Ermeni milleti bir bütün olarak varlığını külliyen; “Selçuklu, Osmanlı Devletleri ve dolayısıyla da, yüce Türk milletine medyundur.” Bunun aksini iddia edenler ya cahil veya hamaset duygularıyla körelmiş basiretsiz nankörlerdir. Çünkü, tarih hemen her meselenin doğrusunu gösteren en değerli anahtardır. Bu anahtarı dürüst kullanan, hakikatlerin nurlu ışığını rahatlıkla görebilir!.
“Pakraduniler’in Ermeni soyundan gelmedikleri bahsine temas etmeden, şu noktayı bilhassa belirtmek isterim ki; “Pakraduniler’in menşeine temas ederken, hiçbir surette; “ırkçı bir tutum neticesi, fanatik düşüncelere saplanmış değilim.” Irki mevhumlar üzerinde durmamın yegâne sebebi; tarihi vakaları tüm yönleriyle meydana çıkarıp, değerli okuyucularım ile tarih meraklılarına, Ermeniler konusunda en sağlam kayıtları sunabilmektir. Kaldı ki, tarihi mevzularda, vakaları gün ışığına kavuşturabilme uğraşında daha başka bir sistemin var olduğu asla söylenemez. Çünkü, öyle bir sistem mevcut değildir. Dahası tarih bir hadiseyi gün ışığına çıkartıp, aydınlığa kavuşturabilme çalışmalarında; herhangi bir kavmin gocunabileceği düşüncesiyle hareket edilecek olursa, ortaya kupkuru bir yazı kalabalığı çıkmış olur, böylece onca emek verilmiş bir eser, sırf bu sebepten dolayı, hakiki özelliğini yitirmiş olur.
Dolayısıyla “Türk, Ermeni, Yunan, Rum, Süryani ve Musevi’ler başta olmak üzere hemen hiçbir milletin mensubu; eserimizde yer alan vakalar içinde, kavimleriyle alâkalı menfi pasajlara rastladığı zaman asla gocunmamalıdır. Dahası bu kitapta ana temayı temsil eden konu her şeyden evvel yüce Türk millet ve devletinin millî menfaatleri başta olmak üzere; süper devletler tarafından günümüzde dahi adeta bir kobay gibi kullanılan, Ermeni milletinin istikbali mevzubahistir. Buna rağmen kitapta yer alan vakalar içinde geçen her kavmin millî haysiyeti özellikle düşünülmüş ve doğrudan şahısların icraatları üzerinde durulmuştur. Yer yer rastlanacak olan menfi değerlendirmeler ise bizim yorumlarımızın dışında kalmaktadır. Zira, bizzat o çağlarda yaşamış ve vakaları bizzat görebilmiş tarihçilere aittir ki; bu durum karşısında hemen herkesin şapkasını çıkarması lâzımdır!. Dahası; “Rüzgâr ekenlerin, fırtına biçmekten gayrı hiçbir çareleri olmadığını” peşinen kabullenmek elzemdir. Çünkü, kaçınılmaz bir gerçektir!.
Hele hele FRANSIZLAR, İNGİLİZLER, RUSLAR ve AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ, bu hususta hiç mi hiç alınmasınlar. Zira; bir buçuk milyon Ermeni’nin Türkler tarafından kesilmiş olduğu iddiasını; yıllar yılı çeşitli entrika ve propagandalarla Ermenilerin kafalarına sokan ve bu uğursuz propagandayı hâlâ sürdüren bizzat kendileridir. Dahası Ermeni-komite artıklarının meydana getirdikleri, acımasız cinayet şebekelerini; madden ve manen besleyen ve de ülkelerinde barındıranlar yine kendileri olmuş ve olmaktadır!.
Bu konuda son bir hususa daha temas etmek isterim ki, gerçekten bu babda pek üzgünüm. Daha doğrusu, “Türk-Ermeni cemaati olarak” son derece üzgünüz. Durum aynen şudur:
Yıllar yılı gizli gizli Ermeni cemaati aleyhinde bulunan ve bilhassa bazı Bab-ı Ali gazetelerince Türk-Ermenisini de rahatsız eden yalan yanlış beyanlarla, Türk-Ermenileri aleyhinde bir cereyan meydana getirmeye çalışan ve bizler gibi dinen azınlık bir kavim, bu durumu günümüzde daha da hızlandırmış ve bizleri kötüleyebilmek için her ne melânetlik var ise sergilemektedir!.
Bu entrikacı kavmin asıl hedefi ise Türkiye’de bir tek Ermeni’nin kalmamasına dayanmaktadır. Bunu istemesinin hem de pek derin bir arzu ile istemesinin yegâne sebebi ise “Ermenilerin gitmesinden sonra, ülke ticaretini külliyen ele geçirebilmesi gayesine” dayanmaktadır!.
Bunda muvaffak olabilirler mi, olamazlar mı orasını bilemem ama yazar Ali ULUSAL Beyin şu değerli uyarısı, bu doymaz kavme, herhalde bir nebze olsun nasihat yerine geçer diye düşünmemekte, doğrudan niyaz etmekteyim.
“Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın ayrı bir hesabı vardır.”
PAKRADUNILER’İN MENŞEİ VE SAHNEYE ÇIKIŞLARI
M.Ö. 730 tarihinde Kral Sannasar, Beni İsrail’e yaptığı seferde; Beni İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, Samarie’de taş üstünde taş bırakmamış ve “10 Musevi kabilesi’ni esir alarak, Fırat’ın ötesine, Güney-Ermenistan’a yerleştirmişti ve bu bir başlangıçtı.
Yine M.Ö. 700’lerde Kral Nabukadnezar; Mısır Kralı Necho ve Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açmış ve bu sefere, Doğu-Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile iştirak etmişti.
Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü dövüş gücü, sadakat ve kahramanca saldırıları, Kral Nabukadnezar’ın pek hoşuna gitmiş ve Kral Hıraçya’yı takdirle, esir almış olduğu 10.000 Musevi’nin yarısını ona hediye etmişti ve bu esirlerin arasında ilerde Ermenileri külliyen hâkimiyetleri altına alacak olan bir esrarengiz kavmin ünlü prenslerinden Şampat da bulunuyordu. Zeki ve becerikli olan bu Prens, zamanla Kral Hıraçya’nın sevgi ve takdirini kazanarak, “Devlet Hizmeti’ne alınarak önemli mevkilere yükseltildi ki, bu durum bizzat bir Ermeni Kral tarafından, bilemeden kendi milletine yaptığı bir yanlışın doğrudan kendisi idi!..
Daha sonra M.Ö. 150-128’lerde; aile menşeinin Hz. Davud Peygambere dayandığını iddia eden ve adı PAKARAD ŞAMPA olan bir Yahudi, Ermeni Kralı Vağarşak’a müracaat ile, saray hizmetine girebilme dileği ile bin bir dil dökerek, kabul edilmesi için adeta yalvardı…
Bu garip ve son derece esrarengiz yabancının nasıl birisi olduğunu ve söylediği gibi gerçekten hayli maharetli olup olmadığını merak eden Kral Vağarşak, Kral Hıraçya’ya hizmet veren Prens Şampat’ın, kralı son derece memnun kılmış olduğunu da dikkate alıp, bu yabancıya bir şans tanımayı uygun bulmuştu. Zira, kendisine müracaat eden yabancı da aynı ırka yani diğerinin ırkına mensuptu. Dolayısıyla bu esrarengiz Prens, Pakarad Şampa da böylece hizmete alınmış oldu.
Ne var ki, bu yabancı Prens, diğer ırkdaşından daha atak ve daha cüretkârdı. Nitekim, devlet hizmetindeki üstün başarıları o derece fayda temin etmişti ki, Kral Vağarşak bu Yahudi Prensini kendi gözdeleri arasına kattı ve böylece Pakarad Şampa Ermeni Krallarına taç giydirme imtiyazı ile “10.000 Süvariye” komuta etmek hakkını elde etmişti.[2]
Bütün bu hadiselerin zuhur ettiği dönem içinde Kral Vağarşak, yeni bir Mabet inşa ettirmiş ve Mabedin iç dizaynı çalışmalarında duvar süslemelerinde “Güneş, Ay ve atalarının tasvirleriyle” bazı konularla alakalı motifler işletmişti ve inşası iç tezyinatla birlikte tamamlandıktan sonra, Mabedin açılışı göz kamaştırıcı bir muhteşemlik içinde icra edildiğinde, Mabede gelen Kral Vağarşak, sevinç ve gururla ilerlerken, önünde yürüyen merasim kıtası, son derece nefis bir sanat eseri olan “altın bir kartal” taşımaktaydı ki, bu adet ananevi idi. Ermeni krallarının önünde muhakkak altından imal edilmiş bir kartal taşınırdı.
Muhteşem bir merasimle Mabede giren Kral Vağarşak, Pakarad Şampa’ya; “Kendisi ile birlikte tanrılarına ibadet etmesini teklif etti.”Ne var ki, Pakarad bu isteği kesinlikle reddedince, Kral Vağarşak bu bendesini daha ziyade sevdi. Zira, karşısındaki bir kral dahi olsa, dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bu onun son derece dürüst olduğunu tekrar tekrar ispat etmekteydi. Dolayısıyla O’nu affetti.
Ancak, bu durum zaman içinde bir başka boyuta dönüşünce, karşılıklı saygının yerini sinsi bir düşmanlık almıştı. Şöyle ki, Kral Vağarşak’ın mahdunu, Arsak I, babası ile aynı düşünceye sahip değildi ve bu esrarengiz Yahudi’den hiç mi hiç hoşlanmıyordu. Dahası, onu gördüğü zaman, manasını bir türlü kavrayamadığı garip bir sıkıcı his bütün benliğini kaplamaktaydı!.
Böylesi karmaşık hisler içinde bocalayan Arsak I, mezkûr Pakraduni’nin mahdunlarına aynı teklifi tekrarladı ve kendi inandığı tanrılara tapınmalarını emretti. Ancak, Pakarad’ın mahdunları emri şiddetle reddettiler. Bunun üzerine gazaba gelen Kral Arsak I, gözlerinde şimşekler çakarak, kızgınlık içinde şunları söyledi, daha doğrusu adeta haykırdı:
– Güneş ve Ay Tanrılarına tapınmayanlar dinsizdir ve ölümü hak etmişler demektir! diyerek her iki Musevi gencin başlarını vurdurdu. (M.Ö. 128-115)
Kral Arsak I’den sonra ise aynı şiddeti gösteren, ünlü Ermeni Krallarından, Dikran II (Büyük Dikran diye bilinir), İsrail’e yeni bir sefer hazırladı ve bu sefer esnasında (M.Ö. 90-36) aynen Kral Hıraçya gibi, binlerce Musevi’yi tutsak alarak ülkesine götürdü ki, ülkesine döndüğü zaman atının iki tarafında yürüyen Musevi Prensleri, onun muzaffer dönüşünü müjdeleyen birer belge nişanesini temsil etmekteydiler. Bunların içinden seçtiklerini kendi hizmetine alan Kral Dikran II hizmetinde bulunan Aşod adındaki Musevi’ye:
– Şahsın ve soydaşların, benim milletimin inandıkları tanrılara inanıp, tapınacaklar. Emrim derakap uygulanacak! dedi. Ne var ki, Aşod da diğerleri gibi, dinini değiştirmeyi kabul etmedi ve kesinlikle reddetti.
Bunun üzerine gazaba gelen Büyük Dikran; Aşod’un dilini kestirdi ve ülkesinde bulunan bütün Musevileri, kendi adına inşa ettirmeye başlattığı, “DİKRANAKERD” – “DİYARBAKIR SURLARI” inşaatında çalıştırmaya karar verdi ki; mevzubahis surların ve şehrin inşasında, Kapadokya seferinden getirmiş olduğu 300.000 esir çalıştırılmaktaydı.
Tutsak Museviler Teşkilatlanıyor
Ancak, o asırlarda belki geçerli olan ve fakat tamamen vahşeti temsil eden bu trajik vakalar, Musevileri bir yerde aralarında birleşmeye doğru gitmiş ve böylece teşkilâtlanmaya başlamışlardı… Hani hakları da yok değildi. Bu diyarlara gönül azalarıyla gelmemiş, tutsak olarak getirilmişlerdi. Dolayısıyla, yurtlarından edildikleri yetmezmiş gibi, bir de “sadece kendilerine özgü, müstakil dinlerinden de olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktaydılar!.. Böylece her birisi, yekdiğerine tam bir içtenlikle sarılarak; İsrail Prensi Şampad’ın hatırasını kendilerine başlıca rehber edindiler ve Pakarad Şampad’ın liderliğinde, gizlice teşkilâtlanmaya başladılar. Teşkilâtlandıktan sonra, kin ve intikam hırsı içinde öylesine zekice bir plân hazırladılar ki, plânın mükemmelliği karşısında kendileri dahi adeta şaşkına dönmüşlerdi!.
Plâna göre, kademe kademe ilerleyerek, Ermenistan Sarayını külliyen ele geçirecek ve böylece devletin kilit noktalarına erişerek, ülkeyi tamamen hâkimiyetleri altına alacaklardı.
Ermenilere gelince, onlar bu durumun hiç mi hiç farkında değildi ve son derece temkinli hareket eden Musevilerin hizmetlerinden son derece memnundular. Ancak, bu memnuniyetleri ve Musevilere karşı umursamaz bir tavır almaları, daha sonraki yıllarda Ermenilere pek pahalıya mal olacak ve Ermenistan’ı külliyen ele geçiren Museviler; tamamı tamamına “İki Asır”, Ermeni milletine adeta kan kusturacak ve de Ermenistan’ın sükutuna kadar, Ermenilere; kendi vatanlarında tutsak hayatı yaşatacaklardı…
Pakraduniler’in Hakimiyete Geçiş Devri Başlıyor (M.S. 859-885)
Kral Vağarşak döneminde başlayarak, sistemli şekilde ve hiç mi hiç sezdirmeden, tüm tasavvurların fevkinde servet edinip, ülkenin “iktisadiyatına” tesir edebilecek seviyeye yükselen Museviler, yine kendilerine has bir sabırla hemen her engeli bertaraf ederek, zamanla elde ettikleri muazzam servet sayesinde “ARARAT’-TAYK VİLAYETLERİ’nin yarısından fazlasını satın almışlardı. Mesela Durperan’da, yüksek Ermenistan’da ve Gugark’ta gayet muazzam ve şaşaalı mülkleri bulunuyordu. Sekizinci asırda ise, Pakraduni zürriyetinin emlâkine: “Bâyezid, Bagaran, Muş, Kulb, Kars, Shirakavan, Ani, ispir, Ahısha, Artvin ve Ardahan şehirleri” de ilave edilmişti.[3]
(M.S. 637 tarihinden itibaren “Arap hâkimiyetine” giren Ermenistan, o tarihlerde tam bir kargaşalık ve anarşi içindeydi. Gerçi hakiki Ermeni halkı henüz çoğunluktaydı ama, Ermenistan’da gerçek mânâda söz sahibi olanlar “PAKRADUNİLER” yani, “Musevi dönmeleri” idi.
Velhasıl, Ermeni milleti çoktan hükümranlığını yitirmiş; fukaralık ve sefalet içinde kıvranarak, kendi ülkelerinde adeta tutsak hayatı yaşamaktaydılar. Bir başka ifadeyle de; “Doğu-Ermenistan, Ermenistan olmaktan çoktan çıkmış; “Yahudistan” şekli almıştı!.. İşin en enteresan ve hazin tarafı da, Ermenilerin bu durumun farkında olmayışlarıydı ve acı gerçeği öğrendikleri zaman ise, iş işten çoktan geçmiş olacaktı…
Böylesi bir garip şerait içinde Araplarla anlaşan Pakraduniler, Araplara ağır vergiler vermeyi kabullendiler. Zira, nasıl olsa bu ağır vergileri kendi keselerinden ödemeyip, sahipsiz halkın sırtından elde edeceklerdi. Yani bu ağır yükün altına giren, doğrudan doğruya “Turan-Ermenileri” olacaktı.. Nitekim bin bir yokluk içinde kıvrım kıvrım kıvranan bu zavallı ahaliye; “Pakraduniler ve Araplar” adeta kan kusturacaklardı…
Vergileri toplama görevi Araplar tarafından, “Aşod Pakraduni’ye verildi ve “Prensler Prensi” unvanı ile Ermenistan’a vali tayin edilen Aşod Pakraduni, bu görevinde beklendiğinden ziyade başarılı oldu ve böylece; değil vergi ödemek, yiyecek ekmeğini zor temin edebilen Ermeniler’in, ellerinde, avuçlarında her ne var ise alındı, daha doğrusu cebren gasp edildi…[4]
Yazar: Nejat HAKKUL
[1] (Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)
[2] Ermeni kaynakları, Pakraduniler soyundan, daha doğrusu liderleri olan Prens Şabad ve Pakarad Şampa’nın Ermeni Krallarına son derece hizmet vermiş olduklarını, adeta söz birliği etmişçesine, sonsuz methiyelerle bezenmiş kayıtlar düşmüşlerdir.
Lâkin ne gibi meselelerde, nasıl hizmetleri geçmiş ise, sarih şekilde meydana koyan herhangi bir kayda rastlamadık!. Dolayısıyla, bu hususun ayrıca tetkiki elzemdir inancındayız!.
Bizans tarihçisi, Pavstos bu konuda III’ncü asırda Ermenistan’da iskân etmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Musevilerin miktarı, “400.000 nüfusu” bulmuştu kaydını geçmektedir.
Büyük Ermeni tarihçisi ve din adamı, ünlü “MOLSES GATOGİGOS GORENAZİ’nin bu konudaki kaydı da son derece önemlidir ve şu kayıt geçmiştir: -S1MPAD adını, PAKRADUNİLER mahdunlarına verirler. Bilesiniz ki, isim İbranice’den geliyor ve aslı “ŞAMPAD”dır.
Kars, Ani ve Gürcistan’da PAKRADUNİLER zürriyetinden krallar çıkmıştır. Bu vaziyete göre Ermeniler arasında asırlar boyu pek revaç görmüş olan: “PAKRAD, SIMPAT, AŞOD ve MOLSES” vs. gibi isimlerin tamamı, Pakraduniler’den, Ermenilere geçmiş ve aslen Ermeni kökenli isimler olmadığı bariz olarak görülmektedir.
[3] Bu hususta daha geniş bilgi için bakınız: “ŞAHNAZARYAN-ERMENİ TARİHİ”, Baskı: Paris-Fransa. Baskı tarihi: 1859, sayfa: 32, “Ermenice”
[4] (Emperyalistlerin Kıskacında ermeni Tehciri, IQ Kültür Sanat yy., 1. Bas. Nisan 2007 İST.)
Asırlarca Ermeni toplumunu yöneten Yahudi asıllı ‘Pakraduniler’in hikâyesi yeni yeni günışığına çıkmaktadır.
Selanikli Sabetaycılar, İspanyol Maranolar ve İranlı Meşhedilerden sonra Ermeniler içinde de Yahudi orijinli bir unsurun 2 bin 700 yıldır varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır. Pakraduniler (Bagratuni/Bagratids) adı verilen ve asırlarca Ermeni toplumunu yöneten cemaatin hikâyesi M.Ö 730 yılında başlayıp günümüze kadar uzanmaktadır. Bu iddianın sahiplerinden birisi de araştırmacı-yazar Levon Panos Dabağyan’dır. Yahudi asıllı Pakradunilerin M.S. 1045 yılına kadar Ermenileri “acımasızca” yönettiğini ifade ederek, iddialarına dayanak olarak dünyaca ünlü Yahudi tarihçilerinden Prof. Dr. Abraham Galante’yi gösteriyor. Galante, “Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı” adlı kitabında, “Pakraduniler, varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’nci yüzyıla dek sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir” saptaması yapmaktadır.
Bizans’ın kendi krallıklarına son verdiği Pakraduniler, Selçukluların hakimiyetine girdikten sonra yüzyılımıza kadar hayatiyetini cemaat içinde devam ettiriyor.
Hikâye milattan önce 730 yılında başlıyor. O tarihte, Ermeni Kralı Sannasar, Filistin’e yaptığı seferde İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, 10 Yahudi kabilesini esir alıyor. Sonra onları Fırat’ın ötesine, Güney Ermenistan’a yerleştiriyor. M.Ö. 700’lerde, bu kez Babil Kralı Nabukadnezar, Mısır Kralı Necho ile Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir savaş açıyor. Söz konusu sefere, Doğu Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile katılıyor. Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü başarı, Nabukadnezar’ı fazlasıyla memnun ediyor ve esir aldığı 10 bin Yahudi’nin yarısını Kral Hıraçya’ya hediye veriyor. Bu esirler arasında İsrailoğulları’nın önemli şahsiyetlerinden Prens Şampat (Smbat/Shampat) da bulunuyor. Şampat, kısa zamanda Hıraçya’nın takdirlerine mazhar oluyor. Devlet hizmetine alınıp, önemli mevkilere yükseliyor.
Esirlikten soyluluğa: Pakraduniler (Ermeni Görüntülü gizli Yahudiler)
M.Ö. l5O’lerde soyunun Hz. Davud’a (as) dayandığını iddia eden ve adı “Pakarad Şampa” olan bir Yahudi, zamanın Ermenistan Kralı Vağarşak’a başvurarak, saray hizmetine girebilme talebinde bulunuyor. Dikkat çekme ve kendini sevdirme açısından Prens Şampat’ı dahi gölgede bıraktığı kaydedilen Pakarad Şampa, Kral Vağarşak’ın en yakın bendeleri mevkiine erişiyor. Sonunda şaşırtıcı bir şekilde, Ermeni Kralları’na taç giydirme imtiyazı ile 10 bin süvariye komuta etme hakkını elde ediyor. M.Ö. 90-36’larda Ermeni krallarından Dikran II. (Büyük Dikran) İsrailoğullarına yönelik yeni bir sefer düzenliyor.
Bu sefer sırasında esir aldığı binlerce Yahudi’yi o da ülkesine götürüyor. Esirler arasından seçtiği “Aşod” adında bir asil Yahudi’yi özel hizmetine alıyor. Bu olaylar sonucunda Ermenistan’a yerleşen ve zamanla nüfusları hızla artan esir Yahudiler, sürgün yıllarının sembol ismi Prens Şampat’ın hatırasını kendilerine rehber edinerek, teşkilâtlanıp millî varlıklarını koruyabilme mücadelesine girişiyor. Zamanla Ermenilerin yönetimini ele geçiren Pakraduniler M.S. 1045’e kadar Ermenistan’da saltanat sürmeyi başarıyor.
26 yüzyıldır Yahudilikleri devam ediyor
“Kripto Yahudilik”konusunda uzman olan Türkiyeli Yahudi Prof. Abraham Galante, “Les Pacradounis ou Une Secte Armeno-Juive/ Pakraduniler veya Bir Ermeni-Yahudi Tarikatı / Baskı: 1933, Fransızca İst.” adlı eserinde bu konuda hayli enteresan bilgiler veriyor:”Pakraduniler varlıklarını Juda İmparatorluğu’nun sonlarından (M.Ö. 7. yüzyıl), 20’inci yüzyıla kadar sürdürmüş olan Ermeni-Yahudi karışımı bir kavimdir. Eğin’de, ‘Erzurum-Sivas arasında’ (Malatya Balaban-Hekimhan, Erzincan Kemaliye hattında), Marmara Denizi’nin Avrupa yakasında ve İstanbul Hasköy’de yaşamış oldukları bilinen Pakraduniler, 26 yüzyıldır Yahudi yönlerini sürdürmekte gösterdikleri kararlılık nedeniyle Portekizli Marano’lar, Selanikli Dönmeler ve İranlı Meşhediler gibi Yahudi kökenli topluluklar arasında sayılabilirler.” Malatya tarafından Darende’nin Balaban kasabasına girişte ve yol üzerindeki Havra, kilise ve cami karışımı yapı incelemeye ve irdelemeye değerdir.
Dabağyan, Pakradunilerin kullandığı isimlerin Ermenilerden farklı olabildiğini söyleyerek; Ermeni tarihçi Gatoğigos Ğorenazi’den şu nakilde bulunuyor: “Simpat adını, ‘Pakraduniler’ oğullarına verirler. Bu isim İbranice’den geliyor ve aslı ‘Şampat’tır. Ermeniler arasında asırlarca pek revaç görmüş olan ‘Pakrat, Simpat, Aşot, Kakik, İsrael, Tavit’ gibi isimlerin Ermeni menşe’li olmadığı bariz şekilde meydana çıkmaktadır.”
Dabağyan, Bizanslı tarihçi Pavstos’un, 3. Asır’da bölgede iskân edilmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Yahudilerin miktarını 400 bin olarak verdiğini de kaydediyor.
Konunun uzmanı Gad Nassi: “Pakraduniler domuz eti yemezler, oysa Ermenilerde serbesttir” diyor
Sabetaycılık, Ladino ve Kripto Yahudi cemaatleri konusunda uzman isimlerden araştırmacı-yazar Dr. Gad Nassi, Pakradunilerin 20. yüzyılın ilk yarısına kadar özel gelenekleriyle Sivas/Divriği ile Erzincan/Eğin (Yeni adı Kemaliye) arasındaki bölgede varlıklarını sürdürdüklerini belirtiyor. Nassi’ye göre cemaatin yayılımı, Arapkir, Hekimhan Kapadokya ve Kilikya/Çukurova’ya kadar uzanıyor.
Nassi, Pakraduni soyundan gelenlerin fiziki görünüşlerinin Ermenilerden ayrıldıklarını, kafa yapısı olarak Yahudiler gibi Dolikosefal olduklarını kaydediyor. Bir Yahudi-Ermeni’nin evinde vefat gerçekleştiğinde, evin içini tamamen değiştirdiklerini, evde asla su kullanmadıklarını, çünkü ölüm meleğinin kılıcındaki kanı bu suyla temizlediğine inandıklarını belirtiyor. 7 gün iş yapmayıp Yahudilerde olduğu gibi yas tuttuklarını da belirtiyor. Nassi, Pakradunilerin Yahudiler gibi asla domuz eti yemediklerini, cumartesi günü çalışma yasağına riayet ettiklerini, genelde cemaat içinden evlendiklerini ve soyadlarının da Yahudi kökenlerini anlatacak şekilde verildiğini ifade ediyor. Bunun da Ermeniler arasında “Yahudiliğin bir uzantısı” olarak değerlendirildiğini söylüyor. Nassi, Pakradunilerin, siyaset, ticaret ve finans alanında çok becerikli olduklarını kaydederken, benzer bir grubun da geleneklerini koruyarak 19’uncu yüzyıla kadar Gürcistan’da Gürcüler içinde hayatiyetini devam ettirdiğini ifade ediyor.
Aleviliği istismar eden Rafızî Ermeniler kimlerden oluşuyor?
Fransız Mareşali Horace Sebastiani, Türkiye Ermenileriyle ilgili 1814 tarihli raporunda: Ermenileri normal Ermeniler ve “Rafiziyyun/Rafiziler” olarak ikiye ayırır. Dabağyan “Osmanlı İmparatorluğunda Şer Akımlar” kitabında bu raporu değerlendirirken, Fransızların Türkiye’deki etnik yapıya daha 1800’lü yılların başında bile ne kadar hâkim olduklarının anlaşıldığını ifade ederek şöyle tepki veriyor:
“Selçuklular devrinde, Alparslan’ın saflarına geçerek, Bizans’a karşı savaşan ve sonradan İslam dinini kabul eden Ermenilerin büyük bir kısmı, bilahare ‘Alevi Mezhebi’ne geçmiş ve öyle kalmışlardır. (Yaptıkları isyan ve taşkınlıkları da saf Alevi Müslümanlara mal etmeye çalışmışlardır.) Demek ki, Mareşal Horace Sebastiani, Fransa’nın Türkiye üzerinde taşıdığı gizli emellerin tahakkuk sahasına aktarılacağı zaman, Osmanlı topraklarında yaşayan bilumum unsurlardan istifade edebilmek için Anadolu topraklarında yaşayanları da iyiden iyiye tetkik etmiş veya ettirmiş!” diyor.
Ermeni asıllı Türk vatandaşı yazar Torkom İstepanyan ise Pakradunilerle ilgili şu değerlendirmede bulunuyor: “Türk-Ermeni kardeşliğinin başlangıcı 11’inci yüzyıl ortalarına dayanır. 1064’te Pakraduni Ermeni Krallığına Bizanslılar tarafından son verilince, Bizans zulmüne dayanamayan Ermeniler Türklerin himayesine sığınmışlardır. Bu devre onlar için huzurlu yıllardır. Vatanlarına sımsıkı bağlanmışlardır. Türkler tarafından bunlardan bazılarına “Paşa”lık unvanı bile takılmıştır. Böylece ilk Türk-Ermeni dostluğunun temeli atılmıştır. Bu kardeşliğin en güzel kanıtı da bugün dünyanın dört bucağına serpilmiş olan Ermeni toplumunun günümüze dek varlığını sürdüren Türkçe kökenli soyadlarıdır. Örneğin, Romanya doğumlu olduğu halde dünya Ermenilerinin Ruhani Reisi Gatogigos Vazgen I’in soyadı ‘Balcıyan’dır.”[1]
Ermeni isyanlarının arkasında Pakraduniler yatıyor!
Yazar Levon Panos Dabağyan, Ermeni meselesinin can damarını teşkil eden “1. Zeytun İsyanı’nın” arkasında Fransa ve Vatikan’ın bulunduğunu, isyanın düzenleyicilerinin Pakraduniler olduğunu ileri sürüyor. Dabağyan, Zeytunluların kökeniyle ilgili olarak şöyle diyor: “Ani Beldesi’nin Bizanslılara geçmesinden ve Bizanslıların Ermeni katliamından sonra, Anadolu’nun muhtelif bölgelerine dağılan ‘Pakraduni Hanedanı’ mensupları Haçin ve Zeytun havalisine yerleşmişlerdi. Dolayısıyla (Fransa’nın gönderdiği Katolik Ermeni) maceracı Leon, Ermenileri isyana teşvik için gerçekten en münasip bölgeleri seçmiş demekti. Zira, Pakraduni Hanedanı, zaten birtakım entrikalara müsait ve gayri Ermeni bir unsur idi” diyor.
Dabağyan 1862 ve 1895’te iki kez denenen isyanın ise Türkiye’ye sadık Gregoryan Ermenilerin destek vermemesi üzerine akamete uğradığını kaydediyor. Pakradunilerin de hâlâ var olduğunu belirtiyor: “Hâlâ varlar tabii; ama sayıları ne kadardır ve hangi organizeler içinde yer almışlardır bilemem. Sanmıyorum. Ancak, bizde birine ‘Pakraduni!’ dedin mi, bu hakaret için kullanılırdı. Çocukken birine kızdığımızda, ‘Pakradunisin ulan sen!’ derdik. Onların ırklarından gelen bir zekâları, müztehzi bir bakışları, hesapçı, işini bilir bir yapıları vardır. Tarım ve zenaattan çok hep ticaretle, para/finans işleriyle uğraşmışlardır.”
Levon Panos Dabağyan gibi, seçkin ve seviyeli bir aydınımız olmakla beraber, T.C. Devletine ve ülkesine gönülden bağlı, hepimizin ortak üst kimliği olan Türk kavramına sahip ve saygılı bir Ermeni vatandaşımızın bu gerçekleri samimiyetle açıklaması ayrı bir önem kazanmaktadır.
PAKRADUNILER HANEDANI VE ERMENİLER
“Selçuklular ve Öncesi Devirleri” (859-1045)
Tarihi kaynaklarda ve tarihi yeni kitaplarda, “Ermeniler ve Ermenistan” konusuna temas eden bölümlere dikkatle bakılarak olursa, şu garip durumla karşı karşıya gelinir. Şöyle ki; hayırlı işler yapmış olan Ermeni büyükleri kötülenir ve bilhassa “Türklere ihanet etmiş” olanlar ise, “doğrudan Ermeni gösterilir.” Bu durum ise Ermeni kavmini Türklere karşı ve düşman oldukları intibaını uyandıran bir taktiktir!.
Gerçi böylesi icraatların gerçek çehresini açıklığa kavuşturan, “siyaset dışı” tarihi kaynak ve eserler mevcuttur. Ancak, ne yazık ki böylesi tarafsız eserler maalesef pek az olduğundan gözlerden uzak kalmaktadır.
Biz, yukarıda kayda geçtiğimiz bu garabetli işe Türk-Ermeni münasebetlerini ilelebet bozuk tutmak isteyen bir takım “gizli ellerin karıştığı” ve tarihi tahrif yolu ile, sinsi maksatlar güttükleri inancıyla bakmaktayız.
Meselâ; Kars-Ermeni kralı Kakik II’nin, Sultan Alp-Arslan’ın samimiyetini istismar etmesi vakası, doğrudan; “Ermeni samimiyetsizliği, Ermeni ihaneti” olarak birçok tarihi kaynak ve eserlerde geçmektedir. Peki bu doğru mudur? Hemen cevaplayalım: Hayır, doğru değildir! Tam aksi; “Tarihi bir yanlış veya tahrifattır.”
Zira Kakik II’nin saltanat sürdüğü dönem olan (1042-1045) tarihleri arası, “Doğu-Ermenistan”ın külliyen “PAKRADUNİLER HANEDANI HAKİMİYETİ”nde olduğu tarihi kaynaklarca sabittir.
Kral Kakik II ise; tam iki asır Ermenistan’a hükümran olan ve aslen Ermeni asıllı olmayan, Pakraduniler Hanedanının son hükümdarı idi.
Ancak buna rağmen, daha sonraları çok ağır bir hata işlemiş olduğunu anlayarak, Sultan Alp-Arslan’dan af dilemiş ve Yüce Türk Hakanı onun özrünü kabul ederek, kendi saflarına davet etmiş ve fakat, ardarda meydana gelen aksilikler, Kral Kakik II’nin yüce hükümdarın yanına varabilmesini önlemiştir ve öyle sanıyoruz ki, şayet varabilseydi, Ermeni kavmi günümüzdeki hazin durumda olmayacaktı!.
O asırların Ermenilerine gelince, bu bahtsız kavim kendi ülkesi içinde olduğu halde: yabancı bir kavmin boyunduruğu altında inim inim inleyip durmuştur. Bir başka ifadeyle kendi hayatları, kendi yaşantıları hususunda tek bir söz dahi söylemeye hakları yoktu. Yani açıkçası kendi ülkelerinde, bir başka kavmin esareti altındaydılar.
O halde bu tarihi yanılgıyı veya bilhassa tahrif kanalı ile gerçeklerin bilinmemesini sağlayanların, iğrenç tahrifatlarını meydana çıkartmak ve tarihi belgelerle gerçekleri ispat etmek, Türk-Ermeni münasebetlerinin düzeltilebilmesi açısından, bizlerin attığı ilk adım olmuştur, diyebiliriz. Çünkü, Sultan Alp-Arslan ve Kral Kakik II vakası; Türk ve Ermeni münasebetleri bahsinde hiç de kulak arkası edilecek bir vaka değildir. Çünkü, günümüzdeki bağımsız Ermenistan başta olmak üzere, batı ülkelerinde emperyalist devletlerin ücretli maşası Ermeni bozuntuları da dahil. Ermeni milleti bir bütün olarak varlığını külliyen; “Selçuklu, Osmanlı Devletleri ve dolayısıyla da, yüce Türk milletine medyundur.” Bunun aksini iddia edenler ya cahil veya hamaset duygularıyla körelmiş basiretsiz nankörlerdir. Çünkü, tarih hemen her meselenin doğrusunu gösteren en değerli anahtardır. Bu anahtarı dürüst kullanan, hakikatlerin nurlu ışığını rahatlıkla görebilir!.
“Pakraduniler’in Ermeni soyundan gelmedikleri bahsine temas etmeden, şu noktayı bilhassa belirtmek isterim ki; “Pakraduniler’in menşeine temas ederken, hiçbir surette; “ırkçı bir tutum neticesi, fanatik düşüncelere saplanmış değilim.” Irki mevhumlar üzerinde durmamın yegâne sebebi; tarihi vakaları tüm yönleriyle meydana çıkarıp, değerli okuyucularım ile tarih meraklılarına, Ermeniler konusunda en sağlam kayıtları sunabilmektir. Kaldı ki, tarihi mevzularda, vakaları gün ışığına kavuşturabilme uğraşında daha başka bir sistemin var olduğu asla söylenemez. Çünkü, öyle bir sistem mevcut değildir. Dahası tarih bir hadiseyi gün ışığına çıkartıp, aydınlığa kavuşturabilme çalışmalarında; herhangi bir kavmin gocunabileceği düşüncesiyle hareket edilecek olursa, ortaya kupkuru bir yazı kalabalığı çıkmış olur, böylece onca emek verilmiş bir eser, sırf bu sebepten dolayı, hakiki özelliğini yitirmiş olur.
Dolayısıyla “Türk, Ermeni, Yunan, Rum, Süryani ve Musevi’ler başta olmak üzere hemen hiçbir milletin mensubu; eserimizde yer alan vakalar içinde, kavimleriyle alâkalı menfi pasajlara rastladığı zaman asla gocunmamalıdır. Dahası bu kitapta ana temayı temsil eden konu her şeyden evvel yüce Türk millet ve devletinin millî menfaatleri başta olmak üzere; süper devletler tarafından günümüzde dahi adeta bir kobay gibi kullanılan, Ermeni milletinin istikbali mevzubahistir. Buna rağmen kitapta yer alan vakalar içinde geçen her kavmin millî haysiyeti özellikle düşünülmüş ve doğrudan şahısların icraatları üzerinde durulmuştur. Yer yer rastlanacak olan menfi değerlendirmeler ise bizim yorumlarımızın dışında kalmaktadır. Zira, bizzat o çağlarda yaşamış ve vakaları bizzat görebilmiş tarihçilere aittir ki; bu durum karşısında hemen herkesin şapkasını çıkarması lâzımdır!. Dahası; “Rüzgâr ekenlerin, fırtına biçmekten gayrı hiçbir çareleri olmadığını” peşinen kabullenmek elzemdir. Çünkü, kaçınılmaz bir gerçektir!.
Hele hele FRANSIZLAR, İNGİLİZLER, RUSLAR ve AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİ, bu hususta hiç mi hiç alınmasınlar. Zira; bir buçuk milyon Ermeni’nin Türkler tarafından kesilmiş olduğu iddiasını; yıllar yılı çeşitli entrika ve propagandalarla Ermenilerin kafalarına sokan ve bu uğursuz propagandayı hâlâ sürdüren bizzat kendileridir. Dahası Ermeni-komite artıklarının meydana getirdikleri, acımasız cinayet şebekelerini; madden ve manen besleyen ve de ülkelerinde barındıranlar yine kendileri olmuş ve olmaktadır!.
Bu konuda son bir hususa daha temas etmek isterim ki, gerçekten bu babda pek üzgünüm. Daha doğrusu, “Türk-Ermeni cemaati olarak” son derece üzgünüz. Durum aynen şudur:
Yıllar yılı gizli gizli Ermeni cemaati aleyhinde bulunan ve bilhassa bazı Bab-ı Ali gazetelerince Türk-Ermenisini de rahatsız eden yalan yanlış beyanlarla, Türk-Ermenileri aleyhinde bir cereyan meydana getirmeye çalışan ve bizler gibi dinen azınlık bir kavim, bu durumu günümüzde daha da hızlandırmış ve bizleri kötüleyebilmek için her ne melânetlik var ise sergilemektedir!.
Bu entrikacı kavmin asıl hedefi ise Türkiye’de bir tek Ermeni’nin kalmamasına dayanmaktadır. Bunu istemesinin hem de pek derin bir arzu ile istemesinin yegâne sebebi ise “Ermenilerin gitmesinden sonra, ülke ticaretini külliyen ele geçirebilmesi gayesine” dayanmaktadır!.
Bunda muvaffak olabilirler mi, olamazlar mı orasını bilemem ama yazar Ali ULUSAL Beyin şu değerli uyarısı, bu doymaz kavme, herhalde bir nebze olsun nasihat yerine geçer diye düşünmemekte, doğrudan niyaz etmekteyim.
“Herkesin bir hesabı varsa, Allah’ın ayrı bir hesabı vardır.”
PAKRADUNILER’İN MENŞEİ VE SAHNEYE ÇIKIŞLARI
M.Ö. 730 tarihinde Kral Sannasar, Beni İsrail’e yaptığı seferde; Beni İsrail Kralı Osee’yi öldürerek, Samarie’de taş üstünde taş bırakmamış ve “10 Musevi kabilesi’ni esir alarak, Fırat’ın ötesine, Güney-Ermenistan’a yerleştirmişti ve bu bir başlangıçtı.
Yine M.Ö. 700’lerde Kral Nabukadnezar; Mısır Kralı Necho ve Kudüs Kralı Yoachim’e karşı bir sefer açmış ve bu sefere, Doğu-Ermenistan Kralı Hıraçya da büyük bir ordu ile iştirak etmişti.
Hıraçya’nın bu savaşta gösterdiği olağanüstü dövüş gücü, sadakat ve kahramanca saldırıları, Kral Nabukadnezar’ın pek hoşuna gitmiş ve Kral Hıraçya’yı takdirle, esir almış olduğu 10.000 Musevi’nin yarısını ona hediye etmişti ve bu esirlerin arasında ilerde Ermenileri külliyen hâkimiyetleri altına alacak olan bir esrarengiz kavmin ünlü prenslerinden Şampat da bulunuyordu. Zeki ve becerikli olan bu Prens, zamanla Kral Hıraçya’nın sevgi ve takdirini kazanarak, “Devlet Hizmeti’ne alınarak önemli mevkilere yükseltildi ki, bu durum bizzat bir Ermeni Kral tarafından, bilemeden kendi milletine yaptığı bir yanlışın doğrudan kendisi idi!..
Daha sonra M.Ö. 150-128’lerde; aile menşeinin Hz. Davud Peygambere dayandığını iddia eden ve adı PAKARAD ŞAMPA olan bir Yahudi, Ermeni Kralı Vağarşak’a müracaat ile, saray hizmetine girebilme dileği ile bin bir dil dökerek, kabul edilmesi için adeta yalvardı…
Bu garip ve son derece esrarengiz yabancının nasıl birisi olduğunu ve söylediği gibi gerçekten hayli maharetli olup olmadığını merak eden Kral Vağarşak, Kral Hıraçya’ya hizmet veren Prens Şampat’ın, kralı son derece memnun kılmış olduğunu da dikkate alıp, bu yabancıya bir şans tanımayı uygun bulmuştu. Zira, kendisine müracaat eden yabancı da aynı ırka yani diğerinin ırkına mensuptu. Dolayısıyla bu esrarengiz Prens, Pakarad Şampa da böylece hizmete alınmış oldu.
Ne var ki, bu yabancı Prens, diğer ırkdaşından daha atak ve daha cüretkârdı. Nitekim, devlet hizmetindeki üstün başarıları o derece fayda temin etmişti ki, Kral Vağarşak bu Yahudi Prensini kendi gözdeleri arasına kattı ve böylece Pakarad Şampa Ermeni Krallarına taç giydirme imtiyazı ile “10.000 Süvariye” komuta etmek hakkını elde etmişti.[2]
Bütün bu hadiselerin zuhur ettiği dönem içinde Kral Vağarşak, yeni bir Mabet inşa ettirmiş ve Mabedin iç dizaynı çalışmalarında duvar süslemelerinde “Güneş, Ay ve atalarının tasvirleriyle” bazı konularla alakalı motifler işletmişti ve inşası iç tezyinatla birlikte tamamlandıktan sonra, Mabedin açılışı göz kamaştırıcı bir muhteşemlik içinde icra edildiğinde, Mabede gelen Kral Vağarşak, sevinç ve gururla ilerlerken, önünde yürüyen merasim kıtası, son derece nefis bir sanat eseri olan “altın bir kartal” taşımaktaydı ki, bu adet ananevi idi. Ermeni krallarının önünde muhakkak altından imal edilmiş bir kartal taşınırdı.
Muhteşem bir merasimle Mabede giren Kral Vağarşak, Pakarad Şampa’ya; “Kendisi ile birlikte tanrılarına ibadet etmesini teklif etti.”Ne var ki, Pakarad bu isteği kesinlikle reddedince, Kral Vağarşak bu bendesini daha ziyade sevdi. Zira, karşısındaki bir kral dahi olsa, dininden dönmeyi kabul etmemişti. Bu onun son derece dürüst olduğunu tekrar tekrar ispat etmekteydi. Dolayısıyla O’nu affetti.
Ancak, bu durum zaman içinde bir başka boyuta dönüşünce, karşılıklı saygının yerini sinsi bir düşmanlık almıştı. Şöyle ki, Kral Vağarşak’ın mahdunu, Arsak I, babası ile aynı düşünceye sahip değildi ve bu esrarengiz Yahudi’den hiç mi hiç hoşlanmıyordu. Dahası, onu gördüğü zaman, manasını bir türlü kavrayamadığı garip bir sıkıcı his bütün benliğini kaplamaktaydı!.
Böylesi karmaşık hisler içinde bocalayan Arsak I, mezkûr Pakraduni’nin mahdunlarına aynı teklifi tekrarladı ve kendi inandığı tanrılara tapınmalarını emretti. Ancak, Pakarad’ın mahdunları emri şiddetle reddettiler. Bunun üzerine gazaba gelen Kral Arsak I, gözlerinde şimşekler çakarak, kızgınlık içinde şunları söyledi, daha doğrusu adeta haykırdı:
– Güneş ve Ay Tanrılarına tapınmayanlar dinsizdir ve ölümü hak etmişler demektir! diyerek her iki Musevi gencin başlarını vurdurdu. (M.Ö. 128-115)
Kral Arsak I’den sonra ise aynı şiddeti gösteren, ünlü Ermeni Krallarından, Dikran II (Büyük Dikran diye bilinir), İsrail’e yeni bir sefer hazırladı ve bu sefer esnasında (M.Ö. 90-36) aynen Kral Hıraçya gibi, binlerce Musevi’yi tutsak alarak ülkesine götürdü ki, ülkesine döndüğü zaman atının iki tarafında yürüyen Musevi Prensleri, onun muzaffer dönüşünü müjdeleyen birer belge nişanesini temsil etmekteydiler. Bunların içinden seçtiklerini kendi hizmetine alan Kral Dikran II hizmetinde bulunan Aşod adındaki Musevi’ye:
– Şahsın ve soydaşların, benim milletimin inandıkları tanrılara inanıp, tapınacaklar. Emrim derakap uygulanacak! dedi. Ne var ki, Aşod da diğerleri gibi, dinini değiştirmeyi kabul etmedi ve kesinlikle reddetti.
Bunun üzerine gazaba gelen Büyük Dikran; Aşod’un dilini kestirdi ve ülkesinde bulunan bütün Musevileri, kendi adına inşa ettirmeye başlattığı, “DİKRANAKERD” – “DİYARBAKIR SURLARI” inşaatında çalıştırmaya karar verdi ki; mevzubahis surların ve şehrin inşasında, Kapadokya seferinden getirmiş olduğu 300.000 esir çalıştırılmaktaydı.
Tutsak Museviler Teşkilatlanıyor
Ancak, o asırlarda belki geçerli olan ve fakat tamamen vahşeti temsil eden bu trajik vakalar, Musevileri bir yerde aralarında birleşmeye doğru gitmiş ve böylece teşkilâtlanmaya başlamışlardı… Hani hakları da yok değildi. Bu diyarlara gönül azalarıyla gelmemiş, tutsak olarak getirilmişlerdi. Dolayısıyla, yurtlarından edildikleri yetmezmiş gibi, bir de “sadece kendilerine özgü, müstakil dinlerinden de olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmaktaydılar!.. Böylece her birisi, yekdiğerine tam bir içtenlikle sarılarak; İsrail Prensi Şampad’ın hatırasını kendilerine başlıca rehber edindiler ve Pakarad Şampad’ın liderliğinde, gizlice teşkilâtlanmaya başladılar. Teşkilâtlandıktan sonra, kin ve intikam hırsı içinde öylesine zekice bir plân hazırladılar ki, plânın mükemmelliği karşısında kendileri dahi adeta şaşkına dönmüşlerdi!.
Plâna göre, kademe kademe ilerleyerek, Ermenistan Sarayını külliyen ele geçirecek ve böylece devletin kilit noktalarına erişerek, ülkeyi tamamen hâkimiyetleri altına alacaklardı.
Ermenilere gelince, onlar bu durumun hiç mi hiç farkında değildi ve son derece temkinli hareket eden Musevilerin hizmetlerinden son derece memnundular. Ancak, bu memnuniyetleri ve Musevilere karşı umursamaz bir tavır almaları, daha sonraki yıllarda Ermenilere pek pahalıya mal olacak ve Ermenistan’ı külliyen ele geçiren Museviler; tamamı tamamına “İki Asır”, Ermeni milletine adeta kan kusturacak ve de Ermenistan’ın sükutuna kadar, Ermenilere; kendi vatanlarında tutsak hayatı yaşatacaklardı…
Pakraduniler’in Hakimiyete Geçiş Devri Başlıyor (M.S. 859-885)
Kral Vağarşak döneminde başlayarak, sistemli şekilde ve hiç mi hiç sezdirmeden, tüm tasavvurların fevkinde servet edinip, ülkenin “iktisadiyatına” tesir edebilecek seviyeye yükselen Museviler, yine kendilerine has bir sabırla hemen her engeli bertaraf ederek, zamanla elde ettikleri muazzam servet sayesinde “ARARAT’-TAYK VİLAYETLERİ’nin yarısından fazlasını satın almışlardı. Mesela Durperan’da, yüksek Ermenistan’da ve Gugark’ta gayet muazzam ve şaşaalı mülkleri bulunuyordu. Sekizinci asırda ise, Pakraduni zürriyetinin emlâkine: “Bâyezid, Bagaran, Muş, Kulb, Kars, Shirakavan, Ani, ispir, Ahısha, Artvin ve Ardahan şehirleri” de ilave edilmişti.[3]
(M.S. 637 tarihinden itibaren “Arap hâkimiyetine” giren Ermenistan, o tarihlerde tam bir kargaşalık ve anarşi içindeydi. Gerçi hakiki Ermeni halkı henüz çoğunluktaydı ama, Ermenistan’da gerçek mânâda söz sahibi olanlar “PAKRADUNİLER” yani, “Musevi dönmeleri” idi.
Velhasıl, Ermeni milleti çoktan hükümranlığını yitirmiş; fukaralık ve sefalet içinde kıvranarak, kendi ülkelerinde adeta tutsak hayatı yaşamaktaydılar. Bir başka ifadeyle de; “Doğu-Ermenistan, Ermenistan olmaktan çoktan çıkmış; “Yahudistan” şekli almıştı!.. İşin en enteresan ve hazin tarafı da, Ermenilerin bu durumun farkında olmayışlarıydı ve acı gerçeği öğrendikleri zaman ise, iş işten çoktan geçmiş olacaktı…
Böylesi bir garip şerait içinde Araplarla anlaşan Pakraduniler, Araplara ağır vergiler vermeyi kabullendiler. Zira, nasıl olsa bu ağır vergileri kendi keselerinden ödemeyip, sahipsiz halkın sırtından elde edeceklerdi. Yani bu ağır yükün altına giren, doğrudan doğruya “Turan-Ermenileri” olacaktı.. Nitekim bin bir yokluk içinde kıvrım kıvrım kıvranan bu zavallı ahaliye; “Pakraduniler ve Araplar” adeta kan kusturacaklardı…
Vergileri toplama görevi Araplar tarafından, “Aşod Pakraduni’ye verildi ve “Prensler Prensi” unvanı ile Ermenistan’a vali tayin edilen Aşod Pakraduni, bu görevinde beklendiğinden ziyade başarılı oldu ve böylece; değil vergi ödemek, yiyecek ekmeğini zor temin edebilen Ermeniler’in, ellerinde, avuçlarında her ne var ise alındı, daha doğrusu cebren gasp edildi…[4]
Yazar: Nejat HAKKUL
[1] (Sorun olan Ermeniler / Suat Akgül, Ali Güler, Türkar Yay. İst. 2003. s: 402)
[2] Ermeni kaynakları, Pakraduniler soyundan, daha doğrusu liderleri olan Prens Şabad ve Pakarad Şampa’nın Ermeni Krallarına son derece hizmet vermiş olduklarını, adeta söz birliği etmişçesine, sonsuz methiyelerle bezenmiş kayıtlar düşmüşlerdir.
Lâkin ne gibi meselelerde, nasıl hizmetleri geçmiş ise, sarih şekilde meydana koyan herhangi bir kayda rastlamadık!. Dolayısıyla, bu hususun ayrıca tetkiki elzemdir inancındayız!.
Bizans tarihçisi, Pavstos bu konuda III’ncü asırda Ermenistan’da iskân etmiş ve kısmen Hıristiyan olmuş Musevilerin miktarı, “400.000 nüfusu” bulmuştu kaydını geçmektedir.
Büyük Ermeni tarihçisi ve din adamı, ünlü “MOLSES GATOGİGOS GORENAZİ’nin bu konudaki kaydı da son derece önemlidir ve şu kayıt geçmiştir: -S1MPAD adını, PAKRADUNİLER mahdunlarına verirler. Bilesiniz ki, isim İbranice’den geliyor ve aslı “ŞAMPAD”dır.
Kars, Ani ve Gürcistan’da PAKRADUNİLER zürriyetinden krallar çıkmıştır. Bu vaziyete göre Ermeniler arasında asırlar boyu pek revaç görmüş olan: “PAKRAD, SIMPAT, AŞOD ve MOLSES” vs. gibi isimlerin tamamı, Pakraduniler’den, Ermenilere geçmiş ve aslen Ermeni kökenli isimler olmadığı bariz olarak görülmektedir.
[3] Bu hususta daha geniş bilgi için bakınız: “ŞAHNAZARYAN-ERMENİ TARİHİ”, Baskı: Paris-Fransa. Baskı tarihi: 1859, sayfa: 32, “Ermenice”
[4] (Emperyalistlerin Kıskacında ermeni Tehciri, IQ Kültür Sanat yy., 1. Bas. Nisan 2007 İST.)
Levon Panos Dabağyan
Levon Panos Dabağyan
Levon Panos Dabağyan, Türkiye Ermenisi araştırmacı-yazar. Alparslan Türkeş ve Milliyetçi Hareket Partisi ile ilgili kitap yazan ilk Ermenidir. Türk tarihinde Ermenilere yapılmış bir soykırımın olmadığını savunmuştur.
Doğum tarihi: 11 Kasım 1933, Aksaray
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)