23 Nisan 2012 Pazartesi

HZ.MEVLANA M.CELALEDDİN RUM DİYARINDAN MI?





HZ.MEVLANA MUHAMMED CELALEDDİN RUM DİYARINDAN MI?





Hz.Mevlana Muhammed Celaleddin Rum diyarındanmı ki künyesinde Rumi yazıyor?
 
Hz.Mevlana Muhammed Celaleddin küçük yaşlarda ailesiyle birlikte Afganistan'ın Belh şehrinden Anadolu Selçuklu Devletinin şehri olan Konya'ya gelmişler.
 
Mevlânâ Celaleddini (Rumi adı, Anadolu' ya yerleşip orada yaşadığı için (o dönemde Anadolu'ya Diyarı-ı Rum deniliyordu); sözü doğru değil. Konya,Rum diyarı yani Rum (D.Roma) şehri değildir.Anadolu Selçuklu Devletinin şehridir.





Anadolu Selçuklu Devleti,Roma Devleti ile sınırdır.Anadolu'ya Diyar-ı Rum yani Rum Diyarı nasıl deniyor? Konya Anadoluda değilmi?





Konya, Anadolu Selçuklu Devleti'nin bir şehri değilmi? Öyleyse tüm Anadolu'ya Rum Diyarı denmez.Çünkü Selçuklularında toprakları var.





Hz.Mevlana Muhammed Celaleddin künyeside Rumi değil Konevi yazılmalıdır.Çünkü Konyalıdır.
Hz.Mevlana Muhammed Celaleddin Belhi Konevi dememiz gerekir.
 
Mevlânâ ise, kendisine karşı duyulan büyük saygının belirtisi olarak "Efendimiz" manasına gelir.





Hz.Mevlana Muhammed Celaleddin Belhi Konevi
(Belhli Konyalı Hz.Efendimiz Muhammed Celaleddin )



22 Nisan 2012 Pazar

Masonlardan Yüzyıllık İtiraf





Masonlardan Yüzyıllık İtiraf




Yıl, 1908… Aylardan ağustos...




İkinci Meşrutiyet ilan edileli bir ay olmuş. Beyoğlu'ndaki Tokatlıyan Oteli salonlarında toplanan İstanbul ve Rumeli localarının Türk ve yabancı katılımcıları, yeniden bir millî masonluk teşkilatı oluşturmak için bir aradalar. İtalya, Fransa, Mısır ve Belçika yüksek şûraları, onlara rehberlik etmeye dünden hazır olduklarını belirttiler....



Aynı yıl Belçika'da düzenlenen Yüksek Şûralar Toplantısı'nda bizzat Belçika Yüksek Şûrası'nın teklifi ile Türkiye'de yeniden bir yüksek şûra kurulması kararı verildi. Bu vazife de Mısır Yüksek Şûrası'na tevdi edildi.



Bu emeller üzerine 3 Mart 1909'da yapılan toplantıda Türkiye Yüksek Şûrası hayata geçirildi. İttihatçılardan Talat Paşa da burada görevliydi.

Türkiye Büyük Locası ise 13 Temmuz 1909'da kuruldu.

Yani 1909 senesi, İstanbul'daki masonlar için oldukça hareketli bir seneydi.



100 yıl önce böyle başlamıştı masonların Türkiye'deki macerası. 2009 yılında, büyük üstatlığını Salih Evcilerli'nin yaptığı Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası bir dizi etkinlik düzenledi.

PTT'nin özel pul baskılı kart hazırlayarak katıldığı 100. yıl dönümünün ilk etkinliği temmuz ayındaydı ve ENKA Eşref Denizhan Açıkhava Tiyatrosu'nda bir konserle bir araya geldi mason biraderler.



25 Eylül'de, bu sefer Hilton Oteli'nde, 450 kadar mason ile eşleri ve 400'ü aşan sayıda da yabancı konuğun katıldığı bir program düzenlendi.

Hem de harem selamlık.

Ardından da Four Seasons'da akşam yemeği yendi. Bunları masonların kendi açıklamalarından değil, başka kaynaklardan öğreniyorduk. Mesela, mason olmamasına rağmen bu toplantılara katılan deprem uzmanı Prof. Dr. Ahmet Ercan'dan…



Ercan, kendi adını taşıyan internet sitesinde 'Masonlarla yarım gün' başlığı altında, 100. yıl toplantısındaki izlenimlerini kaleme almıştı.



Ercan'ın yazısı çok enteresan bir diyalogla sona eriyordu. Okuyoruz: "Yanımdaki bey, üst kuşak bir mason olan, İzmir'den sayın bir katılımcı.

Onunla söyleşiyi kaynattık. Çok içten bir masondu.

Oradaki herkes mason üstadı muhterem iken benim çağrılı olmamı bir süre algılayamadı.

Türkiye'de olan 215 gözün (locanın) başkanları birkaç özrü olan dışında tümü oradaydı. Katılımcı bey bana masonluk üzerine edinmek istediğim bilgileri yetkin bir ağızla bir bir anlattı."



Prof. Dr. Övgün Ahmet Ercan'ın yazısının en ilginç bölümü, İzmirli mason iş adamı ile aralarında geçen şu diyalog:



"Yeryüzünde tüm masonlar birbirleriyle dayanışma içindedirler."



Ahmet Ercan: "Örnek?"



"İran'da Ayetullahlar, Şah döneminde mason olanları astılar. Bunun hesabını er ya da geç verecekler."



Ercan: "Şaka mı bu?"



"Yok gerçekçiyim.

Tüm Amerikan başkanları masondur.

Türk büyükleri de öyle...

Tüm masonlar bu öcü beklerler."



Ercan: "Bak sen!"



"Bir üstadı muhteremin isteklerini, bulunduğu gözün üyeleri kesin yerine getirir.

Bu sözler bir buyruktur."



Ercan: "Ne, her şey mi?"



"Töreye aykırı olan işler dışında her şey."



Ercan: "Yönetim içinde de mason var mı?"



"Çok…

Hem de en üst düzeylerde.

Kaldı ki masonlarla çok iyi geçinir.

Bunun nedenlerini de iyi bilir.

O nedenle bize dokunmaz.

Ancak bizim kimliklerimiz devletin elinde vardır.

Bu bilgileri ellerinde tutarlar."



Ercan: "Bu gizem niye?"



"Bunu yanıtlamak güç. Bırakın o bizde kalsın."



Yazı, kendi adına açılmış web sayfasında idi ama yine de herhangi bir internet kazasına maruz kalmamak için önce yazının Ahmet Ercan'a ait olup olmadığını öğrenmemiz gerekiyordu.

Kendisine ulaştığımızda Ercan, konsolos olan eşini temsilen davet edilip katıldığı toplantıdan kişisel izlenimlerini kaleme aldığını, yazının kendisine ait olduğunu söyledi.

O toplantıda kendisini gören mason arkadaşlarının şaşırdığını ifade eden Ercan, aynı masayı paylaştığı masonun söylediklerini yorum katmadan aktardığını iddia etti.



Prof. Dr. Ercan, Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın soyundan. Deprem uzmanı Ercan, Mehmet Ali Paşa'nın çocuk veya torunlarından birinin de locaya kayıtlı bulunması ve ayrıca ailesinin de masonların çokça bulunduğu Selanik'ten göçmen gelmesinden mülhem, kendisinin de mason bir aileden geldiğinin düşünüldüğünü tahmin ediyor. Pek çok kez masonluğa davet edilen Ercan, 100. yıl toplantısına katılanların gerek ilişkilerinden, gerek kendisine anlatılanlardan çok etkilenmiş.

O yüzden de bu hislerini yazıya döküp halkla paylaşmak istemiş:



-100. yıl toplantısına katılanlar arasında sizi şaşırtan kimseler var mıydı?



"Onu söylemeyeyim.

Çok, ne insanlar var yani. Birçoğunu da kamuoyu tanıyor."



-Meslek grubu olarak tasnif yapsak ne söyleyebilirsiniz?



"Bizim (İstanbul) Teknik Üniversite'den dahi öğretim üyeleri vardı. Yani toplumun böyle kaymak tabakası, seçkin insanlar.

Televizyonlardan vardı.

Şimdi burada bazı şeyleri açıklarsam birçok şeyi karıştırmış olurum."



İsmi bizde mahfuz İzmir doğumlu mason iş adamı ise Prof. Dr. Ahmet Ercan'la yemekte yarım saat kadar sohbet ettiğini doğruluyor; fakat yazılanların pek çoğunun doğru olmadığını söylüyor.



Masonluğunu saklamadığını, üyeliğinin eski olduğunu belirten iş adamı, masonluğun kesinlikle politika ile ilgilenmediğini iddia ettikten sonra şunları anlatıyor bize:

"İran'da Ayetullahlar, Şah döneminde mason olanları astılar. Bunun hesabını er ya da geç verecekler.

Ben böyle bir şey söylemedim.

İran'da masonlar Ayetullah döneminde asıldı, dedim. Yani bana şöyle soru sordu. Dünyada mason olmayan ülkeler var mı? Var dedim, İran. Niye? Şah'tan sonra tamamı asıldı ve kalanı da yurt dışına kaçtı, dedim. 'Tüm Amerikan başkanları masondur. Türk büyükleri de öyle. Tüm masonlar bu öcü beklerler.'

Hayır, böyle bir laf da etmedim.

Amerikan başkanlarının bir kısmı masondur dedim.

Bunu söyledim.

Ama bu şekilde bir cümle ile çerçevelemedim işi.

'Yönetim içinde mason var mı?' Evet, vardır. Bu lafı söylemişimdir.

Sonra 'Tüm masonlar dayanışma içindedir.' Doğrudur. Herhangi bir şekilde söylemedim. Lafın arasında geçmiş olabilir."



Cevap hakkı için aradığımız mason iş adamı, Ahmet Ercan'ın oraya nasıl davetli olduğunu ve nasıl geldiğini de bilmediğini vurguluyor.



Masonluk ve masonlar hâlâ bir kapalı kutu.

Bir profesör, katıldığı bir toplantıdan bu kadar etkileniyorsa gerisini siz düşünün.

Onca seneye rağmen kendilerini tam manasıyla açmayı düşünmüyorlar kamuoyuna. Aslında, Türkiye'deki 90. kuruluş yıllarına denk gelen dönemde, 1998-99'da, o zamanki Büyük Üstat Sahir Talat Akev ile bir açılıma giden mason teşkilatı, özellikle son süreçteki olaylar yüzünden tekrar içine kapandı. Bilindiği gibi Loca'da 'yolsuzluk' yapıldığı gerekçesiyle, 2003-2005 yılları arasında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı olan Kaya Paşakay ve iki yöneticisi ihraç edilmişti. Mahkeme süreçleri devam eden masonlar, geçen hafta da 2005 yılına ait bir ihaleyle ilgili yolsuzluk iddiası çerçevesinde mahkeme ediliyordu. Son dört Büyük Üstadlar olan Demir Savaşçın, Kaya Paşakay, Asım Akin ve Salih Evcilerli'nin yargılandığı davaya sadece şimdiki Büyük Üstat Evcilerli katıldı.



Türkiye'deki mason yapılanmasının tam da 'açılıma' karar vermesinden bir süre sonra tekrar içine kapanmasının bu olaylarla ilgili olduğu tahmin ediliyor.

Hatta kendi içlerine o kadar kapandılar ki, geçen aylarda, 100. yıl kutlamaları ile ilgili ne tür faaliyetleri olduğunu öğrenmek istediğimiz Büyük Üstat Salih Evcilerli, kendisine telefonla ulaşmamızdan rahatsız olmuş, muhabirle değil de yayın yönetmeni ile konuşmak manevrasıyla sorularımıza cevap vermeden telefonu kapattırmıştı.



Masonlar, kendilerinin yanlış bilindiğini ısrarla vurgular hep. Büyük Üstat Evcilerli de Loca'nın internet sitesinde bu durumu şöyle ifade ediyor:

"Dünyada Hür Masonluk kadar eski ve önemli olup da tam ve doğru anlaşılamamış başka bir kurum yoktur. Bu, yalnız ülkemizde değil, dünyada da öyledir."

Türk halkı ve dünya milletlerinin masonları 'tam ve doğru' anlamamasında, haklılık payı var mıdır acaba?



Şimdi aktaracağımız bir yemin metni bu kuşkuyu doğrulayacak nitelikte.

Çünkü yıllardır masonlar konusunda araştırmalar yapıp kitaplar yazanlar dahi böyle bir yemini duymadıklarını söylüyor.

Demek ki masonların bir kamuoyuna deklare ettikleri yemin metni bir de kendi içlerinde bağlı kaldıkları ayrı bir metin söz konusu. İşte virgülüne dokunmadan o yemin:

"Biz aşağıda isimleri yazılı şovalyeler, serbest irademizle ve tam arzumuz ile kainatın ulu mimarı ve kralı balta şovalyelerinin Lübnan Prenslerinin Kolej huzurunda vaad ve taahhüd ederiz ki bu derecenin sırlarını bu derecenin altındaki dereceler masonlarına bildirmeyeceğiz ve vaad ve taahhüd ederiz ki bütün kuvvetlerimizle çalışan sınıfın kardeşlerini yükseltmeye, onların hayat şartlarını i'la etmeye ve çocuklarını terbiye ve talimin iyiliklerinden faydalanmaya çalışacağız, sa'yi tebcil ederek, faziletli ve zeki işçiyi kendimizle kanunda müsavi (eşit) sayacağız."



Yeminin burası ilginç:

"Bu vaad ve taahhüdlerimizi tutmadığımız takdirde buzlu Lübnan dağlarında, karlar içerisinde, sefilane ölmeye razıyız. İşbu taahhüdnameyi istiklal reokajının 26 Nisan 1960 tarihli celsesinde imza eyledik.

Ertuğrul Kemal Eyüpoğlu, Ali Fuat Berkman, Abdullah Atasağun, Şükrü İmre, Ali Rıza Tezel, Abdi Alkan, Mümtaz Rek, Kazım İsmail Gürkan, Ali Ratıp Dinçer, Reşit Güvengil, Nami Serdaroğlu."



Belge, 'mason yemini' üst başlığı ile 4 Mayıs 1960 tarihinde, yani 27 Mayıs Darbesi'nden 3 hafta kadar önce "İstiklal areopajının (masonlukta 19 ile 30. arasındaki felsefi localara verilen ad. C.K.) 26 Nisan 1960 tarihine rastlayan Salı günü saat 18'de in'ikad eden celsesinde ekli yemin varakasında isimleri yazılı Kralî Balta Şovalyelerinin 18 dereceden 22. dereceye terfi merasimlerinin yapılmış olduğu kardeş sevgi ve saygılarımızla arz olunur." ön yazısı ile büyükelçi Coşkun Kırca'nın babası, Loca'da Amir Hakim olan Mehmet Ali Haşmet Kırca, Celal Öget ve Suat Arpat tarafından Türk Yüksek Şûra Riyaseti'ne sunulmuş.



Belge, ilgili toplantıda bulunan idarecileri ile aralarında o zamanlar daha Devlet Su İşleri Genel Müdürü olan Süleyman Demirel'in de bulunduğu uzun bir mason üye listesini de kapsıyor.



Masonlar ve masonluk üzerine uzun yıllar çalışmalar yapmış gazeteci-tarihçi Orhan Koloğlu ile araştırmacı Süleyman Yeşilyurt'a da sorduğumuzda, böyle bir yemin duymadıkları cevabını alıyoruz.

Biraz daha araştırınca, masonlukta 33. dereceye kadar yükseltilirken her bir derecede farklı bir bağlılık yemini edildiği anlaşılıyor. Burada da belirtildiği gibi 18. dereceden 22. dereceye intisab ettirilenler Kralî Balta veya Lübnan Prensi adına yemine tabi tutuluyor.

Metinde geçen Lübnan Prenslerinin Kolej huzuru tabiri de 22. derecedeki mason mabedinin adı oluyor.



Askerlerin üyeliğinin yasak olmasına rağmen bu cenahtan pek çok mensubu bulunan masonluk, kamuoyuna açılmaya bir türlü karar veremediği sürece, Büyük Üstat Salih Evcilerli gibi bundan sonraki üstadların da 'yanlış anlaşılıyoruz' yakınmaları Türkiye'de ve dünyada bitmeyecek galiba.



Tarihçi-gazeteci Orhan Koloğlu:

Masonlar, sömürgeci mantıkla gelir ülkeye



Masonlar on yıl önceki 90. yıl kutlamalarını yaparken beni 15-20 defa konferanslara çağırdılar. O zaman sadece Abdülhamit ve Masonlar kitabım çıkmıştı. Cumhuriyet Dönemi Masonlar kitabı çıkınca, orada tabii bu iç dedikodular falan da var bir haylice. Bu iç kavgalar da başlayınca içe kapandılar, benimle de ilişkiyi kestiler.



Beni masonluğu aramaya sevk eden olay, 1890'lı yıllardaki Osmanlı basınını tararken gördüğüm haberler oldu. Müthiş şaşırdım hatta. Küçük küçük haberler. Mesela diyor ki 'Dün Pera, Beyoğlu'ndaki bilmem ne mason locasında tören yapıldı, tören Hamidiye Marşı ile açıldı. Sultanın başyaveri geldi, 100-150 altın da bağışta bulundu.' Buna şaşırdım. Abdülhamit gibi adam…

Hamidiye Marşı ile balo açılır mı? Üstüne de para veriyor. Araştırdığım zaman anladım ki adamları satın alıyor.

Diyor ki 'politika yapmayın, istediğiniz kadar balo yapın, benim marşımı söyleyin.

Hiç umurumda değil.'



Bu, müthiş bir politika.

Ve hakikaten etkiliyor da masonları. Ama İttihatçıların mason locasından yararlanmalarındaki asıl sebep de bu.

Mason locaları tehlikeli değildir dediğin zaman İttihatçılar gitmişler Makedonya'da bir tek locayı ele geçirmişler, Makedonya Risorta'yı.

Ama bir tek loca. Yani İttihatçıların on tane locası yok. Ondan sonra da asıl masonlar, İttihatçılar toplantı yapmaya başlayınca ayrılıp başka loca kuruyorlar.

İttihatçılar mason yemini etmez.

Onlar tabanca üzerine yemin ederler, apayrı bir hikâyedir. İttihatçılar locayı Abdülhamit polisinin kontrolünden kurtulmak için kullanıyorlar.

Dikkat edin localarda İttihat Terakki hâkim, masonluk İttihat Terakki'ye hâkim değil.

Yani Abdülhamit de masonları kullanmıştır.



İngilizlerin, 1919'da İstanbul'a hâkim olduklarında ilk yaptıkları iş mason locasını tamamen İttihatçılardan temizlemek olur.

Kendilerine bağlı hâle getirirler.

Çok ayrı politik oyun var orada. Mason locasının başına eski İttihatçı Rıza Tevfik'i getiriyorlar.

Rıza Tevfik, Talat ve Enver'le kavga etmiş, İttihat Terakki'den uzaklaşmış ama başlangıçta İttihatçı. Mason locasının başına getirip Doğu Locası'ndaki bütün ittihatçıları tasfiye et diyorlar ona.

İngiliz politika oynuyor. Atatürk'ün 1935'te onları kapatması da bu.

Orada belirgin bir belge bulamadım ama Atatürk, Şükrü Kaya'ya, Loca'nın başkanına kapattırıyor.

Demek ki bir şey hissettik ki.

(Adnan) Menderes masonlukla oynamıştır.

Menderes nasıl oynadı? Destek almaya çalışıyor.

Bu tabii sadece içeriye yönelik değil, dışarıya da yönelik.



Bugün ise şu var. Kendi içlerindeki hırlaşmalara baktığın zaman pek fazla güçlü olduklarını zannetmiyorum. Avantacılıktan mahkemelik oldular.

Özgürlüklerin elde edilmediği zamanlarda Batı'da etkindiler. Bize, yani İslam dünyasına, yani gelişen toplumlara hakikaten sömürgeci bir mantıkla gelirler



http://www.facebook.com/esrefsaatim







OSMANLIDA SANAYİ VARMIŞ



















Osmanlı'da Sanayi Varmış





Sanayi-i Osmanlı Varmış





Osmanlı'nın "toplu iğne bile yapamadığı" anlatıldı hep kitaplarda. Oysa ki 19. yüzyılda, gerek devlet eliyle gerek özel sermayeyle pek çok fabrika açılmış. İstanbul Ticaret Odası'nın hazırladığı "Osmanlı Ticaret ve Sanayi Albümü" adlı kitap, bu fabrikaları ve sanayileşme çabalarını fotoğraflarla anlatıyor.





Fetih için Bizans surlarını yıkacak topları döktüren Osmanlı, nasıl oldu da dünya 'Sanayi Çağı'na girdiğinde kendi ürünlerini imal edemeyecek bir devlet haline geldi? Hepimizin merak ettiği bu soru, daima Osmanlı'nın aleyhine cevaplandı. Osmanlı'nın Sanayi Devrimi ile birlikte ekonomik gücünü yitirdiği, üretimde sadece Avrupa mallarına bağlı kaldığı söylendi. Fabrikalaşamadığı, imalatın mahalle arası dükkânlarda, iki kişiyle çalışan atölyelerde kaldığı anlatıldı. Kısacası, sanayi çağının gerisinde olduğu yazıldı tarih kitaplarında.





Peki gerçekten böyle miydi? Durumun pek de göründüğü gibi olmadığını Osmanlı tarihçisi Amerikalı Donald Quataert, "Sanayi Devrimi Çağında Osmanlı İmalat Sektörü" adlı çalışmasında ortaya koyuyor. Quataert, söz konusu dönemin (19. yy.) bilinenin aksine Osmanlı imalatçılığının en canlı zamanı olduğunu söylüyor. Hatta değişen şartlara Osmanlı'nın nasıl ayak uydurduğuna, Avrupalılarla rekabette yaratıcı yöntemler geliştirdiklerine değiniyor.





İstanbul Ticaret Odası tarafından yayımlanan "Osmanlı'da Ticaret ve Sanayi Albümü" bu konuda tarihçi Donald Quataert'in söylediklerini fotoğraflarla anlatan bir kitap. Osmanlı Devleti'nin pek de sanıldığı gibi sanayileşmeden geri kalmadığını, 19. yüzyılda devlet ve özel sermaye eliyle kurulan fabrikaların fotoğraflarıyla ispatlanıyor. Kitap, Osmanlı-sanayi ilişkisini öğrenmek isteyenlere Osmanlı fabrikaları hakkında bilgi de veriyor. s.senturk@zaman.com.tr




Tayyare(uçak) Mektebi bile açıldı





18. yüzyılın sonlarından itibaren sanayileşme başlayınca Osmanlı da Avrupa'yı yakalamak için pek çok girişimde bulundu. Bunlardan biri de sanayi mektepleri. Diyarbakır Hamidiye Sanayi Mektebi, Halkalı Ziraat Mektebi ve Yeşilköy Tayyare Mektebi bunlardan bazıları. Kitapta en dikkat çeken tayyare mektebi. Çünkü bu eğitim için devlet, Balkan Savaşları'nın ardından Yeşilköy'de bir havaalanı yapıyor ve havacılık okulu için gerekli teçhizatı buraya getirtiyor. Okulda pilotluğun yanında uçak ve motor bilgisi üzerine dersler de verilmiş.




İlk fabrika 1827'de kuruldu




Osmanlı, sanayide ilk yeniliği 1827'de yapıyor ve askerin kıyafetlerin dikimini daha hızlı hale getirebilmek için bir fabrika kuruyor: Dikimhane-i Amire. Bu giysilerin yapılacağı kumaşlar için Üsküdar ve İzmir'de kumaş fabrikası açılıyor. Bu fabrikalar daha sonra 19. yüzyıldan itibaren özel teşebbüs eliyle açılıyor. Ahırkapı Fanila fabrikası, Ahırkapı Kereste Fabrikası bunlardan bazıları. O dönemde Göztepe, Kızıltoprak, Büyük Ada'da yapılan birçok yeni bina, Ahırkapı Kereste Fabrikası'nın imzasını taşıyor.






Osmanlı Kibritleri Anonim Şirketi





Osmanlı'da devletin öncülüğünde başlayan sanayileşme gayretleri kibrit üretiminde bile kendini gösteriyor. 1898'de Fransız girişimciler tarafından İstanbul Küçükçekmece'de modern bir kibrit fabrikası kuruluyor. Fabrikanın işleyiş düzeni de kalitesi de Avrupa standartlarında. Fabrika kapanana kadar hem ülkenin kibrit ihtiyacını karşılamış hem de Avrupa ülkelerine ihracat yapmış









Bursa İpek Fabrikası'nda daha çok kadınlar istihdam edildi





Bursa vilayeti, Osmanlı tekstilinin merkeziydi. Fakat buradan dünyaya gönderilen ipek kumaşların üretimi kısıtlı şartlarda yapılıyordu. II. Abdülhamid de bunun için şehirdeki tüm üretim merkezlerini birleştirerek bir fabrika kurdu: Darü'l Hariri. Fabrika, kadın istihdamıyla dönemin gazetelerinde bile yer alıyor. Kitapta bu fabrikayı anlatan fotoğraf, zaten 16 Şubat 1893 tarihinde yayınlanmış Servet-i Fünun'da çıkan haberden alınmış.










Son kâğıt fabrikamız işgal kuvvetleri tarafından dağıtıldı





Seri üretim yapan ilk kâğıt fabrikası I. Mahmut devrinde 1744 yılında kuruluyor ama su azlığı yüzünden kapanıyor. Daha sonra 1804'te Beykoz Kâğıt Fabrikası açılıyor. Kâğıt üretimi için son fabrikayı II. Abdülhamid açıyor: "Beykoz Hamidiye Kâğıt Fabrikası". Ancak fabrika I. Dünya Savaşı'nda işgal kuvvetlerince dağıtılıyor.





SEVİM ŞENTÜRK

http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=1140040&title=sanayii-osmanl%FD-varm%FD%FE

20 Nisan 2012 Cuma

İnönü'nün Harf İnkılâbı İtirafı



İnönü'nün Harf İnkılâbı İtirafı


Okuma yazma halk arasında yaygınlaşsın diye harf inkılabı yapan Atatürk mü gerçek?



Halkın cahil kalıp değerlerinden uzaklaşması için harf inkılabı yapan Atatürk mü gerçek?



İşte İsmet İnönü'nün ağzından, ha
...
rf devriminin asıl amacı:


"Harf devriminin tek amacı ve hatta en önemli amacı okuma yazmanın yaygınlaşmasını sağlama değildir. Okur-yazar oranının düşük oluşunun yegâne sebebi alfabenin öğrenilmesinin zor olduğu değildi. Uzun yıllar devlet eğitim sorununa eğilmemiş, kütlesel eğitime önem vermemişti; (uzun süren harblerden dolayı) vermiş olsaydı şüphesiz ki daha yüksek olurdu. Devrimin temel gayelerinden biri yeni nesillere geçmişin kapılarını kapamak, Arap-İslam dünyası ile bağları koparmak ve dinin toplum üzerindeki etkisini zayıflatmaktı.Yeni nesiller, eski yazıyı öğrenemeyecekler, yeni yazı ile çıkan eserleri de biz denetleyecektik. Din eserleri eski yazıyla yazılmış olduğundan okunmayacak, dinin toplum üzerindeki etkisi azalacaktı."



(İnönü, Hatıralar C.II s 223)


16 Nisan 2012 Pazartesi

Türklerle Kürtleri Kim Ayırdı?


Türklerle Kürtleri Kim Ayırdı?


Lozan Andlaşması’nda bütün sistem müslim-gayri müslim ekseninde kurulmuştur. Yani Lozan’da “müslüman milleti” ve gayri müslimler vardır. Lozan mevzuunda yerli yersiz zırt pırt üfüren zevâtın bunun farkında olduğunu sanmıyoruz. Onlar işlerin basit bir mâcerâ filminde olduğu gibi, Bandırma Vapuru’nda sıcak bir yaz akşamı başladığını, esas oğlanın kılıncını çekip düşmanı denize dökmesiyle nemli bir güz sabahında sona erdiğini sanırlar…

Bir de büyük düşmanlar bizi “Aman ille de barış yapalım, n’olur Akdeniz’den ötesine geçmeyin, lütfen Türkler!” diye ayaklarımıza kapanarak ısrarla dâvet etmişlerdir! Madde bir: Bir kere “Lozan Sulh Konferansı” diye bir toplantı hiç olmamıştır! Türkiye’de resmen bu adla anılan toplantının gerçek adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır. O sıralar dünyânın hâkimi olan İngiltere İmparatorluğu, müttefikleriyle masanın baş tarafına oturmuştur. Eğer İngiltere ve müttefikleri galip taraftaysa, Türkiye masanın ne tarafında olabilir? Cevâbı meçhul olmayan bu soru, yerli mâcerâ filmi meraklılarına “Nayır, nolamaz!” dedirtebilir. Türkiye’nin Lozan’da masanın galipler tarafına oturduğunu hiç kimse isbât edemez. Türkiye, Yunanistan’ı yenmiş, ama Birinci Dünyâ Savaşı’nı İngiltere ve müttefiklerine karşı kaybetmiş taraf olarak masaya oturtulmuş ve Osmanlıyı yıkması dikte edilmiştir.

Dünyâ müslümanlarına Türklerin mağlûb olduğu böylece gösterilmiştir. İşte bu yüzden konferansın uluslararası resmî adı “Yakın Şark İşleri Konferansı”dır! Konferansta, Türkiye, Arapların çoğunlukta olduğu bölgeler dışında, esas olarak Türklerle Kürtlerin çoğunluk teşkil ettiği sınırlar içinde bir hükümranlık alanı olarak düşünülmüştür. Türkiye heyeti de bunu savunmuştur. Netîcede, Mîsâk-ı Millî sınırları büyük ölçüde gerçekleşmiştir. Elbette Antakya-İskenderun, Haleb’e kadar olan bölge ve bilhassa Musul-Kerkük bu sınırların dışında kalmıştır. Türkiye Musul konusunda iç kamuoyunun zoruyla ısrarcı olmuş, fakat mesele Lozan’da akim bırakılarak, İngilizler tarafından 1926’da Türkiye aleyhine çözülmüştür! Hani en “bağımsız, boyun eğmez” dış siyâset tâkip edildiği söylenen dönemde Türkiye de buna rızâ göstermiştir.


Türkiye müslüman ahâlinin devleti olarak kurulmuş, fakat Lozan’da kaşıkla veren dünyâ hükümrânı, bunu kepçeyle almak için İslâm’dan, Osmanlı’dan arıtma uygulamalarını şart koşmuştur! “Bu, anlaşmanın neresinde yazıyor?” denilebilir. Açık metinlerde böyle bir şey yok. Fakat İsmet Paşa döndükten sonra, “Biz Hıristiyan olmadığımız için istiklâlimizi vermek istemiyorlar.” demiş, bunun üzerine Ankara istasyonunda “Ne yapalım?” mevzûlu toplantılar yapılmıştır! Bu üst düzey toplantılarda bâzı çok meşhur “milliyetçi” zerzevat, “İslâm terakkiye mânidir, icabederse Hıristiyan bile oluruz.” demeye gelen lâflar etmiştir. Elbette sonunda Hıristiyan olunmamıştır, çünkü bu gayri mümkündür. Fakat, laik olunmuştur!.. O sırada, Türkiye’nin gayri müslim unsurları mübâdele ile göçürülmüş, yerine Yunanistan’dan müslüman unsurlar getirilmiştir. Ülkede farklılıkların fark edilmesini sağlayan unsurlar yok edilince, müslim-gayri müslim ayırımına gerek kalmamış, şiddetli bir düzmece Türk etnikliği siyâseti tutturulmuştur.


Fakat bu “Türk” siyâseti, Kürtlerden çok Türklerin zararına olmuştur. Çünkü Cumhuriyet sonrasının “Türk siyâseti”, târihi, değerleri ve kimliği ile yaşayan bir Türk kavramı üzerine kurulmamıştır. Îcâd edilmiş, sentetik, toplum mühendisliği ile benimsetilen bir “Türk” siyâseti izlenmiştir. Türkler bu süreçte, değerlerinden soyutlanmıştır. Dîninden, îmânından uzak tutulmuştur. Hattâ dilleri ellerinden alınmak istenmiştir. Kaç asırlık türkçe metinler, edebiyat ve yazı bir hamlede çöp sepetine atılmış, 1930’larda yeni bir alfabe, dil ve yeni bir târihle kurmaca bir Türk milleti oluşturulmak istenmiştir. Küçük bir oligarşik zümre dışında, umûmen Türkler bu millet tanımının içinde olmamışlardır. Milliyet tanımlamasından din tamâmen çıkarılmış; dil, târih yeniden oluşturulmuş; geriye kala kala vatan kalmıştır! Bu uygulamalardan önce, Türkler ve Kürtler arasında farklılık hangi alanlarda idi?


Din berâberliği, his beraberliği, gönül berâberliği iç içe idi. Dil, yâni “osmanlıca” denilen zengin dil, Türk’ün, Arab’ın, Fars’ın, Kürd’ün ve diğer Osmanlı ile hemhâl olmuş kavimlerin anlaşması için zengin bir kelime haznesi sunuyordu. “Öztürkçe” sırf türklerle anlaşma yolunu tıkamakla kalmadı, sözlüklerden tasfiye edilen ortak kelimeler yüzünden diğer müslüman kavimlerle anlaşmayı da güçleştirdi. 19. Yüzyıl, türkçeyi bütün müslüman kavimlerin dili hâline getirmişti. Denilebilir ki, o sıralar modern bilgilerle karşılaşmış hiçbir müslüman, türkçenin yabancısı değildi. Osmanlı sınırları içinde kalan Arap, Fars, Kürt bütün müslüman unsurların seçkinleri türkçe biliyordu. İslâm düşmanlığı siyâseti ile nasıl büyük müştereklik zedelendi ise, öztürkçecilik yapılarak, ortak değerler reddedilerek de toplumun zihnî yapısına ağır hasarlar verilmiştir.


Yazar: D. Mehmet Doğan

13 Nisan 2012 Cuma

AYASOFYA'NIN ORJİNAL TAPUSU BULUNDU!
























AYASOFYA'NIN ORJİNAL TAPUSU BULUNDU!




SULTAN FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ




“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.

Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;

Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.

Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.

Allâh’ın azabı onlaradır.

Allâh işitendir, bilendir.

(Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453)




Ayasofyada Cuma namazı kılmak!

Ayasofya'nın orijinal tapusu bulundu!




Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırmada Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı kendi üzerine mal varlığı olarak geçirdiği ortaya çıktı.


Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, devletin tapu kayıtlarında Ayasofya’nın tapusunu bulduklarını açıkladı. Yusuf Beyazıt, Ayasofya’nın mal varlığının “Ebulfetih Sultan Mehmet” adına olduğunu kaydederek “Orijinal tapuya ilk kez ulaştık. Çok heyecanlandık” dedi. Ayasofya’nın asırlardır süren tartışmaların aksine, tarihte iddia edildiği gibi, hiçbir zaman Hz. İsa, Hz. Meryem ya da Kutsal Ruh gibi “Nam-ı Müstear” veya “Nam-ı Mevhum” denilen, şu anda hayatta olmayan ruhani varlıklar üzerine kayıtlı olmadığı da orijinal tapu kaydının ortaya çıkmasıyla kesinleşti.


Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt şunları söyledi: “Ayasofya’nın, Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olduğuna dair orijinal tapusunu bulduk. Bu çalışma sırasında habersiz olduğumuz 27 bin gayrimenkulümüze de bu araştırma sırasında ulaştık. Bu tapu kayıtlarından biri de Ayasofya ile ilgiliydi. Tapuda mal varlığı kaydı, ‘Ebulfetih Sultan Mehmet’ adına görülüyor.”

VAKIF DA KURMUŞ

Fatih Sultan Mehmet Vakfı’nın Fatih Sultan Mehmet’in isteğiyle, Ayasofya’nın ihtiyaçlarını karşılamak için kurulduğu da belirlendi. Fatih Sultan Mehmet, vakfa akar olarak da İstanbul’un Okmeydanı semti dahil şehrin muhtelif yerlerindeki 2 bin gayrimenkulü bıraktı. Fatih’in “Ayasofya Vakfıyesi”ndeki 2 bin gayrimenkulün tespit edilmesi için de çalışma başlatıldı.


‘Biliniyordu belgesi bulundu’


DEVLET Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı, Osmanlı Arşivleri Uzmanı Prof. Dr.Mustafa Budak, belgenin çok açık olduğunu belirterek şunları söyledi: “Çok açık bir belge var. Üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in adının yer alması, bu mülkün onun adına kurulan vakfa ait olduğunun kanıtıdır. Bu mülkün Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğunu gösterir. Ayasofya’nın bu vakfa ait olduğu tarihçilerce biliniyordu. Şimdi belgesi bulundu. Bu tapunun bulunması ve üzerinde de adının yazması, tarihçilerin tespitini de doğruladı.”

10 Mayıs 2010, Gazete Habertürk



Yazar: Adem YAKUT


Ayasofya’nın İbadete Açılan Bölümü



Kulağa hoş geliyor görünse de, bir milletin kendi tarihinde bocalayışını gösteren ve Batı’nın yüzyıllar öncesine dayanan kuyruk acısının, “çağdaşlık”la paketlenip, “medeniyet ve hoşgörü” tabağıyla önümüze servis yapıldığının güzel bir numunesi…


Kendi tarihimizi, yine kendimize kısıtlayışımızın hazin öyküsüdür bir nevi… Başlı başına bir “ibadethane” olan mekânın, bir “bölümle” sınırlandırılıp toplumsal manifestonun sesini kesme çabası… Açlıktan ağlayan çocuğun, susması için birkaç kırıntıyla yetindirilmeye çalışılması… Tabi tüm bunlara karşılık milletimizin, âfâki ve enfüsî tefekkürden uzak, imanından bîhaber ve yaşantısı da hasbelkader olunca, sonucun da bu şekilde olması kaçınılmaz oluyor.


YETERİNCE CAMİ YOK MUDUR?



Artık iyiden iyiye milletimiz de bu sözün büyüsüne kaptırmış kendini. “Sahi, gerçekten yeterince cami yok mu?” düşüncesiyle, müze olarak kalmasını destekleyenler yok değil.



“Öyle bir yerdeki tarihi eserin cami olmasına gerek yok. Zaten o mevkide yeterince cami var. Sonuçta insanlar ibadetlerini evde de yapabilir.” demek, bazı “turizmsever”lerin kulağına hoş geliyor olsa da, işin aslı öyle değil. Bizim sorunumuz cami kıtlığı mı ki?


Oranın “câmi” hüviyeti kazanması için yapılan tüm çalışmaları, “yer yokluğu” ile kıyaslayan zihniyete ne denebilir?

Yok, gerçekten sorun yer yokluğu ise ve yeterince cami varsa, acaba Ayasofya’nın biraz ilerisine neden Sultanahmet Cami yapılmıştır?

Keza yine biraz bu tarafına Firûz Ağa Camisi… Ecdat bunu düşünememiş midir?


Tarihi eserleri bir ağaca benzetip, oraların camiye çevrilmesini yeşil alanları yok etmek olarak algılayanlar, bu hassasiyetlerini yabancılara peşkeş çekilip plazalar yapılan yurdumuzun yeşil alanlarına gösterselerdi, muhakkak daha faydalı bir iş yapmış olurlardı.



“İbadete açılırsa turizme kapanır” endişelerinden kendini alamayanların, Sultanahmet Cami’nin de ibadete açık olup, hiç turistin eksik olmadığını görmezden gelmeleri de gariptir.


“İbadethaneler sadece ihtiyaç doğrultusunda yapılır” şeklindeki maddeden manaya geçememiş bir anlayışıyla, o bölgede kimsenin yaşamadığını dolayısıyla Ayasofya’nın cami olmasının gereksizliğini savunanların ya Sultanahmet’in gündüz nüfusunu görmemiş olmaları veya günde 5 vakit namaz kılındığını bilmiyor olmaları gerekir.


Yine aynı mantıkla “Burada kimse yaşamıyor, buraya neden olimpiyat stadı yapıldı, ihtiyaç var mıydı?” denebilmesi lazım. Yılda bir maç için olimpiyat stadı yapılmasına nasıl ki karşı çıkılamıyorsa, Ayasofya’nın câmi olması konusunu, o mekanın “darlık-genişlik” veya “yeterlilik” kriterleriyle kıyaslanması ne kadar mantıklı olabilir?


“Namazını herkes evinde de kılabilir” diyenler için: “Ne gereği var olimpiyat stadının! Veya Fenerbahçe trafiğini alt-üst eden stadyumun… O halde gitsin herkes evinde seyretsin maçını. Hem orada daha rahat küfreder. Veya kahvehanede… Nasıl namaz için câmiye gerek yoksa maç için de tribünlere gerek yoktur.” denebilir bu mantığa göre…


Gidin bir bayram sabahı Sultanahmet Meydanı’ndaki mahşeri kalabalığı görün. Geçiniz bayram gününü, bir Cuma gününde dahi yer kalmayacak endişesiyle erkenden Sultanahmet’e yollanmıyor muyuz? Sadece bu günde safların kaldırımlara taştığı nasıl görmezden gelinebilir? Bu insanlar yine bu ülkenin vatandaşı, başka yerden takviye yapılmıyor.



“İhtiyaç yok” diye kestirip atmadan önce bizim dinimiz ve milli gururumuz için taşıdığı önemi idrak etmemiz lazımdır. Bugün bile kiliseye çevrilmesi için imza toplanıldığı da göz önüne alınarak, “Dinler ve Kültürler Arası Diyalog” gölgesinde, Ayasofya’da opera ve bale düzenlendiği gerçeği iyi irdelenmelidir. Zira Hıristiyanların zamanında orada dansöz oynattığı gerçeğiyle şimdiki oluşum arasındaki bezerliklerin getirisi, herhalde zamanla kilise olmasına göz hoş gözle bakanların türemesine bile yol açacaktır.

***

VAKFİYENİN HÜKMÜ


Vakfın dini hükmü şudur: “Bir yer, ne şartla vakfedildiyse kıyamete kadar o iş için kullanılır. Vakfedenin istediği şart, Allâh'ın emri gibidir…” Peki bu vebalin altından kim kalkabilir?



Bugün Avrupa’nın değişik ülkelerinde cemaatsiz kalan kiliseler satılmaktadır. Satılan kiliselerin Müslümanlarca alınıp câmiye çevrildiğini hepimiz duyuyoruz. Bunun gibi İstanbul fethedildiğinde de, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri de Ayasofya’yı kendi parasıyla alıp vakfetmiş ve bu vakfiyenin hükümlerini de açıkça belirtmiştir:



“Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allâh’a, ahirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allâh’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”



Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapması stratejik amaçlıdır. Elbette ki o da hata yapmaktan münezzeh değildi.


Ayasofya'nın Hukuki durumu


İstanbul'un fethinden hemen sonra, doğrudan Ayasofya'ya giden Fatih Sultan Mehmet, buranın camiye dönüştürülmesini istemişti. Türk-İslam medeniyetinin, fethedilen bir bölgelin vatanlaşabilmesi için ön plana çıkardığı imgelerden biri hiç şüphesiz camilerdir. Fethedilen bir bölgenin en büyük ibadethanesi, camiye dönüştürülür ve bu cami etrafında vakıflar oluşturulurdu. Fakat burada unutulmaması gereken en önemli konulardan biri, camiye dönüştürme eylemi, şüphesiz o bölgede daha önce yaşayan insanların dinlerine müdahale etmek anlamına gelmiyordu. Fetih hakkının dışındaki bir çok ibadethane, bizzat sultanın çıkardığı fermanla korunur, bölgede daha önce yaşayan insanların inançları da güvence altına alınırdı. Bugün yaşanan bir çok tartışma bu gerçek görmezden gelinerek yapılmakta. Ve maalesef ilim ve hukuktan yoksun siyasi kararlar, durumu daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor. Burada, İstanbul'un Türk vatanı olmasının en büyük simgesi Ayasofya olduğu unutulmamalı. Bizim Ayasofya hakkındaki tutumumuz, dış güçleri daha da cüretkar hale getirmekte.


Bu noktayı belirttikten sonra, bugün Ayasofya hakkındaki en karanlık noktanın, yani onun kapatılmasının, hukuka göre incelemesi yapılacak. Bunu yaparken de bazı çelişkiler ortaya konulmaya çalışılacak.


Ayasofya'nın başına gelenler gerçekten de kara mizah örneğidir.



Zira onun tapulara kaydı, İstanbul Mazbut Kütük defterine göre camiidir. İstanbul Mazbut Hayrat Kütük defteri Ayasofya hakkında şunları söylemektedir: "57 pafta, 57 ada 7 parsel Ebulfatih Sultan Mehmet vakfı, akaret muvakkithane ve medreseyi müctemil Ayasofya Kebir Cami şerifi olarak kayıtlı. Akaret ve medrese 1934'ten sonra yıkılıp temizlenmiştir.” Bugün bahçesi ile Ayasofya 26664 metre kare bir alan üzerindedir. (İstanbul Mazbut Hayrat kütük defteri kaydı VGM, EML 1967:1/71-139). Fatih vakfiyesi ise:” VGM/Fatih Mehmet II Vakfiyesi 1938:38-370/2001-296 şeklinde kayıtlıdır. Bu adanın 6 nolu parselinin 11 metre irtifadan ve 8.9 nolu parsellerinin 7.80 metrekare istifadan ve 10,11,12,13 parsellerinin 5.50 metre irtifadan sonra havaları iş bu 7 nolu parsele aittir şerhi” vardır.


Kaynaklardan anlaşılacağı üzere burası bir camidir


Üstelik tapu da ekleriyle beraber külliye konumundadır. Bu tapu senedi 19/11/1936 tarihini taşımaktadır. Literatür cami görevlilerinin durumu, maaşları, Osmanlı'dan kalan adeti (imamlar ölünceye kadar görevlidir. Görev yapmayanlar mezun edilir, ama her yıl berhayat belgesi verirlerse maaşları aynen devam ederdi.), ayrıca Ayasofya cami'inde tamir devam ettiği için tamirat bitinceye kadar cemaatle ibadete ara verilmiş (tamirat esnasında yukarıdan düşen büyük parçaların cemaatin başına isabet edip tehlike meydana getireceğinden) ama imam ve müezzin Camii’nin bir köşesinde cemaatle namaz kılmışlardır. Yani Ayasofya’nın ibadet bölümü cami olarak görevini yapması sağlanmıştır.



Ayasofya camii olarak 1950 yılına kadar imam ve müezzin kadrosu, 1950'den sonra ise yalnız imam kadrosu hiçbir zaman ilga edilmemiştir. Hatta 1931-1974 arasındaki imamların isimleri de liste olarak mevcuttur. (Evkaf Genel Müd. İstanbul Bölge Müd.). 1931-1932 bütçe kanunu ve 4 Kanunisani 1332 tarih ve 670 sayılı Bakanlar Kurulu kararına göre (1950 yılına kadar) Evkaf genel müdürlüğü imamların tayin ve azilleri ile ilgilenir, maaşları ise vakıf gelirlerinden karşılanırdı ve kesinti yapılmazdı. Berhayat olmak kaydıyla maaşları devam ederdi. Halen bu kadrolar mevcut olup 1980'de Ayasofya'nın bir kısmının ibadete açılması ile imam görevine geri dönmüş, çok kısa bir ara dışında bu güne kadar görevi devam etmiştir. Yine 1950 yılına kadar Sultan Camii’lerinin bakım onarım ve diğer masraflarını Evkaf Umum Müdürlüğü üstlenmişti.*


*Gördüklerim Duyduklarım Yaşadıklarım Hatıralar Kitabı’nın yazarı Bayram SARICAN’ın sohbetinden


Evkaf Umum Müdürlüğünün yetkisinin sınırları


Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi konusundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 04.11.1934 tarihli ve 94041 sayılı teklifinde "Şark alemini sevindirmek ve beşeriyete yeni bir ilim müessesesi kazandırmak için müzeye çevrilmelidir" denilmekte. Ancak Evkaf Umum Müdürlüğü'nün bu teklifi, 4 Kanunisani ve 670 sayılı (resmi gazete ile neşir ve ilanı 9 Kanunisani 1932-sayı :1997) cami ve medreselerin hademesi ve bunların idaresi hakkında heyeti umumiye kararında:


Şeriye ve Evkaf Vekaletinin ilgasına dahil olan 429 numaralı kanunun 5. maddesi hükmünün ilgasında amir ve mutezammım olduğu bedihi bulunduğundan mevzu bahis nizamnamenin sadece tayin ve azle müteallik merasim itibariyle ahkamının Evkaf Umum müdürlüğünce icrası mezkur bütçe kanunun (1931 senesi 6. maddesi) ahkamı sarihası icabındandır denmektedir.


Yani; 670 sayılı Bakanlar Kurulu ve 1931 bütçe kanununa göre; Evkaf Umum Müdürlüğünce ancak tayin ve azle müteallik işler icra ve tasdik olunur. İleri görüşlü Atatürk bu Yasa ve Kararname ile vakıfların amacı dışında kullanılmasını önlüyordu.


BAKANLAR KURULU KARARININ KANUNLAR KARŞISINDAKİ DURUMU


29.05.1926 tarih ve 864 sayılı kanunun 1.maddesinin 1. bendinde kanuni medeninin meri olmaya başladığı tarihten evvelki hadiselerin hukuki hükümleri mezkur hadiseler hangi kanun mer'i iken olmuş ise yine o kanuna tabi olur.


2. bendinde ise binanaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vuku bulmuş muameleler hukuken lazımulifa olup olmamaları ve neticeleri mezkur tarihten sonra dahi vukuları zamanında mer'i olan kanunlara tevfikan tayin olunur denmektedir. Yani Ayasofya camii F. S. Mehmed'in kurduğu zaman kurallarına göre değerlendirilmesi gerekir. Devamında ise 4 teşrinievvel'den sonra vuku bulmuş hadiseler kanunda muayyen olan müstesnaları mahfuz olmak şartı ile kanun-i medeninin hükmüne tabidir.

Aydın TUNCAY


Vakıflar Genel Müdürlüğü (Eski Hukuk Müşaviri) Emekli Danıştay Üyesi


Yıldız Sarayı Vakfı Yayınları I


Bugünkü dildeki karşılıkları bazı açıklamalarla Eski Vakıf Hükümlerimiz (Ömer Hilmi Efendi) ve Vakıflarla İlgili Bazı inceleme ve Sorunlar isimli kitabının 293. sayfasının 2. paragrafında:



MEDENİ KANUN SURETİ MER'İYET VE ŞEKLİ TATBİKİNE GÖSTEREN KANUNUN BİRİNCİ MADDESİNDE YENİ VE ESKİ HUKUKUN TATBİKATA ŞÜMÜL DERECELERİ GÖSTERİLDİĞİ GİBİ 8. Cİ MADDESİNDE DE (KANUNU MEDENİNİN MERİYETE VA'ZINDAN MUKADDEM VÜCUDA GETİRİLEN EVKAF HAKKINDA AYRICA BİR TATBİKAT KANUNU NEŞROLUNUR) DENİLMEK SURETİYLE GEREK BU TATBİKAT KANUNU GEREKSE DİĞER KANUNLARLA MEN VE TEBDİL EDİLMEMİŞ OLAN VAKIF HİZMETLERİYLE ŞARTLARININ AYNEN TATBİKİNE DEVAM EDİLECEĞİ, DAHA AÇIK BİR TABİRLE (KANUNA AMME NİZAMINA VE UMUMİ ADABA MUGAYERET ARZ ETMEYEN VAKFİYE HÜKÜMLERİN MUTEBER OLDUĞU) KABUL EDİLMİŞ BULUNMAKTADIR.


Kanun-i medeni 80. maddesinde ise ibadeti müteallik bir hizmetin ifası için münhasıran diyani olan tesisler teftiş ve murakabeye tabii değildir. Mezkur tesislerin hukuki hususiyeye müteallik itilaflarının merci hali mahkemelerdir demektedir. Yani vakıflarla ilgili kararı mahkemeler verir, bakanlar kurulu değil.


Bakanlar kurulu kararı kanun hükmünde kararname ise:


Bu kanun ise Anayasa'nın 26. maddesine göre; Kanun koymak, kanunlarda değişiklik yapmak, kanunları yorumlamak, kanunları kaldırmak... gibi görevleri Büyük Millet Meclisi kendisi yapar.


TC. Anayasası (491 sayılı teşkilatı esasiye kanunu)


Madde 3: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.


Madde 4: Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını kullanır.



Madde 5: Yasama yetkisi ve Yürütme yetkisi TBMM'de toplanır.



Madde 6: Meclis yasama yetkisini kendi kullanır denmektedir.


Anayasanın bu maddelerine göre Bakanlar kurulunun olmayan yetkisini kullanma selahiyeti yoktur. Bu yetki ancak meclisindir. Meclisin de Ayasofya'nın müze olmasıyla ilgili hiçbir kararı yoktur.


Bu konuyla Muadil Mahkeme Kararı:


Temyiz mahkemesi genel kurulunun 26.05.1935 gün ve 78-6 tevhidi içtihad kararında (Resmi Gazete ile neşir ilanı 29.06.1935 sayı 3041 düstur 3. tertip 26. cilt sayfa 751) mali vakıfların emvali Devletten olmadığı (devletin vakıflara tasarruf edemeceği) kabulünün ekseriyetle karar verilmiştir. Böyle bir kararname olsa bile muadiliyetten bu tarihten sonra geçersiz sayılması iktiza eder.


Nitekim Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar İdare Hukukunun Umumi esasları adlı eserinde (cild 2 sayfa 6709) vakıf tekamül ettikten sonra vakf edeni ve vakfı idare edecek organlar ve şahısları, vakıftan istifade edecek kimseleri, 3. şahısları ve devleti bağlar, yani devleti de bağlayan tam ve kuvvetli hukuk kaidesidir. Bu sebeplerden dolayı vakıfname hükümlerini hiç kimse değiştiremez denmektedir.


Anayasanın 103. maddesinde Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsaklanamaz ve işlerlikten alı konamaz; hiçbir kanun Anayasaya aykırı olamaz maddesinden:


-Bu kararname yok hükmünde sayılma ve böyle bir kararnamenin fiiliyattan alınmadığı kabulü gerekir.


-Bu Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olduğu bakanlar kurulunun hukuka aykırı bir iş yapması mantıksızdır. Zaten hiçbir muktedir güç kendi yaptığı kanunlara uymamazlık yapamaz. Veya uymayacağı kanunlar çıkaramaz.


Bu cumhuriyeti kuran, Cumhuriyetin Anayasasını kanunlarını yapan bağımsız mahkemeleri faaliyete geçiren Atatürk ve arkadaşlarının hukuka aykırı böyle herhangi bir davranışa farkında olarak göz yummayacakları aşikar ve tartışmasızdır.


Diğer taraftan Yargıtay'ın İctihad-ı Tevhid kararı vardır



30 Mart 1949 tarihle , bunda da “HÜKÜMETİN KARAR VE KARARNAMELERİNİN MEVCUT KANUNLARA UYMASI, SARİH, KANUNA UYGUN HAREKET EDİLMEMESİ HALİNDE GEÇERLİLİĞİ YOKTUR” diye sarih hükmü vardır.

Yine Anayasa Mahkemesinin diğer bir hükmü vardır: “KANUN HÜKMÜ ÇIKARMAK SURETİYLE DE OLSA DEVLETİN HAZİNEYE AİT OLMAYAN MALLARA MÜDAHALE ETMESİNİN İMKANI YOKTUR”

31.1.1969 tarih ve 967/47 E., 969/9 K.



***

Kararnamenin 2. sayfasında MUAMELÂT MÜDÜRLÜĞÜ 1. sayfasında ise Kararlar Müdürlüğü yazmakta ve kararname numarası olarak 1589 (22 Kasım 1934’te son kararname numarası 1606 Yazıldığı halde) olarak belirtilmektedir.



1.Prof. Tuncer Gülensoy'a göre Atatürk'ün soyadı ilk kez 1594 sayılı hükümet kararnamesinde görülmüştür.

Cemal Kutay Atatürk'ün soyadını 26 Kasımdan sonra kullandığını yazmaktadır.

Keza soyadı kanunu 27 Kasım'da resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.



Oysa Ayasofya'nın müze olmasıyla ilgili bakanlar kurulu karar 24 Kasım tarih ve 1589 sayılı olup yukarıda verilen tarih ve sayılardan öncedir ve soyadı kanununa göre muteber değildir. (Kanun No: 2487 Neşir Tarihi 27 Teşrinisani 1934 Sayı 2865)



Kaligrafi durumu da göz önüne alındığı zaman ilgili kararname de Atatürk'e ait olduğu iddia edilen imzanın tartışmalı olduğu açıktır. (30.01.1997 tarih ve B.05.1. EGM.0.34.96/007 sayılı İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü yazısı.)



2. Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi konusundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 04.11.1934 tarih ve 94041 sayılı teklifinde Şark alemini sevindirmek ve beşeriyete yeni bir ilim müessesesi kazandırmak için müzeye çevrilmesi istenmektedir. Ancak Evkaf Müdürlüğünün bu teklifi:

A- 4 Kanunisani ve 670 sayılı (resmi gazete ile neşir ve ilanı 9 Kanunisani 1932-sayı:1997) cami ve medreselerin hademesi ve bunların idaresi hakkında heyeti umumiye kararında:



Şeriye ve Evkaf Vekaletinin ilgasına dahil olan 429 numaralı kanunun 5. maddesi hükmünün ilgasını da amir ve mutezammım olduğu bedihi bulunduğundan mevzu bahis nizamnamenin sadece tayin ve azle müteallik merasim itibariyle ahkamının Evkaf umum müdürlüğünce icrası mezkur bütçe kanunun (1931 senesi 6. maddesi) ahkamı sarihası icabındandır, demektedir.


Yani evkaf Umum Müdürlüğü'nün kararı: 670 sayılı Bakanlar Kurulu kararı 1931 ve 1932 bütçe kanununa göre; Evkaf Umum Müdürlüğü ancak tayin ve azle müteallik merasimler yapar. Vakıfları müze yapmakla ilgili görüş bildiremez.



B) Bakanlar Kurulu Kararı


29.05.1926 tarih ve 864 sayılı kanunun 1. maddesinin 1. bendinde kanuni medeninin meri olmaya başladığı tarihten evvelki hadiselerin hukuki hükümleri mezkur hadiseler hangi kanun mer'i iken olmuş ise yine o kanuna tabi olur.



2. bendinde ise binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vuku bulmuş muameleler hukuken lazımulifa olup olmamaları ve neticeleri mezkur tarihten sonra dahi vukuları zamanında mer'i olan kanunlara tevfikan tayin olunur denmektedir. Yani Ayasofya camii F. S. Mehmed'in kurduğu zamanın kurallarına göre değerlendirilmesi gerekir. Devamında ise 4 Teşrinievvel'den sonra vuku bulmuş hadiseler kanunda muayyen olan müstesnaları mahfuz olmak şartıyla kanun-i medeninin hükmüne tabiidir.



Kanun-i medeninin 80. maddesinde ise ibadete müteallik bir hizmetin ifası için münhasıran diyani olan tesisler teftiş ve murakabeye tabii değildir. Mezkur tesislerin hukuki hususiyeye müteallik ihtilaflarının mercii hali mahkemelerdir demektir. Yani vakıflarla ilgili kararı mahkemeler verir, bakanlar kurulu değil.


3. Bu bir nizamname ise: 1924 tarih ve 491 sayılı teşkilatı esasiye kanunun (anayasanın) 52. maddesinin 1. fıkrasına göre Danıştay'dan görüş alınması ve Reis-i Cumhur'un imzasını müteakip ilanı gerekir. Oysa konuyla ilgili TBMM Başkanlığına 07.06.1995 tarihinde verilen dilekçemize, T.C. Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğünün 14.06.1995 tarih B.02.0MGY.0.13-2076-02560 sayılı cevabında 24.11.1934 tarihli 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesinin resmi gazetede yayınlanmadığı tespit edildiği tarafımıza bildirilmiştir. Yani ilan edilmediği için anayasanın 52. maddesinin 1. fıkrasına göre geçersizdir.



4.Bu kanunsa; Anayasanın 26. maddesine göre kanun koymak, kanunlarda değişiklik yapmak, kanunları yorumlamak, kanunları kaldırmak... gibi görevleri Büyük Millet Meclisi ancak kendisi yapar.



5. Temmiz mahkemesi genel kurulunun 26.05.1935 gün ve 78-6 sayılı tevhidi ictihat kararında (resmi gazete ile neşir ve ilanı 29.06.1935 sayı 3041- düstur 3. tertip 16. cilt sayfa 751) mali vakıfların emvali devletten olmadığı kabulünün aynının hacz ve furuh edilemeyeceği ve yalnız varidat ve hasılatının haczi iktiza eyliyeceği suretinde tevhidine ekseriyetle karar verilmiştir. Böylece bir kararname olsa bile muadiliyetten bu tarihten sonra geçersiz sayılması iktiza eder.


6. Anayasanın 103. maddesinde anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsaklanamaz ve işlerlikten alı konamaz; hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz maddesinden:

A. Bu kararname yok hükmünde sayılma veya böyle bir kararnamenin fiiliyatta bulunmadığının kabulü gerekir.


B. Bakanlar kurulunun: 670 sayılı kararını; kanunları, Anayasayı ihlal ettiği kabul edilmelidir. Bu, Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olduğu bakanlar kurulunun hukuka aykırı bir iş yapamayacağından mantıksızdır. Zaten hiçbir muktedir güç kendi yaptığı kanunlara uymamazlık yapamaz. Veya uymayacağı kanunlar çıkarmaz.


Bu Cumhuriyeti kuran Cumhuriyet'in anayasasına kanunlarını yapan, bağımsız mahkemeleri faaliyete geçiren Atatürk ve arkadaşlarının hukuka aykırı böyle bir davranışa göz yummayacakları aşikar ve mantığa uygundur.


C. Cami tamirat işlerinin yapılabilmesi için bu sırada ibadet etme imkansız-lığı sebebiyle geçici olarak ibadet durdurulmuştur. Atatürk'ün vefatında Vhittemore çalışmalarına devam etmekte idi. (İslam, Haziran 1987, sayfa 19)


Ziyad Ebuziya adı geçen makalesinde Şükrü Kaya'nın ağzından "ibadet bölümünün Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk de (vakfın mütevelli heyeti başkanı olarak vakfına yapılan bu saygısızlığa) kızdığını nakletmiştir. (Fatih Sultan Mehmet Vakfiyesinde Vakıflarına: Osmanlı Sülalesi son bulursa o günkü devlet başkanının devam etmesini şart koşmuştur- bugün ise devlet başkanı konunun muhatabıdır.)*


* İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi s. 862’ (Tercuman Nisan 1983) ve Vakflar Genel Müdürlüğü Fatih Sultan Mehmet 2 Vakfı 349-350-351. Maddeler.


Esasen buranın cami olduğu değişik zamanlarda resmi makamlarca dile getirilmiştir.


1- İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğ’ünün 1936 tarih ve 187678/1539 sayılı vakıflar umum müdürü F. Kiper imzasıyla 1936 tarihi başlangıcından itibaren yarı hizmet ve yarı maaş alacağını yarısını ise müzede tesdiye edileceğini bildirir.


Camii 4.2.1941 de Ciheti Askeriyece işgal edilmiştir. (2. Dünya Savaşında asker sevkiyatı sırasında askerlerin durak yeri olarak.)


İmam Hakkı ile Kayyım Muhiddin'in 1947 senesi V.G.M. defterine böyle bir kadronun olmadığını ancak 12.11.1946 gün ve 17695/2957 sayılı emirleriyle verildiğini yazar.


2. İkinci Dünya savaşı batı cephesi 1945 tarihinde bitmişti. Şükrü Saraçoğlu Mayıs 1945 sonunda başvekil oldu. Tasvir gazetesini çıkarıyordum. Başvekil Saraçoğlu; gazeteci ve yazarları davet ederek bir basın toplantısı yaptı. Konuşma sırasında: harp yüzünden tamir edilmemiş olan abidelerden söz edildi. Arkadaşlardan merhum Yeni Sabah sahibi Celaleddin Saraçoğlu "Ayasofya'nın henüz düzenli bir müze halini alamadığını ve daha ne kadar ibadete kapalı kalacağını sordu."


Başvekil “biraz nefes alalım hepsini düzenleyeceğiz ve tabii ibadete açılacaktır” dedi. Bu sözler en selahiyetli bir ağızla Ayasofya'nın ibadete açık bir müze sayıöldığını bildirmiş oluyordu.(agm)


3. 1971 yılında Avrupa Birliği'nin Ayasofya'nın statüsü sorusuna 12 Mart dönemi MEB. Kültür Müsteşarı generalin tamirat altında mabet cevabı ve-rilmiştir. Belge Aytunç Altındal'a göre Brüksel'de vardır.


Kültür Bakanlığı da cevabi yazılarda tamirat altında ma'bed olduğunu vurgulamaktadır. (T.C.K.B. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü 19.01.1995 tarih ve B.16.O.AMG.0.10.00.01/709 (34) sayılı yazısında restorasyon çalışmalarının sürdürüldüğü belirtilmiştir.)

4. 19.11.1936 tarihinde verilen tapuda türbe, akaret ve medrese-i müctemil Ayasofya Kebir Cami denmektedir.


1975 yılında TBMM Diyarbakır Milletvekili Hasan Değer'e verilen cevabı yazıda Ayasofya'nın tekrar camiye çevrilmesi işinin Vakıflar genel Müdürlüğ’ünce sağlanması gerektiği açıklanmakta olup bu beyan hukuki görüşümüze uymaktadır demekte ve mal sahibinin Vakıflar Genel Müdürlüğü olduğunu belirtmektedir.


Ayrıca 1988'de Isparta Milletvekili Ertekin Durutürk, caminin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı kutsal emanetler dairesinde sürekli Kur'an okunmasına ilişkin kanun teklifini TBMM Başkanlığına vermiştir. (VGM-HYİŞL, 1988:7044-12A-1/4-5) Hükümetin isteği üzerine konuyu değerlendiren ilgili kamu kurumu temsilcilerinden oluşan bürokratlar Ayasofyanın "idari ve tasarrufla yeniden ibadete açılabileceğini" bir rapor halinde hükümete bildirmişlerdir. (VGM/HAYİŞL 1989:7044-12A-1/5) (Prof.Dr. N. Öztürk Türk yenileşme çerçevesinde vakıf müessesesi Diyanet Vakfı Yayınları- İstanbul-s.145) (Prof. Dr. H. Döndüren Günümüzde Vakıf Meseleleri, Erkam Yayınları-İstanbul- 1998-s.145)


5. İmam kadrosu hiçbir zaman geri çekilmemiştir. (20.01.1995 tarih sayılı dilekçemize verilen 20.01.1995 tarih B.021. DİB.4.34.47.02-031-67 sayılı ce-vabi yazıda ve İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğünün imam kadrolarına dair tutanakları, yine Diyanet İşleri Başkanlığı ile İstanbul Müftülüğü arasındaki resmi yazışmalar, Mahmud Toptaş'a ait personel hareketleri onayı)


14.06.2003 tarihli Milliyet Gazetisi'nin 14. sayfasında Diyanet İşleri Yüksek Kurulunun, Fener–Rum ve Ermeni patriklerinin "Ayasofya'nın mabed olduğunu" söylediğini yazmıştır.


SONUÇ:


Anılan kararnamenin hukuksuz olması, tapusunun Ebü’l-Feth Sultan Mehmed vakfına ait Ayasofya'yı Kebir Cami Şerifi olması ve imam kadrosunun şu ana kadar devam etmesi cami olduğu görüşümüzü teyid etmektedir. Hukuk tapuya göredir. Fiiliyatın da hukuka göre olması gerekir.


Müze yapma kararı Ayasofya camiinin bahçe kısmıyla ilgili olup ibadethane ile ilgisi bulunmamaktadır.


Nitekim bu konuda Şükrü Kaya'nın, komisyonunun camiinin ibadete kapatılması kararı Atatürk'e iletildiğinde ibadet bölümünün Bizans müzesi yapma fikrine Atatürk fena halde kızdı* dediğini yukarıda belirtmiştik. Bunlara rağmen Atatürk'ün Ayasofya'nın hem bahçesinin müze, ibadethane kısmının cami olması arzusuna aykırıdır.

* İslam Dergisi Haziran 1987


A. Ermurat: Osmanlıların fetihler sonucunda bazı kiliseleri camiye çevirmesini nasıl karşılıyorsunuz?



M. Ağırman: Osmanlılar fetihler neticesinde elde ettikleri şehirler ve kasabalar da ki kiliselerden en büyüğünü bir bakıma fetih alameti olarak camiye çevirmişlerdir. Camiye çevrilen bu kiliselerin kıble istikametine bir mihrap yapılırdı. Minber ve kürsü gibi gerekli olan şeyler ilâve edilir ayrıca minare ve şadırvan inşâ edilirdi. Kiliseden çevrilen camiler bazen devrin padişahının, bazen de vezirlerin vakfettiği varidat ile ekonomik bağımsızlığa kavuşturulurdu. Fethedilen şehirlerden gayri Müslim olan halk zamanla İslâm'ı benimser ve Müslüman olursa mahallelerde var olan kiliselerde camiye çevrilirdi. Ama hiçbir zaman büyük kilisenin haricinde ki diğer kiliseler zorla camii yapılmazdı. Büyük kilisede fethin sembolü olarak camiye çevrilirdi ki, bu çok normal bir şeydir. Ecdadımız, cemaat bulunmayan kiliseleri camiye çevirerek oraları; mahzun olmaktan, terk edilmiş olmaktan, yıkılıp harap olmaktan kurtarmış ve bu mabetlere daha güzel statüler kazandırmıştır.



(Doç. Dr. Mustafa Ağırman ile mescitler üzerine söyleşi, Vuslat Dergisi)







ABD'DEN ŞOK RAPOR:Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı.


ABD'DEN ŞOK RAPOR: Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı.


ABD eski Başkanı Reagan’ın danışmanı Fein: “Beyaz Saray araştırma yaptı, Ermenilerin 2 milyon Müslüman Osmanlı’yı katlettiği ortaya çıktı. Ermeniler, kendi arşivlerini açm...ıyor, çünkü bu gerçeğin ortaya çıkmasını istemiyor…” dedi.

ABD Başkanı Ronald Reagan’ın hukuk danışmanlığını yapan Bruce Fein, sözde Ermeni soykırımı iddialarını değerlendirdi. Ermenilerin bu iddialarının son derece asılsız olduğunu belirten Fein, Reagan’ın başkan olduğu 1981′de bu konunun Beyaz Saray tarafından araştırıldığını ve iddiaların asılsız olduğunun belgelendiğini söyledi. İşte sözde Ermeni soykırımı konusunda Fein’in açıklamaları:

“Osmanlı İmparatorluğu’nun azınlıklara karşı “müthiş” sayılabilecek bir özen gösterdiği gerçeğini unutmamak gerekir. Azınlıklar, kendi dini özgürlüklerini ve hayatlarını son derece rahat bir şekilde sürdürdü.

Ermeni terör çeteleri I. Dünya Savaşı sırasında Fransa ve Rusya ile birlikte Osmanlıları öldürdü. Bu rakamın 2 milyon civarında olduğu bir gerçek. Ermeni kayıplarının ise 500 bin civarında olduğu araştırmalarla kanıtlandı. Burada asıl önemli konu, Ermenilerin ihanetidir. Osmanlı da kendisini savundu. Özellikle ABD’de yaşayan Ermeniler, soykırım yalanı ile büyük getiri sağlıyor. ABD yönetimi de büyük paralar döndüğü için Ermenileri karşısına almak istemiyor. Ermeniler ısrarla kendi arşivlerini açmıyor. Çünkü yıllardır soykırım yalanı ile dönen getirimi kaybetmek istemiyorlar. Arşivler açıldığı anda gerçek ortaya çıkacak.”


http://old.turkishny.com/en/headline-news/10203-abdden-sok-rapor.html

12 Nisan 2012 Perşembe

CESEDE ŞAPKA GİYDİREN ŞAPKALI KEL ALİ





CESEDE ŞAPKA GİYDİREN ŞAPKALI KEL ALİ






“Şapka inkılâbı”nı en açık, en keskin, en net şekilde anlatan fotoğraf karesi şu olmalıdır:


Âtıf Hoca yaklaşık iki yıl önce yayınlanan “Frenk Mukallitliği ve Şapka” kitapçığından ötürü idama mahkûm edilmiş. İdam kararını veren mahkeme hey...
etinden biri elindeki şapkayı darağacından indirilen Âtıf Hoca’nın cesedinin başına giydiriyor.


Emin olun, bütün halkımız şapkayı böyle giydi! Madden ölmemişse bile mânen ölerek!

Şapka Müslüman halk için giyilir nesne değildi. Çünkü frenkliğin, gâvurluğun alâmeti idi.


Erzurum fıkrası meşhurdur: Şapka giyme mecburiyeti karşısında Erzurumlu bir vatandaş iyi kötü bir şapka bulur ve bunu giydikten sonra aynanın karşısına geçer. Fakat gördüğü manzara karşısında infiale kapılır ve hiddetle bağırır: “Aynadaki gâvur kim!”


Mehmet Âkif, Balkan Harbi sırasında Sırp ve Hırvatların Kosova’da yaptıkları katliamı ve Sultan Murad’ın türbesine saygısızlıklarını anlatırken şöyle söyler:




Âh Meşhed! O ne? Sâhandaki meyhâne midir?

Kandilin, görmüyorum, nerde? şu peymâne midir?

Ya harîminde yatan şapkalı sarhoşlar kim?

Yoksa yanlış mı? Hayır, söyleme, bildim. Bildim!

Hem şapkalı, hem sarhoş!

Devrim yapan ne yapmaz ki? Mesela cesede eziyet eder. Cesede eziyet etmek! İnsanlık kaybının son kertesi!



İşte bir İstiklâl Mahkemesi “yargıcı”nın insanlık suçu olan fiili.

Kimdi bu yargıçlar?

Cumhuriyetin yönetici kadrosunun seçilmişleri. Her gün tepe mevkiinde olanlarla beraber olan, aynı sofrada yiyip içenler.

İşte Kılıç Ali de onlardan biri idi.



Cesede şapka giydiren oydu!

İşte onun oğlu, tek parti dönemi sofra yaranı babasının hatıralarından dem vuruyor. “Milliyetçi” gazetede!

Kanlı tarihi şanlı tarih gibi göstermeye çalışıyor.

Elbette mesele Dersim’den açıldı. Başka nereden açılabilirdi ki?


Cumhuriyet irtica ile mücadeleyi kanun, hatta anayasa hükmü haline getirmişti. Dindarlara yapılanlar, bu yüzden meşru sayılır!


Ya müslüman olmayanlara veya sünni çoğunluktan farklı olanlara yapılanlar? Onları unutmayan, sürekli hatırlatan merkezler, güçler vardır.


İstiklâl Mahkemeleri asker kaçaklarını yargılamak için kurulur, sonra siyaseten katl müessesine dönüştürülür.

İstiklâl Mahkemeleri en fazla kimleri tecziye etti? Dindarları!

Komünizmde din afyondu, “cumhuriyetizm”de yok edilmesi gereken birinci düşman!


Kılıç Ali’nin o gün yaptığı sistem nezdinde “kahramanlık”tı.

Kim kahraman?

Rejimin darağaçlarına vakarla yürüyenler mi? Onların cesetleri üzerinde hora tepenler mi?


(Asım Yenihaber, Yeni Akit, 2011-12-12)




6 Nisan 2012 Cuma

Tehcir Kanunu ve Bu Kanunun Tatbiki








Tehcir Kanunu ve Bu Kanunun Tatbiki



Son yıllarda çeşitli ülkelerin meclislerinde gündeme gelen sözde 'Ermeni Soykırım Kanun Tasarısı', kamuoyunu ve Türk dış siyasetini meşgul eden meseleler arasındadır. Aslında 1915'te Türkler ve Ermeniler arasında gerçekte ne yaşandığını anlayabilmek için 1915'ten önceki hâdiseleri incelemek gerekir. Ama bu yazının hedefi, ne Türk-Ermeni münasebetlerinin tarihî seyrini incelemek, ne de taraflar arasında uzlaşma sağlanamayan kayıp rakamlarını değerlendirmektir. Asıl maksadımız, Osmanlı Devleti'nin Tehcir Kanunu'na neden ihtiyaç duyduğunu ve kanunun tatbiki sırasında aldığı tedbirlerin ne denli kapsamlı olduğunu ortaya koymaktır.



Ermeniler, asırlarca Anadolu'da Türklerle birlikte barış içinde yaşamış; Osmanlılar zamanında ülke topraklarının hemen her yerine dağılarak bürokraside, ticaret ve sanat hayatında mühim yerlere gelmişlerdir. Ancak yirminci yüzyıla doğru bazı devletler, çıkarları doğrultusunda Ermenileri Osmanlıya karşı kullanma eğilimine girince, dengeler değişmeye başlamış ve bağımsızlık vaadiyle tahrik edilen Ermeniler tarafından Anadolu'nun çeşitli bölgelerinde isyanlar çıkarılmıştır. 1. Dünya Savaşı'nın ilk aylarında doruk noktasına çıkan bu isyanlara karşı Ermeni patriği, Ermeni milletvekilleri ve Ermeni cemaatinin önde gelenleri vasıtasıyla tedbirler alınmaya çalışılmıştır. Belgelerle sabit olan bu gayretlere rağmen, bir netice alınamayınca ve karışıklıkların ülke çapına yayılacağı anlaşılınca Osmanlı Devleti, her ülkenin hiç tereddüt etmeden alacağı savunma tedbirlerini devreye sokmuştur. Böylece hem hâdiselere karışmayan Ermenilerin, hem de Müslüman halkın güvenliği sağlanmak istenmiştir.



Van havalisindeki Ermenilerin Ruslarla işbirliği neticesinde gerçekleştirdikleri isyan sırasında yaşanan katliamlar, bardağı taşıran son damla olmuştur. Tehcir kararı, Başkomutan Vekili Enver Paşa'nın ikazları sonrasında İçişleri Bakanı Talat Paşa'nın Erzurum, Van ve Bitlis valilerine gönderdiği 9 Mayıs 1915 tarihli şifreli telgrafla gündeme gelmiştir. 24 Mayıs 1915'te Rusya, Fransa ve İngiltere'nin, 'Ermenistan' diye adlandırdıkları Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da, Ermenilerin öldürüldüklerini ve hâdiselerden Osmanlı Hükümeti'ni sorumlu tutacaklarını açıklamaları üzerine mesele uluslararası bir boyut kazanmış ve hukukî bir zemine oturtulması zorunluluğu doğmuştur. 27 Mayıs 1915'te Meclis'te kabul edilen "Yer Değiştirme Kanunu", 1 Haziran 1915'te dönemin Resmî Gazetesi Takvim-i Vekâyi'de neşredilerek yürürlüğe girmiştir. Kısacası o dönemde keyfî bir tatbikat yapılmamıştır.





Dört maddelik kanun, "savaş hâlinde devlet idaresine karşı gelenler için askerî birliklerce alınacak tedbirleri" ihtiva etmektedir. İddia edilenin aksine Tehcir Kanunu, belli bir ideolojinin uzantısı olarak sadece Ermenileri hedef almamıştır. Kanun metninde herhangi bir etnik grup veya zümre zikredilmemiş, hattâ îmâ dahi edilmemiştir. Burada asıl maksat, ülkenin askerî gücüne karşı gelen, halka karşı katliam ve yağmacılık yapan, düşmanla işbirliği içinde casusluk faaliyetlerinde bulunan, Osmanlı ordusunun harekâtını güçleştirmek için zorluk çıkaran, askere gıda, silâh ve mermi ulaştırılmasını engelleyen çetelerin verdikleri zararları önlemektir. Maalesef savaş yıllarında Ermeniler arasından isyan ve karışıklık çıkararak bu türlü hâdiselere sebebiyet verenler olmuş ve bunların savaş sahasının dışına sevk edilmeleri kararlaştırılmıştır. 9 Haziran 1915 ile 8 Şubat 1916 tarihleri arasında gerçekleşen yer değiştirme uygulaması çerçevesinde; Erzurum, Van, Bitlis vilâyetlerinden çıkarılan Ermeniler, Musul'un güney kısmı ile Zor ve Urfa sancağına; Adana, Halep, Maraş civarından çıkarılan Ermeniler ise Suriye'nin doğu kısmı ile Halep'in doğu ve güneydoğusuna yerleştirilmiştir. Buna rağmen Ermeni ihtilâl komitelerinin tehcir kararı öncesinde başlattıkları tedhiş faaliyetleri, göç sırasında da devam etmiştir.



Devletin varlığı ve kamu düzeni adına alınan bu kararın tatbikinde problem yaşanmaması için Osmanlı Sadareti (Başbakanlık) ile İçişleri, Harbiye ve Maliye nezâretleri arasında koordinasyon kurulmuş; son derece doğru ve yerinde tedbirler alınmıştır. Ayrıca ilgili bütün makamlara bu hususta tebligatta bulunulmuştur. Günümüzde çeşitli zeminlerde Osmanlı Devleti'ne ve milletimize soykırım suçu isnad edenlerin, arşiv vesikalarında ayrıntılı bir şekilde yer alan bu hususları nazara almaları gerekmektedir. Osmanlı Sadareti tarafından 30 Mayıs 1915'te söz konusu bakanlıklara gönderilen yazıda, Tehcir Kanunu'nun tatbikinin nasıl yapılacağı ayrıntıları ile belli kurallara bağlanmıştır. Buna göre;



a) Göç ettirilenler, kendilerine tahsis edilen bölgelere can ve mal emniyetleri sağlanarak rahat bir şekilde nakledileceklerdir.

b) Yeni evlerine yerleşene kadar iaşeleri Göçmen Ödeneği'nden karşılanacaktır.

c) Eski malî durumlarına uygun olarak kendilerine emlâk ve arazi verilecektir.

d) Muhtaç olanlar için hükümet tarafından konut inşâ edilecek, çiftçi ve ziraat erbabına tohumluk, âlet ve edevat temin edilecektir.

e) Geride bıraktıkları taşınır malları, kendilerine ulaştırılacak; taşınmaz malları tespit edilecek ve kıymetleri belirlendikten sonra, paraları kendilerine ödenecektir.

f) Göçmenlerin ihtisasları (uzmanlık sahaları) dışında kalan zeytinlik, dutluk, bağ ve portakallıklarla, dükkân, han, fabrika ve depo gibi gelir getiren yerleri açık arttırma ile satılacak veya kiraya verilecek ve bedelleri sahiplerine ödenmek üzere mal sandıklarınca emanete kaydedilecektir.

g) Bütün bu konular özel komisyonlarca yürütülecek ve bu hususta ayrıntılı bir tâlimatnâme (emir yazısı) hazırlanacaktır.



Alınan bu tedbirlerin hâricinde şu hususlar da ehemmiyet arz etmektedir:

- Göç işlemlerini denetlemek ve idare etmek üzere Adana, Halep, Maraş gibi merkezlere mülkiye müfettişleri tayin edilmiştir.

- Göç hareketlerine ilişkin her türlü ihtiyacın karşılanması maksadıyla 'Göçmen Umum Müdürlüğü' kurulmuştur.

- Kafilelere vasıta ve binek hayvanı sağlanmıştır.

- Yaşlı Ermeniler, özürlüler, sakatlar, dul kadınlar, hasta ve yetim çocuklar göçe tâbi tutulmamış; bunların her türlü ihtiyaçları devlet tarafından karşılanmış ve yetimhaneler kurulmuştur.

- Korunmaya muhtaç Ermeni aileler ihmal edilmemiş; erkekleri sevk edilen veya askerde bulunan kimsesiz ve velisiz ailelerin, Ermeni dışında yabancı bulunmayan köy ve kasabalara yerleştirilmesi, geçimlerinin Göçmen Ödeneği'nden sağlanması bildirilmiştir.

- Göçe tâbi tutulanlar, umumiyetle devlete başkaldıran ve Osmanlı Ordusu'ndan firar edip Ruslara sığınan Gregoryan mezhebine mensup Ermeniler olmuştur. Katolik ve Protestan mezhebinde bulunan Ermenilerin yanı sıra, Osmanlı ordusunda subay ve sıhhiye sınıflarında hizmet gören Ermeniler ile Osmanlı Bankası şubelerinde, reji idaresinde ve bazı konsolosluklarda çalışan Ermenilerin devlete sâdık kaldıkları sürece tehcire tâbi tutulmayacakları bildirilmiştir.

- Tehcir edilenlerin canlarının, mallarının korunması; yeme, içme ve dinlenmelerinin sağlanması sevk güzergâhları üzerindeki yerel idarecilere bırakılmıştır.

- Hem sevkıyat esnasında hem de yerleştirildikleri yerlerde kafilelerin emniyeti ve iaşeleri için ciddi bütçeler tahsis edilmiştir. Kafilelere sıcak ve etli yemek verilmesi, hastalara bakılması ve güzergâhlar üzerindeki hastanelerin ihtiyaçlarının giderilmesi hakkında emirler verilmiştir.

- Güzergâhların seçiminde emniyet mülâhazasıyla tren yolları ve 'şahtur' denilen nehir kayıklarının bulunduğu yerler tercih edilmiştir.

- Göç edenlerin, o dönemde yaygın olan sıtma hastalığına karşı korunabilmeleri için 'kinin' dağıtılmış; hasta olanlar için sivil hastaneler yanında askerî hastanelerden de yararlanma imkânı getirilmiştir.

- Yer değiştirecek Ermenilerin bütün taşınabilir mallarını, eşyalarını ve hayvanlarını birlikte götürmelerine müsaade edildiği gibi, geride bıraktıkları menkul ve gayrimenkullerin nasıl teslim alınacağı, araziler ve üzerindeki mahsulün durumu, bunların kayda alınması kaidelere bağlanmıştır.

- Mal ve mülkün yok edilmemesi, eşkıya baskınlarıyla insanların öldürülmemesi için kapsamlı tedbirler alınmıştır.

- Kafilelere saldırıda bulunanlar, bu gibi saldırılara önayak olanlar ve gerekli tedbirlerin alınmasında gevşeklik gösterenler hakkında şiddetli kanunî tedbirlerin alınması ve Divan-ı Harplere teslim edilmeleri için emirler çıkarılmış, hata yapanların idam cezasına kadar uzanan ağır cezalarla cezalandırılacağı belirtilmiştir.

- Sevk edildikleri bölgelerin durumuna göre ya mevcut köy ve kasabalarda inşâ edecekleri evlere veya hükümet tarafından belirlenecek yerlerde yeniden kuracakları köylere yerleştirilmeleri hükme bağlanmıştır.

- Osmanlı hükümeti, Tehcir Kanunu'nun tatbiki sırasında ciddi harcamalar yaparken, bir yandan da göçe tâbi tutulanların devlete ve şahıslara olan borçları ya ertelenmiş veya tamamen silinmiştir. Alacaklarının da resmî komisyonlar tarafından takip edilip gittikleri yere gönderilmesi hükme bağlanmıştır. Bu arada Amerika'dan göçmenlere verilmek üzere gönderilen bir miktar para da Amerikan misyonerleri ve konsolosları tarafından Hükümetin bilgisi dâhilinde Ermenilere dağıtılmıştır.

- Cihan Harbi'nin bitmesinin ardından, tehcire tâbi tutulanlardan isteyenlerin eski yerlerine dönebilmeleri için bir kararnâme çıkarılmıştır. Bu hususta ilgili makamlara tâlimat verilmiş ve gereken tedbirler alınmıştır.



Ermeniler hakkında alınan tedbirlerin onları 'imha' veya 'soykırım' maksadını taşımadığı, aksine asıl gayenin Ermeniler arasındaki silâhlı grupların devlet ve millet aleyhindeki faaliyetlerini sona erdirmek olduğu aşikârdır. Tehcir Kanunu'nun tatbiki sırasında alınan kapsamlı tedbirlere rağmen, bazı yerlerde bir takım şahısların veya aşiretlerin suiistimalleri, insan hakları ihlâlleri karşısında buralarda suçu sabit görülenler cezasız bırakılmamış; vazifeden el çektirilenler, hattâ idam edilenler olmuştur. Azamî bir dikkat sayesinde en az kayıpla tatbik edilen bu kararla Osmanlı Devleti, esasında Kafkas ve İran cephelerinin güvenlik hattını oluşturan bölgelerdeki Ermenileri yok olmaktan kurtarmış ve eşine az rastlanır bir şekilde korumuştur. Yer değiştirmenin yapıldığı bölgelerdeki yabancı gözlemciler, birçok cephede savaşmasına rağmen Osmanlı Hükümeti'nin bu işi büyük bir titizlik içinde başarıyla yürüttüğünü yazmışlardır. Meselâ Amerika'nın Mersin Konsolosu Edward Natan, 30 Ağustos 1915'te İstanbul'daki Büyükelçi Morgenthau'ya gönderdiği raporda, "Tarsus'tan Adana'ya kadar bütün hat güzergâhının Ermenilerle dolu olduğunu; kalabalık yüzünden birtakım sıkıntıların olmasına rağmen Hükümetin bu işi son derece intizamlı bir şekilde idare ettiğini; şiddete ve düzensizliğe yer vermediğini; göçmenlere yeteri kadar bilet sağladığını; muhtaç olanlara yardımda bulunduğunu" belirtmiştir. Ancak Büyükelçi bu bilgileri tarafsızlık içinde ülkesine yansıtmamış ve sözde Ermeni iddialarına delil teşkil eden ifadeler kullanmıştır.



1. Dünya Savaşı sonunda Malta'da tutuklu bulunan Türkler aleyhine delil olarak kullanılmak üzere İngilizler tarafından Osmanlı ve Amerika arşivlerinde yapılan araştırmalarda değil soykırım, böyle bir niyeti taşıyan bir belgeye dahi rastlanmamıştır. Neticede, Ermeni soykırımı iddiasıyla Malta'da tutuklu bulunanlar, kendilerine hiçbir suçlama yöneltilmeden 1922'de serbest bırakılmışlardır. Hâdiseye tarafsız bir gözle bakan ve arşiv vesikaları ışığında meseleyi değerlendiren araştırmacılar tarafından, Ermenilerin sağ salim iskân yerlerine ulaşmaları için Osmanlı Devleti'nin verdiği mücadele ifade edilmekte ve dolayısıyla soykırım iddialarının ne kadar dayanaksız olduğu ortaya konulmaktadır. Hâl böyle olmasına rağmen, meseleye bu nazarla bakılmamakta ve gerçeği yansıtmayan belgelerle Osmanlı aleyhine menfî propagandalar yapılmaktadır.



Geçmişin tartışmalı dönemleri, ilk elden kaynaklar ışığında tarihçiler tarafından değerlendirilmelidir. Türkiye, Cihan Harbi'nin şartları içinde yaşanmış hâdiselerin aydınlığa kavuşması için bütün Osmanlı arşivlerini ve askerî arşivleri araştırmacıların hizmetine sunmuştur. Ancak, Diaspora Ermenilerinin tesirinde kalan Ermenistan böyle bir çalışmaya yanaşmamaktadır. Aralarına nifak sokulan Türk ve Ermeni halklarının ortak tarihlerini ilgilendiren bu meselenin bütün boyutlarıyla aydınlatılabilmesi için sağduyulu Ermenilerin inisiyatif alma zamanı gelmiştir. Türkiye'nin de bir an evvel uluslararası ölçekte ciddiye alınacak akademik yayınlara daha fazla ağırlık vermesi gerekmektedir.


Kaynaklar

- Halaçoğlu, Prof. Dr. Yusuf, "Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918)" TTK Yayınları, Ankara 2001

- www.byegme.gov.tr

- www.ttk.org.tr

- www.ermeni sorunu.gen.tr




Murat DUMAN


İTİDALLİ BİR YENİLİKÇİ:3.SELİM






İTİDALLİ BİR YENİLİKÇİ:3.SELİM







28. Osmanlı Padişahı 3. Selim, 24 Aralık 1761'de Sultan 3. Mustafa ve Mihrişah Sultan'ın ilk oğulları olarak Topkapı Sarayı'nda dünyaya gelmiştir. Osmanlı saray âdetleri gereğince, doğan ilk şehzade için yapılan kutlamalar hep büyük ve coşkulu olduğu için 3. Mustafa da, oğlu Selim'in dünyaya gelişini yedi gün yedi gece devam eden şenliklerle kutlamış, hayırlı ve mutlu bir hayat sürmesi için dualar ettirmiştir. Özellikle padişahların 36 yıl boyunca (1725–1761) hiç erkek çocuklarının (şehzâde) olmaması, bu coşkulu kutlamalara yüklenen mânâyı daha iyi anlatmaktadır.



3. Selim beş-altı yaşlarına geldiğinde önce İncili Köşk önünde yapılan bir törenle (Bed'i Besmele) derse başlamış, akabinde kendini ilim adamlarının rahle-i tedrisinde bulmuş, başta İslâmî ilimler olmak üzere oldukça iyi bir eğitim almış, öğrendiklerini tam bir hâl dili hâline getirmiştir. Arapça ve Farsçayı çok iyi öğrenmiş, İslâmî ilimlerde kendini sürekli yenilemiştir. Babası 3. Mustafa ıslahat ve yenilik hareketlerini hayata geçirirken oğlu Selim'i de yanında bulundurmuş, onun devlet işleyişine alışmasını temin etmeye çalışmıştır. Ayrıca aldığı eğitimler neticesinde iyi bir hattat, iyi bir binici, kılıç sallamakta ve ok atmada oldukça kabiliyetli bir şehzâde olarak temayüz etmiştir. Tahta çıkınca bastıracağı "sahihü'l-ayar" sikkelerinin desenlerini bile çizmiştir. Bu durum, devlet işlerini ne kadar ciddiye aldığını göstermektedir.



Padişah olması



Gerek devlet hizmetinde bulunan hatırı sayılır birçok kişi, gerekse de halk, tıpkı atası cennetmekân 4. Murad gibi genç ve cesur olan bu şehzadeyi bir kurtarıcı görüyor ve bir ân önce tahta çıkmasını bekliyordu. Çünkü o padişah olursa cephelerden artık iyi haberler gelecek ve fetihler yeniden başlayacaktı. Sonra adaletli bir düzen tekrar geri gelecek ve devletin üstündeki kara bulutlar dağılacaktı. O, amcası 1. Abdülhamid'in gelen kötü haberler karşısında üzüntüden felç olup vefat etmesi üzerine 7 Nisan 1789'da genç bir padişah olarak tahta geçmiştir. Daha tahta geçişinin ikinci gününde, Rusya ve Avusturya savaşları devam ederken cesaretle yayımladığı "Düşmandan intikam alınmadıkça kılıç kınına girmeyecektir." fermanı Osmanlı toplumunun beklentilerine cevap olabilecek nitelikte idi. Alınan tedbirleri takip ve kontrol için 4. Murad gibi tebdili kıyafetle teftişlerde bulunması, devlet işleyişinde müthiş bir heyecana vesile olmuştu. Belki de o zamana kadar taht değişikliklerinde yaşanmayan bir sevinç ve mutluluk tablosu ülkenin her yerinde büyük bir coşkuya dönüşmüştü. Çünkü Fatih gibi gözükara, 4. Murad gibi cesur, zamanı sıkıştırmasını bilen Yavuz gibi kararlıydı. Osman Gazi'nin oğlu Orhan Bey'e verdiği vasiyete lâyıkıyla uyacak kadar kendini yetiştirmişti.



Çok mütevazı ve merhametli, son derecede de yumuşak karakterli olan 3. Selim 1789 yılına, siyasî bakımdan büyük buhranlar ile (Rusya ve Avusturya ile devam eden ve başarılı haberlerin bir türlü gelmediği savaşlar zinciri) giriyordu. İlmiye sınıfı, padişahın arzu ettiği kıvamda değildi; hem ilme, hem de memleket meselelerine yeterli önemi vermiyordu. Bu karışık ve belirsiz zemin içinde yeni kurum ve kadroların tesis edilmesi artık kaçınılmazdı. Şartların da zorlamasıyla, 3. Selim tarihe geçecek yeniliklerin mimarı olacaktı.



Devleti ve milleti için ne ölçüde ızdırap çektiğini gösteren, "Ben şehzade iken böyle kara haberler işitir de kan ağlardım. Gözlerime uyku girmez olurdu. Şimdi padişahım, hâlimi bir düşünün." ifadeleri onun ne kadar mesuliyetini müdrik, ciddi, samimi ve içten olduğunu göstermektedir.



3. Selim ıslahat çalışmalarına hemen girişmemiştir. İlk olarak Revan Köşkü'nde (Encümen-i Meşveret adı verilen, toplantılara ulemanın da katıldığı yer) 16 Mayıs 1789'da bizzat kendisinin başkanlık ettiği bir mecliste problemler serbestçe ve açık yüreklilikle müzakere edilmiş ve çözüm yolları bulunmaya çalışılmıştır. Bu sırada 28 yaşındadır. Daha sonra çalışacağı bürokratların çeşitli meselelerle alâkalı düşüncelerini öğrenmek için onlardan raporlar istemiştir. Aralarında sadrazamın da bulunduğu bu zevâtın beşi ilmiye sınıfından, 13'ü sivil halktan, ikisi de yabancı (Fransız-İsveç) bürokratlardandı. Teklif edilen raporlar içinde dokuz ayrı bölümden oluşan Rumeli Kazaskeri Tatarcık Abdullah Efendi'nin raporu kabul edilmiştir. Bu çalışma diğer bütün raporlardan daha kapsamlı, daha detaylı ve hepsini içine alacak şekilde hazırlanmıştır. Askeriye, ilmiye, bürokrasi, maliye ve devletin harcamaları başta olmak üzere Osmanlı'yı bulunduğu bunalımdan kurtarmak için lâzım gelen bütün tedbirleri içine almaktadır. Raporda, devletin dış ticaretinin, vergi sisteminin ve sikkesinin düzeltilmesiyle alâkalı bölümde askerî ıslahat ile iktisadî alanda yapılması gereken reformların birbirine bağlı olarak düşünülmesi gerektiği vurgulanmış, ekonomik durumunun iyileştirilememesi hâlinde, askerî alanda yapılması hedeflenen reformların kâğıt üzerinde kalacağı ifade edilmiştir. 3. Selim, bu çalışmaları 72 maddelik bir yürütme programı hâline getirmiş ve yürürlüğe koymuştur. Bunun yanında, tecrübe, bilim ve teknolojisinden yararlanmak istediği bazı Avrupa devletlerini tanımanın ve bunlarla münasebetleri geliştirmenin yollarını araştırmıştır. Bunun için, önemli Avrupa merkezlerinde daimî elçilikler açmış, bunlardan gelen bilgilere hususi bir ehemmiyet vermiştir.




Edebiyat, sanat ve musikiyle alâkası




3. Selim'in musikiye karşı derin bir alâkası vardır. Günümüze kadar ulaşan besteleri, terkib ettiği veya canlandırdığı makamlar bunun delilidir. Musikiyi ve musikişinasları himaye etmek suretiyle Türk musikisinin gelişmesine hizmet etmiştir. Musiki âlimlerini âdeta tazyik edip 'nota icat etmelerini' ferman edince, bugün bile takdir edilen çalışmalar ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla 18. asırda Osmanlı klâsik musikisi olgunluk devrini yaşamıştır. Neticede ortaya bir "3. Selim Ekolü" çıkmıştır.



Musikide en verimli dönemini şehzadeliğinde geçiren 3. Selim'in hocası, amcasının imamlarından Kırımî Kamil Efendi'dir. Ondan musiki dersleri almış, dönemin ünlü bestekârı ve tamburîsi İsak Efendi'den tambur öğrenmiş, ney üflemede ise çok iyi bir seviyeye gelmiştir. 3. Selim o tarihe kadar bilinen musiki makamlarının hâricinde Sûz-i Dilâra makamı adı verilen bir makam icat etmiştir. Bu makam Rast, Buselik ve Hüseyni gibi üç makamın birleştirilmesinden meydana gelmiştir. Sûz-i Dilâra makamında peşrev, beste, Mevlevî âyini, Yörük ve saz semaileri bestelemiştir. Günümüze 108 eseri ulaşmıştır. Şiirlerinde "İlhamî, İlham, Selim ve Selimî" mahlaslarını kullanmasına rağmen, İlhamî'yi daha çok tercih etmiştir. Divanında divan edebiyatının hemen her türlü nazım şekline rastlamak mümkündür.



3. Selim ortaya koyduğu eserlerin kritik edilmesinden memnuniyet duyduğunu ifade etmiştir. Yanındaki müzisyenlerin devamlı görüşlerine başvurmuş, onlar sadece övgü dolu sözler söylediklerinde, derviş gönüllü sultan onlara bunun doğru olmadığını ifade etmiştir.




3. Selim'in kendini bulduğu mekân




3. Selim Dairesi, sultanın derin tefekkür imkânı bulduğu, hat (meşk), şiir ve beste çalışmalarını yaptığı bir mekândır. Bu daireyle hünkâr sofası arasındaki dolapta Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) Sakal-ı Şerîf'i bulunduğu için, bu mekâna Lihye-i Saadet adı da verilmiştir. Odanın duvarlarında Allah (celle celâlühü), Hazreti Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve Aşere-i Mübeşşere'nin isimlerinin yazıldığı levhalar yer almaktadır. Aynasının üzerine ise Besmele, bazı âyet-i kerîmeler, tuğrası ve şu kıta işlenmiştir:



"Görmemiş mir'at-ı hülyâsında İskender dahi

Kıl nazar sûret-nümâdan benzemez kâr-ı kadîm

Himmet-i şâhânesiyle kıldı bu kasrı binâ

Rub'ı meskûnun şeh-i dâd-âveri Sultan Selim"



(İskender'in bile hülya aynasında göremediği, eski zaman işlerine benzemeyen bu saraya nazar kıl! [Onu], ancak bir hükümdara yakışacak olan gayretiyle, dünyanın doğruluk ve adâlet taşıyan şâhı Sultan Selim imar etti.)



Hüzünlü bir son



Osmanlı Devleti'nin Batı'nın büyük devletleriyle yarışmasını, güçlenerek eski ihtişamını kazanmasını, devletler arenasında çağın şartlarına uygun yerini almasını istemeyen devlet içindeki asker ve sivil birtakım organizasyonların provokatörlüğü neticesinde, Kabakçı Mustafa İsyanı çıkartılıp, bir kargaşa zemini meydana getirilmiş ve devlet işlemez hâle sokulmuştur. Bu isyan hareketlerinin, dışarıdan da destek bulup beslendiği artık günümüzde bilinen bir gerçektir. 3. Selim, sonunda 29 Mayıs 1807'de Şeyhülislâm Ataullah Efendi fetvasıyla, Darüssaade ağasının elinden lağvedildiğine dâir tezkereyi alıp okuyunca "Allah'ın takdiri budur." diyerek Harem-i Hümâyûn'a gitmiş, taç ve tahtını yeni padişah 4. Mustafa'ya vererek onu tebrik etmiş ve aralarında şöyle bir konuşma geçmiştir:


- Şehzadem! Seni padişah görmek istiyorlar. Var tahtına otur, emaneti al.

- Vallahi bunda benim bir dahlim yoktur. Saltanatı da istemem.

- Hayır, sen emanetini al. Ancak beni bu zalimler elinde rezil eyleme, canıma kıydırma.


Ancak hünkâr, önü alınamayan isyan neticesinde 28 Temmuz 1808'de şehit edilmiştir. İnsanın içini burkan nâşı arz odası ile Babü's-saade arasında bulunmuştur. Şehit edilmeden önce kitap okuduğuna, dua ettiğine, namaz kıldığına veya ney üflediğine dâir değişik rivayetler vardır. Şehit edildiğinde cebinden çıktığına inanılan bir kâğıtta şunlar yazılıdır:


"Kendi elimle yâre açıp verdiğim kalem

Fetva-yı hûn-ı nâhakımı yazdı ibtidâ"

(Kendi elimle yontup, 'Buyur, yazı yaz!' diyerek yâre sunduğum kalem, ilk önce, haksız yere benim idam fermanımı yazdı!)



3. Selim, devletinin ilerleyip gelişmesi hususunda gecesini gündüzüne katan, devletinin bekası ve devletler muvazenesinde tekrar hak ettiği yeri alması için çalışan, sanat ve ilim dünyasının verimli insanlarını destekleyen, meclisinde şereflendiren ve onların önünü açan bir padişah olmuştur. 2. Osman gibi beyaz gömlek giymeyi göze alabilen bu Hak dostu ve Peygamber âşığına haksız yere kıyılması, gelecek nesiller ve yapılacak icraatlar açısından hiç de iyi misâl teşkil etmemiştir. Bu büyük sultan, 29 Temmuz 1808'de, babası 3. Mustafa'nın Lâleli Camiî'ndeki türbesinin yanına defnedilmiştir. Ruhu şâd olsun.



Kaynaklar



- İlber Ortaylı, Mekânlar ve Olaylarıyla Topkapı Sarayı, s. 109, 164, 189, 253, Kaynak yay., İstanbul 2007.

- M. Fatih Salgar, Üçüncü Selim/Hayatı, Sanatı, Eserleri, s. 11–74, 201, Ötüken Neşriyat, İstanbul 2001.

- İ. Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, 4. Cilt I. Bölüm, s. 546, TTK yay., Ankara 1982.

- Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, s. 385- 435, Ötüken yay., İstanbul 1978.

- Ahmet Cevdet Paşa, Tarih-i Cevdet, Cilt 4, s. 2089–2213, Üçdal Neşriyat, İstanbul 1984.



Yusuf KARAOSMANOĞLU