AYASOFYA'NIN ORJİNAL TAPUSU BULUNDU!
SULTAN FATİH’İN AYASOFYA VAKFİYESİ
“İşte bu benim Ayasofya Vakfiyem, dolayısıyla kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirirse, bir maddesini tebdil ederse onu iptal veya tedile koşarsa, fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camisi’nin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kastederlerse, aslını değiştirir, füruuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterirlerse ve hatta yardım ederlerse ve kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkarlar, camilikten çıkarırlar ve sahte evrak düzenleyerek, mütevellilik hakkı gibi şeyler ister yahut onu kendi batıl defterlerine kaydederler veya yalandan kendi hesaplarına geçirirlerse ifade ediyorum ki huzurunuzda, en büyük haram işlemiş ve günahları kazanmış olurlar.
Bu sebeple, bu vakfiyeyi kim değiştirirse;
Allâh’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen LANETİ ONUN VE ONLARIN ÜZERİNE OLSUN, azapları hafiflemesin onların, haşr gününde yüzlerine bakılmasın.
Kim bunları işittikten sonra hala bu değiştirme işine devam ederse, günahı onu değiştirene ait olacaktır.
Allâh’ın azabı onlaradır.
Allâh işitendir, bilendir.
(Fatih Sultan Mehmed Han / 1 Haziran 1453)
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün yaptığı araştırmada Fatih Sultan Mehmet’in 1453’te İstanbul’u fethettikten sonra Ayasofya’yı kendi üzerine mal varlığı olarak geçirdiği ortaya çıktı.
Başbakanlık Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt, devletin tapu kayıtlarında Ayasofya’nın tapusunu bulduklarını açıkladı. Yusuf Beyazıt, Ayasofya’nın mal varlığının “Ebulfetih Sultan Mehmet” adına olduğunu kaydederek “Orijinal tapuya ilk kez ulaştık. Çok heyecanlandık” dedi. Ayasofya’nın asırlardır süren tartışmaların aksine, tarihte iddia edildiği gibi, hiçbir zaman Hz. İsa, Hz. Meryem ya da Kutsal Ruh gibi “Nam-ı Müstear” veya “Nam-ı Mevhum” denilen, şu anda hayatta olmayan ruhani varlıklar üzerine kayıtlı olmadığı da orijinal tapu kaydının ortaya çıkmasıyla kesinleşti.
Vakıflar Genel Müdürü Yusuf Beyazıt şunları söyledi: “Ayasofya’nın, Fatih Sultan Mehmet Vakfı’na ait olduğuna dair orijinal tapusunu bulduk. Bu çalışma sırasında habersiz olduğumuz 27 bin gayrimenkulümüze de bu araştırma sırasında ulaştık. Bu tapu kayıtlarından biri de Ayasofya ile ilgiliydi. Tapuda mal varlığı kaydı, ‘Ebulfetih Sultan Mehmet’ adına görülüyor.”
VAKIF DA KURMUŞ
Fatih Sultan Mehmet Vakfı’nın Fatih Sultan Mehmet’in isteğiyle, Ayasofya’nın ihtiyaçlarını karşılamak için kurulduğu da belirlendi. Fatih Sultan Mehmet, vakfa akar olarak da İstanbul’un Okmeydanı semti dahil şehrin muhtelif yerlerindeki 2 bin gayrimenkulü bıraktı. Fatih’in “Ayasofya Vakfıyesi”ndeki 2 bin gayrimenkulün tespit edilmesi için de çalışma başlatıldı.
‘Biliniyordu belgesi bulundu’
DEVLET Arşivleri Genel Müdür Yardımcısı, Osmanlı Arşivleri Uzmanı Prof. Dr.Mustafa Budak, belgenin çok açık olduğunu belirterek şunları söyledi: “Çok açık bir belge var. Üzerinde Fatih Sultan Mehmet’in adının yer alması, bu mülkün onun adına kurulan vakfa ait olduğunun kanıtıdır. Bu mülkün Fatih Sultan Mehmet’e ait olduğunu gösterir. Ayasofya’nın bu vakfa ait olduğu tarihçilerce biliniyordu. Şimdi belgesi bulundu. Bu tapunun bulunması ve üzerinde de adının yazması, tarihçilerin tespitini de doğruladı.”
10 Mayıs 2010, Gazete Habertürk
Yazar: Adem YAKUT
Ayasofya’nın İbadete Açılan Bölümü
Kulağa hoş geliyor görünse de, bir milletin kendi tarihinde bocalayışını gösteren ve Batı’nın yüzyıllar öncesine dayanan kuyruk acısının, “çağdaşlık”la paketlenip, “medeniyet ve hoşgörü” tabağıyla önümüze servis yapıldığının güzel bir numunesi…
Kendi tarihimizi, yine kendimize kısıtlayışımızın hazin öyküsüdür bir nevi… Başlı başına bir “ibadethane” olan mekânın, bir “bölümle” sınırlandırılıp toplumsal manifestonun sesini kesme çabası… Açlıktan ağlayan çocuğun, susması için birkaç kırıntıyla yetindirilmeye çalışılması… Tabi tüm bunlara karşılık milletimizin, âfâki ve enfüsî tefekkürden uzak, imanından bîhaber ve yaşantısı da hasbelkader olunca, sonucun da bu şekilde olması kaçınılmaz oluyor.
YETERİNCE CAMİ YOK MUDUR?
Artık iyiden iyiye milletimiz de bu sözün büyüsüne kaptırmış kendini. “Sahi, gerçekten yeterince cami yok mu?” düşüncesiyle, müze olarak kalmasını destekleyenler yok değil.
“Öyle bir yerdeki tarihi eserin cami olmasına gerek yok. Zaten o mevkide yeterince cami var. Sonuçta insanlar ibadetlerini evde de yapabilir.” demek, bazı “turizmsever”lerin kulağına hoş geliyor olsa da, işin aslı öyle değil. Bizim sorunumuz cami kıtlığı mı ki?
Oranın “câmi” hüviyeti kazanması için yapılan tüm çalışmaları, “yer yokluğu” ile kıyaslayan zihniyete ne denebilir?
Yok, gerçekten sorun yer yokluğu ise ve yeterince cami varsa, acaba Ayasofya’nın biraz ilerisine neden Sultanahmet Cami yapılmıştır?
Keza yine biraz bu tarafına Firûz Ağa Camisi… Ecdat bunu düşünememiş midir?
Tarihi eserleri bir ağaca benzetip, oraların camiye çevrilmesini yeşil alanları yok etmek olarak algılayanlar, bu hassasiyetlerini yabancılara peşkeş çekilip plazalar yapılan yurdumuzun yeşil alanlarına gösterselerdi, muhakkak daha faydalı bir iş yapmış olurlardı.
“İbadete açılırsa turizme kapanır” endişelerinden kendini alamayanların, Sultanahmet Cami’nin de ibadete açık olup, hiç turistin eksik olmadığını görmezden gelmeleri de gariptir.
“İbadethaneler sadece ihtiyaç doğrultusunda yapılır” şeklindeki maddeden manaya geçememiş bir anlayışıyla, o bölgede kimsenin yaşamadığını dolayısıyla Ayasofya’nın cami olmasının gereksizliğini savunanların ya Sultanahmet’in gündüz nüfusunu görmemiş olmaları veya günde 5 vakit namaz kılındığını bilmiyor olmaları gerekir.
Yine aynı mantıkla “Burada kimse yaşamıyor, buraya neden olimpiyat stadı yapıldı, ihtiyaç var mıydı?” denebilmesi lazım. Yılda bir maç için olimpiyat stadı yapılmasına nasıl ki karşı çıkılamıyorsa, Ayasofya’nın câmi olması konusunu, o mekanın “darlık-genişlik” veya “yeterlilik” kriterleriyle kıyaslanması ne kadar mantıklı olabilir?
“Namazını herkes evinde de kılabilir” diyenler için: “Ne gereği var olimpiyat stadının! Veya Fenerbahçe trafiğini alt-üst eden stadyumun… O halde gitsin herkes evinde seyretsin maçını. Hem orada daha rahat küfreder. Veya kahvehanede… Nasıl namaz için câmiye gerek yoksa maç için de tribünlere gerek yoktur.” denebilir bu mantığa göre…
Gidin bir bayram sabahı Sultanahmet Meydanı’ndaki mahşeri kalabalığı görün. Geçiniz bayram gününü, bir Cuma gününde dahi yer kalmayacak endişesiyle erkenden Sultanahmet’e yollanmıyor muyuz? Sadece bu günde safların kaldırımlara taştığı nasıl görmezden gelinebilir? Bu insanlar yine bu ülkenin vatandaşı, başka yerden takviye yapılmıyor.
“İhtiyaç yok” diye kestirip atmadan önce bizim dinimiz ve milli gururumuz için taşıdığı önemi idrak etmemiz lazımdır. Bugün bile kiliseye çevrilmesi için imza toplanıldığı da göz önüne alınarak, “Dinler ve Kültürler Arası Diyalog” gölgesinde, Ayasofya’da opera ve bale düzenlendiği gerçeği iyi irdelenmelidir. Zira Hıristiyanların zamanında orada dansöz oynattığı gerçeğiyle şimdiki oluşum arasındaki bezerliklerin getirisi, herhalde zamanla kilise olmasına göz hoş gözle bakanların türemesine bile yol açacaktır.
***
VAKFİYENİN HÜKMÜ
Vakfın dini hükmü şudur: “Bir yer, ne şartla vakfedildiyse kıyamete kadar o iş için kullanılır. Vakfedenin istediği şart, Allâh'ın emri gibidir…” Peki bu vebalin altından kim kalkabilir?
Bugün Avrupa’nın değişik ülkelerinde cemaatsiz kalan kiliseler satılmaktadır. Satılan kiliselerin Müslümanlarca alınıp câmiye çevrildiğini hepimiz duyuyoruz. Bunun gibi İstanbul fethedildiğinde de, Fatih Sultan Mehmet Han Hazretleri de Ayasofya’yı kendi parasıyla alıp vakfetmiş ve bu vakfiyenin hükümlerini de açıkça belirtmiştir:
“Nefis kilise Ayasofya, kıyamete kadar cami olarak vakfedilmiştir. Bunu, Allâh’a, ahirete, O’nun heybetine inanan hiçbir mahluk, sultan olsun, hakim olsun, bir mütegallibe olsun, değiştiremez. Vakıf şarlarını kim değiştirirse, Allâh’ın, meleklerin, bütün insanların lâneti onların üzerine olsun. Yüzlerine bakan ve onlara şefaat eden hiçbir kimse bulunmasın.”
Atatürk’ün Ayasofya’yı müze yapması stratejik amaçlıdır. Elbette ki o da hata yapmaktan münezzeh değildi.
Ayasofya'nın Hukuki durumu
İstanbul'un fethinden hemen sonra, doğrudan Ayasofya'ya giden Fatih Sultan Mehmet, buranın camiye dönüştürülmesini istemişti. Türk-İslam medeniyetinin, fethedilen bir bölgelin vatanlaşabilmesi için ön plana çıkardığı imgelerden biri hiç şüphesiz camilerdir. Fethedilen bir bölgenin en büyük ibadethanesi, camiye dönüştürülür ve bu cami etrafında vakıflar oluşturulurdu. Fakat burada unutulmaması gereken en önemli konulardan biri, camiye dönüştürme eylemi, şüphesiz o bölgede daha önce yaşayan insanların dinlerine müdahale etmek anlamına gelmiyordu. Fetih hakkının dışındaki bir çok ibadethane, bizzat sultanın çıkardığı fermanla korunur, bölgede daha önce yaşayan insanların inançları da güvence altına alınırdı. Bugün yaşanan bir çok tartışma bu gerçek görmezden gelinerek yapılmakta. Ve maalesef ilim ve hukuktan yoksun siyasi kararlar, durumu daha da içinden çıkılmaz hale sokuyor. Burada, İstanbul'un Türk vatanı olmasının en büyük simgesi Ayasofya olduğu unutulmamalı. Bizim Ayasofya hakkındaki tutumumuz, dış güçleri daha da cüretkar hale getirmekte.
Bu noktayı belirttikten sonra, bugün Ayasofya hakkındaki en karanlık noktanın, yani onun kapatılmasının, hukuka göre incelemesi yapılacak. Bunu yaparken de bazı çelişkiler ortaya konulmaya çalışılacak.
Ayasofya'nın başına gelenler gerçekten de kara mizah örneğidir.
Zira onun tapulara kaydı, İstanbul Mazbut Kütük defterine göre camiidir. İstanbul Mazbut Hayrat Kütük defteri Ayasofya hakkında şunları söylemektedir: "57 pafta, 57 ada 7 parsel Ebulfatih Sultan Mehmet vakfı, akaret muvakkithane ve medreseyi müctemil Ayasofya Kebir Cami şerifi olarak kayıtlı. Akaret ve medrese 1934'ten sonra yıkılıp temizlenmiştir.” Bugün bahçesi ile Ayasofya 26664 metre kare bir alan üzerindedir. (İstanbul Mazbut Hayrat kütük defteri kaydı VGM, EML 1967:1/71-139). Fatih vakfiyesi ise:” VGM/Fatih Mehmet II Vakfiyesi 1938:38-370/2001-296 şeklinde kayıtlıdır. Bu adanın 6 nolu parselinin 11 metre irtifadan ve 8.9 nolu parsellerinin 7.80 metrekare istifadan ve 10,11,12,13 parsellerinin 5.50 metre irtifadan sonra havaları iş bu 7 nolu parsele aittir şerhi” vardır.
Kaynaklardan anlaşılacağı üzere burası bir camidir
Üstelik tapu da ekleriyle beraber külliye konumundadır. Bu tapu senedi 19/11/1936 tarihini taşımaktadır. Literatür cami görevlilerinin durumu, maaşları, Osmanlı'dan kalan adeti (imamlar ölünceye kadar görevlidir. Görev yapmayanlar mezun edilir, ama her yıl berhayat belgesi verirlerse maaşları aynen devam ederdi.), ayrıca Ayasofya cami'inde tamir devam ettiği için tamirat bitinceye kadar cemaatle ibadete ara verilmiş (tamirat esnasında yukarıdan düşen büyük parçaların cemaatin başına isabet edip tehlike meydana getireceğinden) ama imam ve müezzin Camii’nin bir köşesinde cemaatle namaz kılmışlardır. Yani Ayasofya’nın ibadet bölümü cami olarak görevini yapması sağlanmıştır.
Ayasofya camii olarak 1950 yılına kadar imam ve müezzin kadrosu, 1950'den sonra ise yalnız imam kadrosu hiçbir zaman ilga edilmemiştir. Hatta 1931-1974 arasındaki imamların isimleri de liste olarak mevcuttur. (Evkaf Genel Müd. İstanbul Bölge Müd.). 1931-1932 bütçe kanunu ve 4 Kanunisani 1332 tarih ve 670 sayılı Bakanlar Kurulu kararına göre (1950 yılına kadar) Evkaf genel müdürlüğü imamların tayin ve azilleri ile ilgilenir, maaşları ise vakıf gelirlerinden karşılanırdı ve kesinti yapılmazdı. Berhayat olmak kaydıyla maaşları devam ederdi. Halen bu kadrolar mevcut olup 1980'de Ayasofya'nın bir kısmının ibadete açılması ile imam görevine geri dönmüş, çok kısa bir ara dışında bu güne kadar görevi devam etmiştir. Yine 1950 yılına kadar Sultan Camii’lerinin bakım onarım ve diğer masraflarını Evkaf Umum Müdürlüğü üstlenmişti.*
*Gördüklerim Duyduklarım Yaşadıklarım Hatıralar Kitabı’nın yazarı Bayram SARICAN’ın sohbetinden
Evkaf Umum Müdürlüğünün yetkisinin sınırları
Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi konusundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün 04.11.1934 tarihli ve 94041 sayılı teklifinde "Şark alemini sevindirmek ve beşeriyete yeni bir ilim müessesesi kazandırmak için müzeye çevrilmelidir" denilmekte. Ancak Evkaf Umum Müdürlüğü'nün bu teklifi, 4 Kanunisani ve 670 sayılı (resmi gazete ile neşir ve ilanı 9 Kanunisani 1932-sayı :1997) cami ve medreselerin hademesi ve bunların idaresi hakkında heyeti umumiye kararında:
Şeriye ve Evkaf Vekaletinin ilgasına dahil olan 429 numaralı kanunun 5. maddesi hükmünün ilgasında amir ve mutezammım olduğu bedihi bulunduğundan mevzu bahis nizamnamenin sadece tayin ve azle müteallik merasim itibariyle ahkamının Evkaf Umum müdürlüğünce icrası mezkur bütçe kanunun (1931 senesi 6. maddesi) ahkamı sarihası icabındandır denmektedir.
Yani; 670 sayılı Bakanlar Kurulu ve 1931 bütçe kanununa göre; Evkaf Umum Müdürlüğünce ancak tayin ve azle müteallik işler icra ve tasdik olunur. İleri görüşlü Atatürk bu Yasa ve Kararname ile vakıfların amacı dışında kullanılmasını önlüyordu.
BAKANLAR KURULU KARARININ KANUNLAR KARŞISINDAKİ DURUMU
29.05.1926 tarih ve 864 sayılı kanunun 1.maddesinin 1. bendinde kanuni medeninin meri olmaya başladığı tarihten evvelki hadiselerin hukuki hükümleri mezkur hadiseler hangi kanun mer'i iken olmuş ise yine o kanuna tabi olur.
2. bendinde ise binanaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vuku bulmuş muameleler hukuken lazımulifa olup olmamaları ve neticeleri mezkur tarihten sonra dahi vukuları zamanında mer'i olan kanunlara tevfikan tayin olunur denmektedir. Yani Ayasofya camii F. S. Mehmed'in kurduğu zaman kurallarına göre değerlendirilmesi gerekir. Devamında ise 4 teşrinievvel'den sonra vuku bulmuş hadiseler kanunda muayyen olan müstesnaları mahfuz olmak şartı ile kanun-i medeninin hükmüne tabidir.
Aydın TUNCAY
Vakıflar Genel Müdürlüğü (Eski Hukuk Müşaviri) Emekli Danıştay Üyesi
Yıldız Sarayı Vakfı Yayınları I
Bugünkü dildeki karşılıkları bazı açıklamalarla Eski Vakıf Hükümlerimiz (Ömer Hilmi Efendi) ve Vakıflarla İlgili Bazı inceleme ve Sorunlar isimli kitabının 293. sayfasının 2. paragrafında:
MEDENİ KANUN SURETİ MER'İYET VE ŞEKLİ TATBİKİNE GÖSTEREN KANUNUN BİRİNCİ MADDESİNDE YENİ VE ESKİ HUKUKUN TATBİKATA ŞÜMÜL DERECELERİ GÖSTERİLDİĞİ GİBİ 8. Cİ MADDESİNDE DE (KANUNU MEDENİNİN MERİYETE VA'ZINDAN MUKADDEM VÜCUDA GETİRİLEN EVKAF HAKKINDA AYRICA BİR TATBİKAT KANUNU NEŞROLUNUR) DENİLMEK SURETİYLE GEREK BU TATBİKAT KANUNU GEREKSE DİĞER KANUNLARLA MEN VE TEBDİL EDİLMEMİŞ OLAN VAKIF HİZMETLERİYLE ŞARTLARININ AYNEN TATBİKİNE DEVAM EDİLECEĞİ, DAHA AÇIK BİR TABİRLE (KANUNA AMME NİZAMINA VE UMUMİ ADABA MUGAYERET ARZ ETMEYEN VAKFİYE HÜKÜMLERİN MUTEBER OLDUĞU) KABUL EDİLMİŞ BULUNMAKTADIR.
Kanun-i medeni 80. maddesinde ise ibadeti müteallik bir hizmetin ifası için münhasıran diyani olan tesisler teftiş ve murakabeye tabii değildir. Mezkur tesislerin hukuki hususiyeye müteallik itilaflarının merci hali mahkemelerdir demektedir. Yani vakıflarla ilgili kararı mahkemeler verir, bakanlar kurulu değil.
Bakanlar kurulu kararı kanun hükmünde kararname ise:
Bu kanun ise Anayasa'nın 26. maddesine göre; Kanun koymak, kanunlarda değişiklik yapmak, kanunları yorumlamak, kanunları kaldırmak... gibi görevleri Büyük Millet Meclisi kendisi yapar.
TC. Anayasası (491 sayılı teşkilatı esasiye kanunu)
Madde 3: Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir.
Madde 4: Türk milletini ancak TBMM temsil eder ve millet adına egemenlik hakkını kullanır.
Madde 5: Yasama yetkisi ve Yürütme yetkisi TBMM'de toplanır.
Madde 6: Meclis yasama yetkisini kendi kullanır denmektedir.
Anayasanın bu maddelerine göre Bakanlar kurulunun olmayan yetkisini kullanma selahiyeti yoktur. Bu yetki ancak meclisindir. Meclisin de Ayasofya'nın müze olmasıyla ilgili hiçbir kararı yoktur.
Bu konuyla Muadil Mahkeme Kararı:
Temyiz mahkemesi genel kurulunun 26.05.1935 gün ve 78-6 tevhidi içtihad kararında (Resmi Gazete ile neşir ilanı 29.06.1935 sayı 3041 düstur 3. tertip 26. cilt sayfa 751) mali vakıfların emvali Devletten olmadığı (devletin vakıflara tasarruf edemeceği) kabulünün ekseriyetle karar verilmiştir. Böyle bir kararname olsa bile muadiliyetten bu tarihten sonra geçersiz sayılması iktiza eder.
Nitekim Ord. Prof. Dr. Sıddık Sami Onar İdare Hukukunun Umumi esasları adlı eserinde (cild 2 sayfa 6709) vakıf tekamül ettikten sonra vakf edeni ve vakfı idare edecek organlar ve şahısları, vakıftan istifade edecek kimseleri, 3. şahısları ve devleti bağlar, yani devleti de bağlayan tam ve kuvvetli hukuk kaidesidir. Bu sebeplerden dolayı vakıfname hükümlerini hiç kimse değiştiremez denmektedir.
Anayasanın 103. maddesinde Anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsaklanamaz ve işlerlikten alı konamaz; hiçbir kanun Anayasaya aykırı olamaz maddesinden:
-Bu kararname yok hükmünde sayılma ve böyle bir kararnamenin fiiliyattan alınmadığı kabulü gerekir.
-Bu Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olduğu bakanlar kurulunun hukuka aykırı bir iş yapması mantıksızdır. Zaten hiçbir muktedir güç kendi yaptığı kanunlara uymamazlık yapamaz. Veya uymayacağı kanunlar çıkaramaz.
Bu cumhuriyeti kuran, Cumhuriyetin Anayasasını kanunlarını yapan bağımsız mahkemeleri faaliyete geçiren Atatürk ve arkadaşlarının hukuka aykırı böyle herhangi bir davranışa farkında olarak göz yummayacakları aşikar ve tartışmasızdır.
Diğer taraftan Yargıtay'ın İctihad-ı Tevhid kararı vardır
30 Mart 1949 tarihle , bunda da “HÜKÜMETİN KARAR VE KARARNAMELERİNİN MEVCUT KANUNLARA UYMASI, SARİH, KANUNA UYGUN HAREKET EDİLMEMESİ HALİNDE GEÇERLİLİĞİ YOKTUR” diye sarih hükmü vardır.
Yine Anayasa Mahkemesinin diğer bir hükmü vardır: “KANUN HÜKMÜ ÇIKARMAK SURETİYLE DE OLSA DEVLETİN HAZİNEYE AİT OLMAYAN MALLARA MÜDAHALE ETMESİNİN İMKANI YOKTUR”
31.1.1969 tarih ve 967/47 E., 969/9 K.
***
Kararnamenin 2. sayfasında MUAMELÂT MÜDÜRLÜĞÜ 1. sayfasında ise Kararlar Müdürlüğü yazmakta ve kararname numarası olarak 1589 (22 Kasım 1934’te son kararname numarası 1606 Yazıldığı halde) olarak belirtilmektedir.
1.Prof. Tuncer Gülensoy'a göre Atatürk'ün soyadı ilk kez 1594 sayılı hükümet kararnamesinde görülmüştür.
Cemal Kutay Atatürk'ün soyadını 26 Kasımdan sonra kullandığını yazmaktadır.
Keza soyadı kanunu 27 Kasım'da resmi gazete yayınlanarak yürürlüğe girmiştir.
Oysa Ayasofya'nın müze olmasıyla ilgili bakanlar kurulu karar 24 Kasım tarih ve 1589 sayılı olup yukarıda verilen tarih ve sayılardan öncedir ve soyadı kanununa göre muteber değildir. (Kanun No: 2487 Neşir Tarihi 27 Teşrinisani 1934 Sayı 2865)
Kaligrafi durumu da göz önüne alındığı zaman ilgili kararname de Atatürk'e ait olduğu iddia edilen imzanın tartışmalı olduğu açıktır. (30.01.1997 tarih ve B.05.1. EGM.0.34.96/007 sayılı İçişleri Bakanlığı Emniyet Genel Müdürlüğü yazısı.)
2. Ayasofya Camii'nin müzeye çevrilmesi konusundaki Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 04.11.1934 tarih ve 94041 sayılı teklifinde Şark alemini sevindirmek ve beşeriyete yeni bir ilim müessesesi kazandırmak için müzeye çevrilmesi istenmektedir. Ancak Evkaf Müdürlüğünün bu teklifi:
A- 4 Kanunisani ve 670 sayılı (resmi gazete ile neşir ve ilanı 9 Kanunisani 1932-sayı:1997) cami ve medreselerin hademesi ve bunların idaresi hakkında heyeti umumiye kararında:
Şeriye ve Evkaf Vekaletinin ilgasına dahil olan 429 numaralı kanunun 5. maddesi hükmünün ilgasını da amir ve mutezammım olduğu bedihi bulunduğundan mevzu bahis nizamnamenin sadece tayin ve azle müteallik merasim itibariyle ahkamının Evkaf umum müdürlüğünce icrası mezkur bütçe kanunun (1931 senesi 6. maddesi) ahkamı sarihası icabındandır, demektedir.
Yani evkaf Umum Müdürlüğü'nün kararı: 670 sayılı Bakanlar Kurulu kararı 1931 ve 1932 bütçe kanununa göre; Evkaf Umum Müdürlüğü ancak tayin ve azle müteallik merasimler yapar. Vakıfları müze yapmakla ilgili görüş bildiremez.
B) Bakanlar Kurulu Kararı
29.05.1926 tarih ve 864 sayılı kanunun 1. maddesinin 1. bendinde kanuni medeninin meri olmaya başladığı tarihten evvelki hadiselerin hukuki hükümleri mezkur hadiseler hangi kanun mer'i iken olmuş ise yine o kanuna tabi olur.
2. bendinde ise binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vuku bulmuş muameleler hukuken lazımulifa olup olmamaları ve neticeleri mezkur tarihten sonra dahi vukuları zamanında mer'i olan kanunlara tevfikan tayin olunur denmektedir. Yani Ayasofya camii F. S. Mehmed'in kurduğu zamanın kurallarına göre değerlendirilmesi gerekir. Devamında ise 4 Teşrinievvel'den sonra vuku bulmuş hadiseler kanunda muayyen olan müstesnaları mahfuz olmak şartıyla kanun-i medeninin hükmüne tabiidir.
Kanun-i medeninin 80. maddesinde ise ibadete müteallik bir hizmetin ifası için münhasıran diyani olan tesisler teftiş ve murakabeye tabii değildir. Mezkur tesislerin hukuki hususiyeye müteallik ihtilaflarının mercii hali mahkemelerdir demektir. Yani vakıflarla ilgili kararı mahkemeler verir, bakanlar kurulu değil.
3. Bu bir nizamname ise: 1924 tarih ve 491 sayılı teşkilatı esasiye kanunun (anayasanın) 52. maddesinin 1. fıkrasına göre Danıştay'dan görüş alınması ve Reis-i Cumhur'un imzasını müteakip ilanı gerekir. Oysa konuyla ilgili TBMM Başkanlığına 07.06.1995 tarihinde verilen dilekçemize, T.C. Başbakanlık Mevzuatı Geliştirme ve Yayın Genel Müdürlüğünün 14.06.1995 tarih B.02.0MGY.0.13-2076-02560 sayılı cevabında 24.11.1934 tarihli 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesinin resmi gazetede yayınlanmadığı tespit edildiği tarafımıza bildirilmiştir. Yani ilan edilmediği için anayasanın 52. maddesinin 1. fıkrasına göre geçersizdir.
4.Bu kanunsa; Anayasanın 26. maddesine göre kanun koymak, kanunlarda değişiklik yapmak, kanunları yorumlamak, kanunları kaldırmak... gibi görevleri Büyük Millet Meclisi ancak kendisi yapar.
5. Temmiz mahkemesi genel kurulunun 26.05.1935 gün ve 78-6 sayılı tevhidi ictihat kararında (resmi gazete ile neşir ve ilanı 29.06.1935 sayı 3041- düstur 3. tertip 16. cilt sayfa 751) mali vakıfların emvali devletten olmadığı kabulünün aynının hacz ve furuh edilemeyeceği ve yalnız varidat ve hasılatının haczi iktiza eyliyeceği suretinde tevhidine ekseriyetle karar verilmiştir. Böylece bir kararname olsa bile muadiliyetten bu tarihten sonra geçersiz sayılması iktiza eder.
6. Anayasanın 103. maddesinde anayasanın hiçbir maddesi hiçbir sebep ve bahane ile savsaklanamaz ve işlerlikten alı konamaz; hiçbir kanun anayasaya aykırı olamaz maddesinden:
A. Bu kararname yok hükmünde sayılma veya böyle bir kararnamenin fiiliyatta bulunmadığının kabulü gerekir.
B. Bakanlar kurulunun: 670 sayılı kararını; kanunları, Anayasayı ihlal ettiği kabul edilmelidir. Bu, Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olduğu bakanlar kurulunun hukuka aykırı bir iş yapamayacağından mantıksızdır. Zaten hiçbir muktedir güç kendi yaptığı kanunlara uymamazlık yapamaz. Veya uymayacağı kanunlar çıkarmaz.
Bu Cumhuriyeti kuran Cumhuriyet'in anayasasına kanunlarını yapan, bağımsız mahkemeleri faaliyete geçiren Atatürk ve arkadaşlarının hukuka aykırı böyle bir davranışa göz yummayacakları aşikar ve mantığa uygundur.
C. Cami tamirat işlerinin yapılabilmesi için bu sırada ibadet etme imkansız-lığı sebebiyle geçici olarak ibadet durdurulmuştur. Atatürk'ün vefatında Vhittemore çalışmalarına devam etmekte idi. (İslam, Haziran 1987, sayfa 19)
Ziyad Ebuziya adı geçen makalesinde Şükrü Kaya'nın ağzından "ibadet bölümünün Bizans müzesi yapmak fikrine Atatürk de (vakfın mütevelli heyeti başkanı olarak vakfına yapılan bu saygısızlığa) kızdığını nakletmiştir. (Fatih Sultan Mehmet Vakfiyesinde Vakıflarına: Osmanlı Sülalesi son bulursa o günkü devlet başkanının devam etmesini şart koşmuştur- bugün ise devlet başkanı konunun muhatabıdır.)*
* İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi s. 862’ (Tercuman Nisan 1983) ve Vakflar Genel Müdürlüğü Fatih Sultan Mehmet 2 Vakfı 349-350-351. Maddeler.
Esasen buranın cami olduğu değişik zamanlarda resmi makamlarca dile getirilmiştir.
1- İstanbul Vakıflar Başmüdürlüğ’ünün 1936 tarih ve 187678/1539 sayılı vakıflar umum müdürü F. Kiper imzasıyla 1936 tarihi başlangıcından itibaren yarı hizmet ve yarı maaş alacağını yarısını ise müzede tesdiye edileceğini bildirir.
Camii 4.2.1941 de Ciheti Askeriyece işgal edilmiştir. (2. Dünya Savaşında asker sevkiyatı sırasında askerlerin durak yeri olarak.)
İmam Hakkı ile Kayyım Muhiddin'in 1947 senesi V.G.M. defterine böyle bir kadronun olmadığını ancak 12.11.1946 gün ve 17695/2957 sayılı emirleriyle verildiğini yazar.
2. İkinci Dünya savaşı batı cephesi 1945 tarihinde bitmişti. Şükrü Saraçoğlu Mayıs 1945 sonunda başvekil oldu. Tasvir gazetesini çıkarıyordum. Başvekil Saraçoğlu; gazeteci ve yazarları davet ederek bir basın toplantısı yaptı. Konuşma sırasında: harp yüzünden tamir edilmemiş olan abidelerden söz edildi. Arkadaşlardan merhum Yeni Sabah sahibi Celaleddin Saraçoğlu "Ayasofya'nın henüz düzenli bir müze halini alamadığını ve daha ne kadar ibadete kapalı kalacağını sordu."
Başvekil “biraz nefes alalım hepsini düzenleyeceğiz ve tabii ibadete açılacaktır” dedi. Bu sözler en selahiyetli bir ağızla Ayasofya'nın ibadete açık bir müze sayıöldığını bildirmiş oluyordu.(agm)
3. 1971 yılında Avrupa Birliği'nin Ayasofya'nın statüsü sorusuna 12 Mart dönemi MEB. Kültür Müsteşarı generalin tamirat altında mabet cevabı ve-rilmiştir. Belge Aytunç Altındal'a göre Brüksel'de vardır.
Kültür Bakanlığı da cevabi yazılarda tamirat altında ma'bed olduğunu vurgulamaktadır. (T.C.K.B. Anıtlar ve Müzeler Genel Müdürlüğü 19.01.1995 tarih ve B.16.O.AMG.0.10.00.01/709 (34) sayılı yazısında restorasyon çalışmalarının sürdürüldüğü belirtilmiştir.)
4. 19.11.1936 tarihinde verilen tapuda türbe, akaret ve medrese-i müctemil Ayasofya Kebir Cami denmektedir.
1975 yılında TBMM Diyarbakır Milletvekili Hasan Değer'e verilen cevabı yazıda Ayasofya'nın tekrar camiye çevrilmesi işinin Vakıflar genel Müdürlüğ’ünce sağlanması gerektiği açıklanmakta olup bu beyan hukuki görüşümüze uymaktadır demekte ve mal sahibinin Vakıflar Genel Müdürlüğü olduğunu belirtmektedir.
Ayrıca 1988'de Isparta Milletvekili Ertekin Durutürk, caminin ibadete açılması ve Topkapı Sarayı kutsal emanetler dairesinde sürekli Kur'an okunmasına ilişkin kanun teklifini TBMM Başkanlığına vermiştir. (VGM-HYİŞL, 1988:7044-12A-1/4-5) Hükümetin isteği üzerine konuyu değerlendiren ilgili kamu kurumu temsilcilerinden oluşan bürokratlar Ayasofyanın "idari ve tasarrufla yeniden ibadete açılabileceğini" bir rapor halinde hükümete bildirmişlerdir. (VGM/HAYİŞL 1989:7044-12A-1/5) (Prof.Dr. N. Öztürk Türk yenileşme çerçevesinde vakıf müessesesi Diyanet Vakfı Yayınları- İstanbul-s.145) (Prof. Dr. H. Döndüren Günümüzde Vakıf Meseleleri, Erkam Yayınları-İstanbul- 1998-s.145)
5. İmam kadrosu hiçbir zaman geri çekilmemiştir. (20.01.1995 tarih sayılı dilekçemize verilen 20.01.1995 tarih B.021. DİB.4.34.47.02-031-67 sayılı ce-vabi yazıda ve İstanbul Vakıflar Bölge Müdürlüğünün imam kadrolarına dair tutanakları, yine Diyanet İşleri Başkanlığı ile İstanbul Müftülüğü arasındaki resmi yazışmalar, Mahmud Toptaş'a ait personel hareketleri onayı)
14.06.2003 tarihli Milliyet Gazetisi'nin 14. sayfasında Diyanet İşleri Yüksek Kurulunun, Fener–Rum ve Ermeni patriklerinin "Ayasofya'nın mabed olduğunu" söylediğini yazmıştır.
SONUÇ:
Anılan kararnamenin hukuksuz olması, tapusunun Ebü’l-Feth Sultan Mehmed vakfına ait Ayasofya'yı Kebir Cami Şerifi olması ve imam kadrosunun şu ana kadar devam etmesi cami olduğu görüşümüzü teyid etmektedir. Hukuk tapuya göredir. Fiiliyatın da hukuka göre olması gerekir.
Müze yapma kararı Ayasofya camiinin bahçe kısmıyla ilgili olup ibadethane ile ilgisi bulunmamaktadır.
Nitekim bu konuda Şükrü Kaya'nın, komisyonunun camiinin ibadete kapatılması kararı Atatürk'e iletildiğinde ibadet bölümünün Bizans müzesi yapma fikrine Atatürk fena halde kızdı* dediğini yukarıda belirtmiştik. Bunlara rağmen Atatürk'ün Ayasofya'nın hem bahçesinin müze, ibadethane kısmının cami olması arzusuna aykırıdır.
* İslam Dergisi Haziran 1987
A. Ermurat: Osmanlıların fetihler sonucunda bazı kiliseleri camiye çevirmesini nasıl karşılıyorsunuz?
M. Ağırman: Osmanlılar fetihler neticesinde elde ettikleri şehirler ve kasabalar da ki kiliselerden en büyüğünü bir bakıma fetih alameti olarak camiye çevirmişlerdir. Camiye çevrilen bu kiliselerin kıble istikametine bir mihrap yapılırdı. Minber ve kürsü gibi gerekli olan şeyler ilâve edilir ayrıca minare ve şadırvan inşâ edilirdi. Kiliseden çevrilen camiler bazen devrin padişahının, bazen de vezirlerin vakfettiği varidat ile ekonomik bağımsızlığa kavuşturulurdu. Fethedilen şehirlerden gayri Müslim olan halk zamanla İslâm'ı benimser ve Müslüman olursa mahallelerde var olan kiliselerde camiye çevrilirdi. Ama hiçbir zaman büyük kilisenin haricinde ki diğer kiliseler zorla camii yapılmazdı. Büyük kilisede fethin sembolü olarak camiye çevrilirdi ki, bu çok normal bir şeydir. Ecdadımız, cemaat bulunmayan kiliseleri camiye çevirerek oraları; mahzun olmaktan, terk edilmiş olmaktan, yıkılıp harap olmaktan kurtarmış ve bu mabetlere daha güzel statüler kazandırmıştır.
(Doç. Dr. Mustafa Ağırman ile mescitler üzerine söyleşi, Vuslat Dergisi)