25 Haziran 2020 Perşembe

Kurtuluş mücadelesinde cepheye mermi yetiştirmeye çalışan cefakâr müslüman Türk anaları bacıları.



Kurtuluş mücadelesinde cepheye mermi yetiştirmeye çalışan cefakâr müslüman Türk anaları bacıları.

Bugün ise özellikle solcu laik kesim tarafından başı açık kokonalar, örtülerinden dolayı "Öcü" diye yaftalıyorlar.
Ne acı bir durum?





20 Haziran 2020 Cumartesi

NAKÎB'ÜL EŞRAF( نقيب الأشراف)NEDİR?



NAKÎB'ÜL EŞRAF( نقيب الأشراف)NEDİR?

Sözlükte “vekil, bir topluluğun başkanı” anlamındaki nakīb kelimesiyle Hz. Muhammed’in, kızı Fâtıma’nın iki oğlundan Hasan’ın soyunu ifade eden eşrâftan (tekili şerîf) oluşan terkip, peygamber soyundan gelenlerle ilgilenmek üzere kurulan teşkilâtın sorumlusu için kullanılmıştır. Resûl-i Ekrem’in ailesi, yakın akrabası ve soyundan gelenler müslümanlar nazarında müstesna bir mevkiye sahip olmuş, bunları sayıp sevmenin dinî bir vecîbe olduğu kabul edilmiş (bk. ÂL; EHL-i BEYT) ve onlarla ilgili bazı hizmetleri ifa etmek üzere görevliler tayin edilmiştir. Böylece zamanla nikābet müessesesi ortaya çıkmış, bununla ilgili görevlilere de nakib, nakībü’l-eşrâf ve nakībü’n-nükabâ gibi isimler verilmiştir.

Resûlullah gibi ailesi ve akrabaları da zekât ve sadaka alamadıkları için kendilerine ganimetten pay ayrılmış, Resûl-i Ekrem bu payı dağıtmak üzere Hz. Ali’yi görevlendirmiş, Hz. Ali bu görevini Hz. Ebû Bekir ve Ömer devrinde de sürdürmüştür. Halife Ömer tarafından kurulan divan teşkilâtında hisselerin tesbitinde Hz. Peygamber’e yakınlığın önemli bir unsur olarak dikkate alınması ve feyden pay alacakların isimlerinin tescil edilmesi, Resûl-i Ekrem’in soyu ve akrabasının tesbitine imkân sağladığı gibi böyle bir akrabalık iddiasında bulunanlara da (müteseyyid) engel teşkil etmiştir. Ehl-i beyt’e karşı genellikle olumsuz bir tavır içinde olan Emevîler’den sonra Abbâsîler’in iktidara gelmesi nikābet müessesesinin oluşumuna zemin hazırladı. Âl-i Abbas soyundan gelenlerle (Abbâsîler) Âl-i Ebû Tâlib (Hz. Ali ile Fâtıma) soyundan gelenlerin (Tâlibîler) kayıtlarını tutmak için merkezde “nakībü’l-ensâb” adı verilen bir görevli belirlendi. Her iki aile mensuplarının kayıtları ayrı tutulmakla birlikte Abbâsî ve Tâlibî nikābeti bazan birleştirilmiştir. Uygulama yayılınca her bölgede bu görevi yerine getirecek bir kişi belirlendi ve buna “nakib”, nakiblerin bağlı bulunduğu kişiye de “nakībü’n-nükabâ” unvanı verildi. Halife Mütevekkil-Alellah devrinde (847-861) Ömer er-Ruhhacî’nin Tâlibîler’in işlerini üstlendiği (Taberî, IX, 266), halifeler nezdinde itibar sahibi olan ve İbn Tûmâr diye bilinen Ahmed b. Abdüssamed b. Sâlih’in (ö. 302/914-15) hem Abbâsî hem Tâlibîler’in nakibliğini şahsında birleştirdiği, vefatından sonra da bu görevin oğlu Muhammed’e geçtiği (Safedî, VII, 65-66) nakledilmektedir. Genellikle Tâlibîler ve Abbâsîler için kendi soylarından nakib görevlendirilir, bu vazifenin hac emirliği, kadılık, hatiplik ve vezirlikle birleştirildiği de olurdu. Nakībü’n-nükabâlar halife menşuruyla tayin edilir ve kendilerine “el-Murtazâ zü’l-mecdeyn, er-Rızâ zü’l-fahreyn, Nûrü’l-hüdâ, et-Tâhir” gibi unvanlar verilirdi. Bunlar bazan elçilik için tercih edilir, ayrıca resmî karşılama törenlerinde protokolde yer alırlardı. Bu dönemde nakiblerin görevleri Hz. Peygamber’in soyuna mensup kişilerin kayıtlarını tutmak, evliliklerinde denklik kuralına uymalarını sağlamak, haklarını korumak ve onların başkalarının haklarına riayet etmesini sağlamak, fey ve ganimetlerden kendilerine düşen payları dağıtmak ve suç işleyenlerin cezalarını belirlemekti.

Diğer İslâm ülkelerinde de görülen nakîbüleşraflık müessesesinin ilgi alanında zamanla bir daralma oldu. Fâtımî, Eyyûbî, İlhanlı ve Memlükler’de teşkilât sadece Hasan ve Hüseyin soyundan gelenlerle ilgilenmeye başladı. Anadolu Selçukluları’nda da seyyid ve şeriflerin kayıtlarının tutularak nesep kargaşasının önlenmesi, gelirlerinin temini ve ticarî faaliyette bulunanlara vergi muafiyeti sağlanması gibi işleri yürüten görevlilerin varlığı bilinmektedir.

Osmanlılar’da benzeri bir müessesenin ihdasıyla ilgili ilk bilgiler Yıldırım Bayezid dönemine kadar iner. Seyyid ve şeriflerle ilgilenmek üzere Yıldırım Bayezid zamanında 802 Ramazanında (Mayıs 1400) bir makam ihdas edildiği ve bu makama ilk olarak Bağdat eşrafından, Bursa’da İshâkıyye (Kâzerûniyye) zâviyesi postnişini Seyyid Muhammed Nattâ‘ Hüseynî’nin getirildiği bilinmektedir. Ankara Savaşı’ndan sonra Timur ordularına esir düşen ve serbest bırakılmasının ardından Hicaz’a giden Seyyid Muhammed Nattâ‘, II. Murad zamanında (1421-1444) Bursa’ya dönerek tekrar eski görevine başladı. Vefatı üzerine yerine büyük oğlu Zeynelâbidin geçti.

Bu makamın Osmanlı Devleti’nde kurumlaşma süreci açısından önemli dönüm noktası, II. Bayezid’in 900’de (1494) bu göreve hocası Seyyid Abdullah’ın oğlu Seyyid Mahmud’u maaşlı olarak tayin etmesiyle gerçekleşti. Bu tarihe kadar görevliler devletten düzenli bir ücret almaz ve “nâzır” unvanıyla anılırlardı. Yeni tayinle birlikte, Memlük yönetimindeki Mısır ve Suriye gibi merkezlerde aynı görevde bulunan kişinin nakîbüleşraf unvanını kullanmasından hareketle Osmanlı Devleti’nde de bu unvan benimsendi. Nakîbüleşraf unvanını kullanan ilk kişi olan Seyyid Mahmud vefatına (ö. 944/1537 [?]) kadar bu görevde kaldı.

Zamanla Osmanlı hiyerarşisinde önemli bir yer edinen nakîbüleşraf genellikle sâdât arasından ve ilmiye mensuplarından seçilirdi. Bunlar XVII. yüzyılın ortalarına kadar ömür boyu vazifede kalmışlar, daha sonra ise çeşitli sebeplerle azledilmiş veya görevden feragat etmişlerdir. Daha önce kadı, kazasker veya şeyhülislâm olanlar bulunduğu gibi iki görevi aynı anda yürütenler de vardı (Ahmed Rifat, s. 28-33; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 167). Osmanlı nakîbüleşrafları İstanbul’da ikamet ederdi; diğer şehirlerde sâdât arasından belli bir süre için seçilen nakîbüleşraf kaymakamları bulunurdu. Bunlarda bir derecelendirmeye gidilmişti. Meselâ İstanbul’da bulunan nakîbüleşraf Kudüs nakîbüleşraf kaymakamını, o da Filistin bölgesindeki kaza ve mutasarrıflıkların nakîbüleşraf kaymakamlarını tayin ederdi. Kaymakamların görev alanının bir kaza veya sancak sınırlarını aştığı da olurdu (Walid al-Arid, s. 47). Nakîbüleşraf kaymakamlığı önemli bir nüfuz ve maddî gelir kaynağıydı. Dolayısıyla bunlar genellikle nüfuzlu ailelerden seçilirdi. Bazan da Şam örneğinde olduğu gibi şeyhülmeşâyih ve nakîbüleşraflık görevlerinin bir kişiye verildiği olurdu (Schilcher, s. 109).

Nakîbüleşraflar görevlerini genellikle kendi ikametgâhlarında yerine getirirlerdi, ancak II. Abdülhamid döneminde (1876-1909) Yıldız Sarayı semtinde ayrı bir mekân tahsis edilmişti. Nakîbüleşraftan sonraki en yetkili kişiye “alemdar”, diğer memurlara da “çavuş” denirdi. Alemdarın en önemli görevi sancak-ı şerifi taşımak olduğu için bu unvanı almıştı. Konaklarında, suç işleyen sâdâtı hapsedecekleri özel yerleri bulunurdu. Hükümetle yazışmalarını doğrudan sadrazamla yaparlardı.

Bu makamın önemli görevlerinden biri de seyyid ve şeriflerin şeceresini kaydederek müteseyyidlerin seyyidlere sağlanan imtiyaz ve imkânlardan istifadesini engellemekti. Lutfi Paşa’ya göre XVI. yüzyılda birçok müteseyyid ortaya çıkmış ve bu durum kayıt defterlerinin önemini arttırmıştı (Kütükoğlu, s. 98). Merkezde ve taşrada seyyid ve şeriflerin kayıtlı olduğu nakîbüleşraf defterleri bulunurdu. Nakîbüleşraflar seyyidlik beratının verilmesi, sâdâta sağlanan askerlik ve örfî vergi muafiyetlerinin uygulanması, lehte ve aleyhte vuku bulan davalara müdahil olunması, suçluların cezalandırılması ve evlilik işlemlerinde bu defterlere başvururlardı.

Merasimlerde nakîbüleşrafların önemli bir yeri vardı. Biat, muayede, Kılıç kuşanma ve mevlid gibi törenlerinin yanı sıra XIX. yüzyılda uygulanmaya başlanan cülûs ve velâdet günlerinde nakîbüleşraflar şeyhülislâmlarla birlikte ön sıralarda yer alır ve zaman zaman tören duasını yaparlardı. III. Selim’in cülûsu esnasında ilk biatı dualarla Nakîbüleşraf Derviş Efendi yapmıştı. III. Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa ve I. Abdülhamid’e şeyhülislâm ve nakîbüleşraf beraberce, IV. Mustafa, II. Mahmud ve Abdülmecid’e sadece nakîbüleşraf Kılıç kuşandırmıştır. Padişahın bizzat sefere katıldığı zamanlarda nakîbüleşraf da bir kısım sâdât ile iştirak eder ve sancak-ı şerifin yanından ayrılmazdı. Diğer seferlerde ise nakîbüleşrafı temsilen alemdar katılır ve sancağı taşırdı. Bu durumda nakîbüleşraf ordunun uğurlanması ve karşılanması törenlerine iştirak ederdi.

Seyyid ve şerifler özel kıyafet giyerlerdi. Bunun için Osmanlı öncesi dönemde yeşil, siyah ve kırmızı gibi farklı renklerin seçildiği görülür. Osmanlı döneminde ise Abbâsîler’de başlayan ve daha sonra sıkça kullanılan yeşil sarık giyme âdeti düzenli biçimde uygulandı. Hatta Osmanlılar, yeşil rengi şeriflerin alâmeti saydıklarından Mekke emîri olan şerife gönderilen nâmelerin keselerinin, hil‘atlerin ve harvanîlerin yeşil renkte olmasına özen gösterirlerdi. Nakîbüleşrafın resmî elbisesi XVIII. yüzyıldan itibaren kazasker elbisesiyle aynı olup en belirgin farkı kavuğu üzerine yeşil sarmasıydı. Nakîbüleşraflık hilâfetin ilgasıyla birlikte kaldırılmıştır.

BİBLİYOGRAFYA

Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), IX, 266; Mâverdî, el-Ahkâmü’s-sultâniyye: İslâmda Hilâfet ve Devlet Hukuku (trc. Ali Şafak), İstanbul 1976, s. 104-107; Safedî, el-Vâfî, VII, 65-66; Mecdî, Şekāik Tercümesi, II-V, bk. İndeks; Defterdar Sarı Mehmed Paşa, Zübde-i Vekāyiât (nşr. Abdülkadir Özcan), Ankara 1995, bk. İndeks; Ahmed Rifat, Osmanlı Toplumunda Sâdât-ı Kirâm ve Nakibüleşrâflar: Devhatü’n-nukabâ (haz. Hasan Yüksel – M. Fatih Köksal), Sivas 1998; Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 161-172; a.mlf., Mekke-i Mükerreme Emirleri, Ankara 1972, s. 4-12; L. S. Schilcher, Families in Politics: Damascene Factions and Estates of the 18th and 19th Centuries, Stuttgart 1985, s. 109, 124-131, 194-211; Mübahat S. Kütükoğlu, “Lütfi Paşa Âsafnâmesi”, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan, İstanbul 1991, s. 98; M. Winter, Egyptian Society under Ottoman Rule: 1517-1798, London 1992, s. 185-195; a.mlf., “The Ashrāf and Niqābat al-Ashrāf in Egypt in Ottoman and Modern Times”, AAS, XIX (1985), s. 17-41; Walid al-Arid, XIX. Yüzyılda Cebel-i Nablus (doktora tezi, 1992), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 46-59; Abdeljelil Temimi, Etudes sur les relations arabo-ottomanes et turques, Zaghouan 2000, s. 17-24; Murat Sarıcık, “Osmanlı Devleti’nde Nakîbül-Eşrâflık Kurumu”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, X, 385-393; a.mlf., Osmanlı İmparatorluğu’nda Nakîbü’l-Eşrâflık Müessesesi, Ankara 2003; Zafer Erginli, “Osmanlı Devleti’nin İlk Resmî Nakîbül-Eşrafı Olan Bir Derviş: Seyyid Natta‘”, Gümüşlü’den Günümüze Osmanlı Kültüründe Bursa (haz. Hasan Basri Öcalan), İstanbul 2003, s. 138-148; Hakan T. Karateke, Padişahım Çok Yaşa: Osmanlı Devletinin Son Yüzyılında Merasimler, İstanbul 2004, s. 33-34, 58-60, 79, 96, 224; Rüya Kılıç, Osmanlıda Seyyidler ve Şerifler, İstanbul 2005, tür.yer.; Ali Emîrî, “Hâdim ve Hâfız-ı Emânât-ı Mübâreke ...”, Osmanlı Tarih ve Edebiyat Mecmuası, sy. 19, İstanbul 1335, s. 420 vd.; M. Rosen, “The Naqīb al-Ashrāf Rebellion in Jerusalem and its Repercussions on the City’s Dhimmīs”, AAS, XVIII/3 (1985), s. 249-270; A. R. ‘Alāmarvedaštī, “L’origine della Niqābat al-Ašrāf nella storia dell’Islam”, OM, XVIII (1999), s. 297-322; Bilgin Aydın, “Meşihat Arşivi’nde Muhafaza Edilen Nakibul-Eşraf Defterleri”, MÜTAD, sy. 10 (2001), s. 21-26; Pakalın, II, 647-648; A. Havemann, “Naḳīb al-As̲h̲rāf”, EI2 (İng.), VII, 926-927; C. van Arendonk – [W. A. Graham], “S̲h̲arīf”, a.e., IX, 333-334.

https://islamansiklopedisi.org.tr/nakibulesraf

19 Haziran 2020 Cuma

TRABZON'DA ERMENİ İSYANI



TRABZON'DA ERMENİ İSYANI

Trabzon kazasında nüfusun çoğunluğu Müslümanlardan oluşmakla birlikte Rum, Ermeni, Katolik ve Protestan nüfus da bulunmaktaydı.

Ermeniler tüm nüfus içinde üçüncü sırada yer alıyorlardı. Sözgelimi 1835’te 25-30 bin civarında olan Trabzon nüfusunun ancak iki-üç bini Ermenilerden oluşuyordu. 1840’ta dönemin Trabzon başpiskoposunun onayladığı rakamlara göre şehirde bulunan 5
.800 evin ancak 300’ünde Ermeniler ikamet etmekteydi.

1860’larda 55.700 olan nüfusun 3.600’ü Ermeni idi. 1871 tarihli Trabzon Vilâyet Salnamesi’ne göre Trabzon’da 435 hanede 1.349 Ermeni yaşamaktaydı. Giritli Sırrı Paşa Trabzon Valiliği sırasında 1876, 1877 ve 1878 yıllarında vilayetin erkek nüfusuna dair sadarete üç adet rapor göndermiştir.

Buna göre 1876’da nefs-i Trabzon’da 1.675 Ermeni, 1.827 Rum ve 6.366 Müslüman;
1877’de 1.608 Ermeni, 1.789 Rum ve 6.316 Müslüman; 1878’de 1.594 Ermeni, 1.737 Rum ve 6.305 Müslüman nüfus mevcuttur.
V. Quinet 1890’lı yıllarda kentte 5-6 bin Ermeni’nin yaşadığını belirtmektedir.

Trabzon Valisi Kadri Bey 18 Ekim 1893 tarihinde Dahiliye Nezareti’ne çektiği bir telgrafta Trabzon Sancağında erkek ve kadın 22.681 Ermeni yaşadığını, bunun da yaklaşık altı bininin Trabzon kazasında hayat sürmekte olduğunu ifade etmektedir. Tüm vilayette ise 42.349 Ermeni bulunmaktadır.

Sonuçta 1895’e gelindiğinde Trabzon’da Türk-Ermeni ilişkileri, gerek toplumsal düzeyde gerekse yönetim ile Ermeniler arasındaki ilişkiler bağlamında karşılıklı bir güvensizlik çerçevesine oturmuş bulunmaktaydı.

Türkler açısından kendisini devletin ve şehrin sahibi olarak görmek, ayrılıkçı olarak tanımlanan Ermenilere karşı hem kişisel hem de devlet güvenliği açısından tetikte olmayı gerektiriyordu. Ermeniler açısından ise Osmanlı Devleti tebaası olarak yaşamak artık imkânsız hale gelmekteydi. Kısacası iki toplum arasında ayrışma başlamıştı.

Trabzon’da 1895 Ermeni İsyanının Gerçekleşmesi Trabzon’da 1895 Olayları üç aşamada meydana geldi. İlk olarak, Van eski valisi Bahri Paşa İstanbul’a dönerken beş günlüğüne misafir olarak geldiği Trabzon’da, /2 Ekim 1895 günü akşamüzeri saat on bir sularında, davetlisi bulunduğu Trabzon İstinaf Mahkemesi Reisi Esat Efendi’nin evine giderken, Uzun Sokak ile Zeytinlik Mahallesi’ne giden dar yolun birleştiği noktada, kendisine ve yanında bulunanlara beş-altı adım mesafeden; 25 yaşlarında, eşkâli bilinen, setre pantolon giyinmiş iki Ermeni tarafından revolver ile 8-10’ar el ateş edildi. Bu sırada Bahri Paşa’nın yanında Trabzon Redif Fırkası Kumandanı Ahmed Hamdi Paşa, Trabzon Vilayeti Alaybeyi Süleyman Bey, giderken yolda rastladıkları İran’ın Trabzon Konsolosu Mirza Razî Han ve Posta Telgraf Baş Müdürü İzzet Bey bulunuyordu. Olayda Bahri Paşa kalçasından, Hamdi Paşa ise ayağından hafif surette yaralanmışlardı.

Hadisenin ikinci safhası yaralama olayından iki gün sonra, esnaf sınıfından birkaç Müslüman’ın Bahri Paşa’ya karşı düzenlenen başarısız suikast girişimine karışan fakat yakalanamayan Berber İstephan’ın oğlu Haçik’e Ayavasil Mahallesi’nde rastlamalarıyla meydana geldi.

Esnaf, seni cârih diye hükümetten arıyorlar nereye kaçıyorsun diye sorarken Haçik onlara ateş etti. Bu sırada yan sokaktan geçmekte olan ve silah seslerini işiterek olay yerine gelen Trabzonlu er Tavacı-zâde Rahmi Efendi kendisine de silah atılması sonucunda ağır bir surette yaralandı ve üç gün sonra öldü.

Bu sırada Oseb adlı bir Ermeni, evinde ve dükkânında yapılan aramada birçok silah ve örgüt evrakı bulunduğu için tutuklandı.

Böylece Trabzon’daki Ermeni vukuatının ikinci safhası meydana gelmiş oldu. Asıl olaylar ise üçüncü aşamada yaşandı. Şehirdeki iki olayı, İstanbul’da ayak takımından bazı Ermeni serserilerin çıkarmak istediğine ilişkin haberlerin yayılmasının izlemesi, Trabzon’daki gerginliği iyice artırmıştı. 26 Eylül 1311 Salı /8 Ekim 1895 günü Vali Kadri Bey, Belediye Reisini yanına alarak çarşıya gitmiş, muteber bir esnafın dükkânında İslâm ve Hıristiyan ahaliden bir hayli kişiyi toplamış, asayişin sağlanması hususunda konuşurken, saat beş buçuk civarında, birden Meydan-ı Şarkî tarafından tüfek ve tabanca sesleri duyulmaya başlamıştı.

Olaylar, Trabzon Ermeni Komitesi üyelerinden, beş yıl önce benzer bazı hadiselere karışması nedeniyle tutuklanan ancak afv-ı şahâneye mahzar olarak serbest bırakılan Erzincanlı bir tüccar olan Agop Şvarş’ın kalmakta olduğu odanın balkonundan sebepsiz yere Müslüman ahaliye ateş etmesi ile başlamıştı.

Bu ateş sonucunda hanın içindeki dört Müslüman ölmüştü. Polis ve askerler olayları önlemeye çalıştıkça cesareti artan Ermeniler meydan civarındaki dükkân, mağaza, han odaları ve sokaklara bakan evlerin pencerelerinden, meydanda toplanan asker, zaptiye ve halkın üzerine silah atmışlardı. Olayları yatıştırmak üzere çarşıdan meydana gelen Vali Kadri Bey’e de ateş açılması sonucu olay iyice çığırından çıkmış ve ancak saat dokuz sıralarında çatışmalar kontrol altına alınabilmişti.
Hadise hükümet güçleri tarafından kontrol altına alındıktan sonra evlerde, hanlarda, mağazalarda kapanıp kalmış olan Ermeniler, bulundukları yerlerden çıkarılmış, üzerinde silah bulunanların silahları alınmış askeri kışlada gözetim altına alındılar.

Bunlara ve Müslüman evleri ile Katolik okuluna sığınan diğer Ermeni ailelerden ihtiyacı olanlara ekmek ve başkaca gerekli erzak verilmişti. Asayiş tamamen sağlandıktan sonra, Ermenilerden sabıkası olanlar ve zanlı bulunanlardan elde edilebilenler Divân-ı Harb’e teslim edilmiş, diğerleri ise evlerine gönderilmişti.

Vali Kadri Bey’in 8 Ekim 1895 tarihli açıklamasına göre olaylar başladığından beri silahıyla birlikte teslim olanların sayısı 40’a ulaşmıştı.

Hadisenin olduğu günün sabahında yapılan incelemelerde 177’si erkek, 5’i kadın 182 Ermeni’nin,
1 Rum’un, 1’i asker 12 Müslüman’ın öldüğü tespit edilmiştir.
Ermenilerden 14 erkek 4 kadın, Müslümanlardan da 1’i asker 26 yaralının bulunduğu anlaşılmıştı.

İngiltere’nin Trabzon Konsolosu Longworth, Trabzon kent merkezi ve Gümüşhane dâhil civar kasaba ve köylerde toplam 507 Ermeni’nin öldüğünü iddia etmiştir.
Bunlardan 298’i Trabzon merkezdendi. Longworth hazırladığı raporda, Trabzon merkez kazada 400’den fazla ölünün defnedildiğini gördüğünü belirtmekle birlikte, Trabzon’daki ölü sayısının 298 kişi olduğunu söylemektedir.
Fransa Konsolosu Cilliere, Resmi otorite ölü sayısı 180 dese de şehir merkezinde 500’ün üzerinde Ermeni ölmüştür diye rapor vermiştir.

Yabancı misyon şeflerinin verdikleri sayılar elbette abartılıdır. Bunun sebebi de kendilerinin Ermenilere verdikleri destekten kaynaklanmakta ve Dünya kamuoyunun dikkatini çekmeye yöneliktir.
Bizce valinin açıkladığı sayılar daha gerçekçidir.

Davut Bulut

Kaynakça:

Karadeniz İncelemeleri Dergisi
Ahmet KARAÇAVUŞ


https://tarihenotdus.org/yerel-tarih/trabzonda-ermeni-isyani-ahmet-karacavus/

18 Haziran 2020 Perşembe

II.MAHMUT'A NEDEN GAVUR PADİŞAH DENMİŞTİR?



II.MAHMUT'A NEDEN GAVUR PADİŞAH DENMİŞTİR?

II. Mahmud 30. Osmanlı padişahı ve 109.İslam halifesidir. II.Mahmud neden ”Gavur Padişah” diye anılmıştır?

II. Mahmud da geleneksel ve muhafazakâr çevreler tarafından ”Gavur Padişah” olarak anılmıştır.



II. Mahmud devrinde özellikle kılık kıyafet alanında 1829’da atılan radikal adımlarla sarık,kavuk,şalvar yerine fes,pantolon, ceket gibi yeni kıyafetlerin benimsenmesi, onun ciddi bir biçimde eleştirilmesine neden olmuştur.



Bundan başka yine 1829’da İngilizler’in Osmanlı-Rus barışını sağlayan Edirne Antlaşması’nı (14 Eylül 1829) kutlamak üzere Blonde Firkateyni’nde verdikleri baloya ilk defa Osmanlı devlet adamlarının katılmış olması söz konusu muhafazakâr çevrelerin tepkilerini çeken bir başka gelişme olmuştur.



1836 sonlarında padişahın resimlerinin (Tasvir-i Hümâyûn) devlet dairelerine asılması yönünde alınan karar ve bu amaçla yapılan tören, muhalif ve muhafazakâr çevreleri rahatsız eden bir başka husustu.



II. Mahmud’un içki içmesi de onun böyle ithama maruz kalmasında rol oynayan önemli etkenlerdendi.Haziran 1839’da bünyesi iflas eden ve hastalığı iyice şiddetlenen II. Mahmud’a içki yasağı getirilmek istendi.Ancak Hekimbaşı Abdülhak Molla, sultanın alkol alışkanlığı nedeniyle böyle bir yasağın birden bire değil, tedricen uygulanmasının daha doğru olacağını ileri sürmüştü.



Bu tür gerekçeler arasına, işlevlerini yitirmiş bazı kurumların ortadan kaldırılması, kadınların mesire yerlerinde dolaşmaları, Avrupai tarzda kıyafet satan dükkanların çoğalması, kadınların dondurmacı ve şekerci dükkanlarına gitmeye başlamalarını da dahil edebiliriz.

II. Mahmud’un dini uygulamalar açısından önceki dönemlerden farklı bir çizgide olduğunu söylemek mümkün değildir.Selefleri gibi o da Cuma Selamlığı gibi dini-siyasi gelenekleri sürdürmüş, Ramazan aylarında teravih namazlarına ve Kadir gecesini kutlamak üzere tertip edilen Kadir Alayları’na katılmıştır.Dahası devlet memurlarının namazlarını aksatmaması konusunda bizzat kaleme aldığı müteaddit hatt-ı hümâyûnlarla sadrazamları uyardığını biliyoruz.Diğer yandan devletin içinde bulunduğu sıkıntıların, dinden uzaklaşmanın getirdiği yozlaşmadan kaynaklandığını, dolayısıyla dini anlamda herkesin kendine çeki düzen vermesi gerektiği şeklindeki uyarıları dikkat çekicidir.Kadınların gerek mesire yerlerinde gerekse çarşı pazarlarda uygunsuz kıyafetlerden kaçınması, yaşmaksız gezmeleri ve vücut hatlarını orataya çıkartan kıyafetlerden ve laubali tavırlardan kaçınmaları yönündeki ikazlarını içeren hatt-ı hümâyûnları onun muhafazakârlığını ortaya koyan unsurlardandır.Bu tür örnekleri çoğaltmak mümkün.Kısacası II. Mahmud devrinde dini hayata dair önceki dönemlerden farklı hiçbir uygulamadan bahsetmek mümkün değildir.Değişim fes, pantolon, üniforma ve devlet dairelerine resim asmak gibi birtakım zahiri uygulamalardan ibarettir.Bunlardan fes ve üniforma , askerin talim ve hareket kabiliyetini arttırmak amacıyla atılan pratik adımlar olup daha sonra sivil memurlara da teşmil olunmuştur.Üstelik II. Mahmud’un bu hususun istismar konusu yapılacağını pekla bildiğinden kıyafet konusundaki düzenlemeden ilmiye sınıfını muaf tutmuştur.Resim asma meselesi ise II. Mahmud’un çağdaşı diğer devletlerdeki bir uygulamayı taklit etmesinden ibarettir.Bu tür uygulamalara sınırlı da olsa ulemadan bazılarının da destek verdiği göz ardı edilmemelidir.



Yukarıda temas edilen hususların, değişim karşısında geleneğe sığınan ve eski imtiyazlı konumlarını kaybeden birtakım kesimleri rahatsız ettiği muhakkaktır.Ancak bu, işin zahiri kısmıdır.Bize göre bu yaftalamanın kaynağı ulema (ilmiye sınıfı)’nın elinden alınan idari ve mali imtiyazlardır.1826’da Vaka-yı Hayriye ile Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ulemanın padişahlara aba altından gösterdikleri sopanın ellerinden alınması anlamına gelmekteydi.Bundan başka yeni ordunun finansmanı için vakıf gelirlerinin yeniden düzenlenmesi ve söz konusu büyük gelir kalemlerinin Evkaf Nezareti kurularak hazineye kanalize edilmesi, ilmiye sınıfını mali anlamda çökertmişti.Ellerinden alınan bu büyük gelir, aynı zamanda onların siyasi anlamda da etkinliklerinin azalması ve sultana daha bağımlı kullar hâline getirilmelerinden başka bir şey değildi.Ulema dışında, eski imtiyazlı konumlarını kaybeden yeniçeri kalıntıları ve onlarla işbirliği yapan bazı kesimler ile tekkeleri kapatan, yıktıran ya da Nakşibendile’re devreden Bektaşıler’in de onun gavur olarak nitelenmesinde büyük katkıları olmuştur.

Kaynak: Sorularla Osmanlı Tarihi Erhan Afyoncu sh.486, 487 ve 488 – Tarihenotdus.com.

https://tarihenotdus.org/osmanli-padisahlari/ii-mahmud-gavur-padisah-miydi/

14 Haziran 2020 Pazar

CEMAL PAŞA'NIN ÖLDÜRÜLMESİ



CEMAL PAŞA'NIN ÖLDÜRÜLMESİ


Cemâl Paşa, İkinci Meşrutiyet Dönemi’nde İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin önde gelen yöneticilerindendi. Özellikle Üç Paşalar İktidarı olarak da bilinen 1913-1918 arasında Osmanlı Devleti’nin iç ve dış siyasetinin belirlenmesinde önemli rol oynadı. Ayrıca I. Dünya Savaşı’nda en önemli cephenin komutanı olarak görev yaptı. Bundan dolayı yenilginin ve İttihat ve Terakkî Cemiyeti yönetiminin birinci dereceden sorumlularından sayıldı.

Cemal Paşa diğer iki paşayla(Enver ve Talat paşalar) beraber yurt dışına kaçtı.

Cemal Paşa'nın Öldürülmesi:

Türkiye’ye dönme hazırlıkları içindeyken, Ankara Hükümeti'nin Tiflis Mümessili (Büyükelçisi) Ahmet Muhtar Bey'le mümessillikte akşam yemeği yediği 21 Temmuz 1922 tarihinde Tiflis’te bulunduğu sırada öldürüldü. Cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi.

Bu suikastın, Stalin’in emriyle, o sırada Gürcistan Çeka’sının başında olan Lavrenti Beria tarafından tertiplendiğine dair iddialar vardır.Cemâl Paşa’yı Ermenilerin mi, yoksa Rus Gizli Servisi’nin mi öldürdüğü meselesi bugün hâlâ tartışılmaktadır.

Cemal Paşa'nın cenazesi Tiflis'te morgda. Suikaste uğradığı tarih ve yer: 21 Temmuz 1922, Tiflis, Gürcistan.

İkdam Gazetesinin Talat, Enver ve Cemâl Paşaların yurtdışına kaçışını duyuran ilk sayfası


İkdam Gazetesinin Talat, Enver ve Cemâl Paşaların yurtdışına kaçışını duyuran ilk sayfası - 4 Kasım 1918.

Fotoğrafların üzerinde "Üç paşa daha kaçtı"yazıyor.

Soldaki sütunda "Avusturya- Macaristan'da" yazıyor.

ÜÇ PAŞA YURT DIŞINA KAÇTI

İkdam Gazetesinin Talat, Enver ve Cemâl Paşaların yurtdışına kaçışını duyuran ilk sayfası - 4 Kasım 1918.
Fotoğrafların üzerinde "Üç paşa daha kaçtı"yazıyor.

Öteden beri Fransız yanlısı olarak bilinen İngilizlerlede işbirliği yapan Cemâl Paşa, I.Dünya Savaşı öncesinde Fransa’nın desteğini kazanmak amacıyla Fransa’ya gitti. Ama siyasal ittifak sağlayamadı ve bunun üzerine Alman yanlısı Enver Paşa ve Talat Paşa ile birlikte 2 Ağustos 1914’te yapılan Osmanlı - Alman İttifakı’nı isteksizce destekledi.

3 PAŞA YURT DIŞINA NASIL KAÇTILAR?

Osmanlı İmparatorluğu'nu I. Dünya Savaşı'na sokan ve yenilginin baş sorumlusu olarak görülen Enver, Talat ve Cemal Paşaların İstanbul'dan nasıl kaçtıkları, ortaya çıktı.
İmparatorluğun yenilgisini belgeleyen imzalanan Mondros Mütarekesi'nden (30 Ekim 1918) kısa bir süre sonra ortadan kaybolan İttihat ve Terakki Partisi liderlerinin İstanbul'dan ne zaman ve nasıl kaçtıkları şimdiye kadar farklı biçimlerde açıklanıyordu.

Almanya'da yaşayan araştırmacı-yazar Dr. Mete Soytürk ünlü paşalarla, toplam dokuz üst düzey İttihatçı'nın kaçışlarını bizzat organize eden Alman Deniz Kurmay Yüzbaşı Hermann Baltzer'in bu konuyu ele alan yazısını bularak, Türkçe'ye çevirdi.

1933'de kaleme alındı


Yüzbaşı Baltzer'in paşaları 1 Kasım 1918 gecesi İstanbul'un çeşitli köşelerinden toplayıp, Tarabya'da dermirli Alman torpido gemisine nasıl götürdüğünü ve oradan Sivastopol'a nasıl yolcu ettiğini anlatan yazısı Kasım 1933'de "Orientrundschau" adlı dergide "Dünya Savaşı'nın üç büyük Türkü, Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonları. 1 Kasım 1918'den bir anı" başlığı altında yayınlanmış.

İşgal altındaki İstanbul'dan üç paşa ve arkadaşlarını kaçıran Balztzer, bu olaydan sonra İstanbul'da 8 ay daha kalmış ve bu sürede sürekli İngiliz ve Fransız işgal güçlerinden subayların sık sık "Paşaların ne zaman ve nasıl yurtdışına çıktıkları" yolunda sorularıyla karşılaşmış.

Baltzer'in 1933'te bu olayı anlatmasına rağmen, Türkiye'de halen bu konuda farklı açıklamalar bulunuyor ve tarih kitaplarında paşaların, bir Alman denizaltısıyla İstanbul'dan kaçırıldıkları ileri sürülüyor.

Savaşın yenilgiyle sonuçlanmasının ardından iktidardan düşürülen İttihatçı liderlerle ilgili olarak İstanbul'da "Galata Köprüsü üzerindeki sokak feneri direklerine asılacakları" yolundaki söylentilerin ortalığı kapladığı sırada, İstanbul'daki Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda paşaların kaçırılmasına karar verildiğini belirterek yazısına başlayan Yüzbaşı Baltzer, yakın tarihimizin bu ilginç dönüm noktasına tanıklığını aşama aşama anlatıyor.

"Parola Enver'i söylediler"


1 Kasım 1918'de, İstanbul'da Alman Akdeniz Filosu Karargahı'nda Türkiye'nin 1914 yılında bizim yanımızda savaşa girmesini borçlu olduğumuz, eski bakanlara nasıl bir yardımda bulunabileceğimiz konuşuldu. Bunun üzerine karargahın en genç kurmay subayı olarak ben paşaların kaçırılması planını gerçekleştirmeye aday oldum."

Kaçırma operasyonuna akşam saat 21.00 sularında başladığını anlatan yüzbaşı, askeri demiryollarına ait bir motorla Eminönü'nden denize açıldıklarını, önce Moda iskelesinde, parolayı sorduklarında "Enver" yanıtını aldıktan sonra Talat Paşa, eski İstanbul Valisi Bedri Bey ve beş kişi aldıklarını, ardından Arnavutköy'den yanında birkaç kişiyle birlikte Enver Paşa'yı, son olarak da Boyacıköy'den Cemal Paşa'yı alarak, Tarabya açıklarında duran Alman torpidosuna götürdüklerini, ayrıntılarıyla açıklıyor.

Tüm yolcuların ellerinde küçük birer valizle geldiklerini, motora biner binmez feslerini çıkarıp, birer şapka taktıklarını yazan Yzb. Baltzer, konuklarını eskiden Rusların Karadeniz Filosu'na ait olan ve birkaç haftadır Alman bayrağı altında görev yapan R-1 torpidosunun "geniş ve ferah kaptan kamarası"na bıraktıktan sonra, Tarabya'da oturan askeri rahibin evinde kalan gemi kaptanı Yüzbaşı Alfred Kagerah'ı çağırmaya gittiğini belirtiyor ve şöyle devam ediyor:

Şimdi Almanya'nın başpiskoposu olan Rahip Müller bu gece yarısı ziyareti karşısında epey şaşırdı. Biraz sonra kaptanı gemisine götürdüm ve Türk konuklarımızı mümkün olduğunca hızla Sivastopol'a götürüp, karaya çıkarma emrini ilettim"

"Kendilerini belirsiz bir gelecek bekliyordu"

Paşalarla vedalaşmasını "Geminin kaptan kamarasındaki yuvarlak masa etrafında toplanmış, sessizce oturan Türk konuklarımızın ellerini sıktım. Bu kişiler kendilerini belirsiz bir geleceğin beklediğini biliyorlardı. Fakat bir zamanlar Türkiye'nin en güçlü üç kişisinin sonunun, bir kaç yıl sonra yabancı diyarlarda feci bir şekilde olacağını kimse bilemezdi" sözleriyle anlatan yüzbaşı, geminin 2 Kasım 1918'de gönderdiği telsiz mesajında Türk karasularını terk ettiklerini ve açık deniz olduğunu bildirdiğini belirtiyor.

Yüzbaşı Baltzer'in ünlü paşalara ilişkin anıları burada sona eriyor.


Ancak, bu önemli belgeyi ortaya çıkararak, konuyu açıklığa kavuşturan Dr. Soytürk, 3 Kasım'da Sivastopol'a ulaşan yolcuların buradaki maceralarını da orada Ruslarla Almanlar arasında imzalanan barış anlaşmasından sonra deniz trafiğini denetlemek amacıyla görevli komisyonun başkanlığını yapan Alman Amiral Albert Hopman'ın anılarını yazdığı kitaptan bulmuş.

Burada torpidonun 3 Kasım sabah 08.00'de Sivastopol Limanı'na girdiğini açıklayan Amiral, geminin kaptanı karargahına gelerek, paşaların yanında olduğunu, Almanya'ya gitmek istediklerini kaydediyor.

"Gidip eski dostların ellerini sıkmak istedim, fakat gizlilik gereği bundan vazgeçtim" diyen Amiral Hopman, siyah gözlük takmış ve kılık değiştirmiş olan Enver Paşa'yla karargahının bulunduğu otelde karşılaştığını, ancak tanımamış gibi yaptığını anlatıyor.

Amiral'in anılarına göre Enver Paşa, burada Almanlardan Kafkasya'ya gidebilmek için araç istediğini, olumsuz yanıt alınca da bir Tatar yelkenlisiyle Karadeniz'e açıldığını ve maceralı bir yolculuk sonunda hedefine ulaştığını açıklıyor.

Bilindiği gibi Sıvastopol'da 3 Kasım'da ulaşan paşalar, İstanbul'u bir daha göremediler. Enver'den burada ayrılan Talat ve Cemal paşalarla, arkadaşları Almanya'ya gittiler.

Talat Paşa, 1921'de Berlin'de ve Cemal Paşa 1922'de Tiflis'te Ermeniler tarafından, Enver Paşa'da 1922'de Ruslarla girdiği bir çatışma vurularak öldürüldüler.

13 Haziran 2020 Cumartesi

Moğollara Diz Çöktüren, Haçlıları Darmadağın eden Türk Komutan Baybars


CEMAL PAŞA'NIN HAÇ MADALYASI NE OLUYOR?


                                                  

 İNGİLİZLERDEN MAAŞ ALAN CEMAL PAŞA

Kendisini Fransız yanlısı gösterip, İngilizlerle işbirliği yapıyor.

Osmanlı’yı yıkmadan önce içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar. (...) İngilizlerden maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin (...) genç kızlarını konağına getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu işlemi yapmıştır. Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak, Araplar Osmanlıya düşman yapılmıştır.



https://www.yeniakit.com.tr/haber/hasan-cemalin-dedesi-de-ingilizlerin-satin-aldigi-pasalar-arasinda-miydi-164146.html?fbclid=IwAR3kBxo9fl0AlB_nbaoy1_0bYJep-cCREN22MX8wqVNLXWW6QW4bGNyT9fE



İngiliz ajanı Cemal Paşa'nın cenazesi Tiflis'te morgda. Suikaste uğradığı tarih ve yer: 21 Temmuz 1922, Tiflis, Gürcistan 

MASON NİZAM DURUŞU



MASON NİZAM DURUŞU
Veliaht Murat, üvey kardeşleri Reşat ve Kemalettin ile, 1870'ler.

Halife II. Abdülmecid





II.Abdülhamid'in tahttan indirildiğini bildiren



II. Abdülhamid'in tahttan indirildiğini bildiren Aram Efendi,Selanik Mebusu Emanuel Karasu Efendi,Mebusan Meclis'inden Draç Mebusu Jandarma Mirlivası (Tuğgeneral) Esat Paşa ve Bahriye Feriki (Koramiral) Arif Hikmet Paşa'lar