30 Aralık 2012 Pazar

KAMAL BALIKESİR'DE HUTBE VERDİMİ?



KAMAL BALIKESİR'DE HUTBE VERDİMİ?

Her ne kadar başlığa Balikesir “Hutbesi” yazdıysamda, M. Kemal’in(Gerçek adı Kamal)yaptığı konuşma “Hutbe” olamaz. Hutbenin Cuma ve Bayram namazlarının bir unsuru olduğunu bilmek için ilahiyat tahsili almaya... veya derin dini bilgiye sahip olmaya gerek yok.

Söz konusu konuşma 7 Şubat 1923 tarihinde yapıldı ve bu tarih “Çarşamba” gününe tekabül ediyor. Ne Cuma, ne de Bayram günü. Inanmayanlar şu linkteki online (internet) takvimden arattırabilirler:
http://www.takvim.com/index.php

***

Demek ki, kemalistlerin şımarık bir çoçuk edasıyla dillendirdikleri gibi M. Kemal “ilk ve tek” hutbe okuyan Cumhurbaşkanı değildir. Kaldı ki, o tarihte M. Kemal Cumhurbaşkanı bile değildi. Ilk Cumhurbaşkanlığı seçimi 29 Ekim 1923 yılında gerçekleştirilmiştir.

Anlayacağınız yalan üstüne yalan… Kemalist rejim dile gelse, kesin; “nerem doğru ki” derdi.

Neyse…

Kemalistler M. Kemal’in müslüman olduğunu ispatlamak için Balıkesir’de yaptığı bu “hitabeyi” delil olarak sunarlar…

M. Kemal’in bu konuşmasından iki paragraf alıntılayacağım, bakalım söyledikleri ile yaptıkları örtüşüyor mu?

“Ey millet! Allah birdir, şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, sevgi ve iyiliği üzerinize olsun. Peygamberimiz Efendimiz Hazretleri, Cenâb-ı Hak tarafından insanlara dinî hakikatleri tebliğe memur edilmiş ve resul olmuştur. Temel nizamı, hepimizin bildiği Kur’ân-ı Azimüşşan’daki açık ve kesin hükümlerdir.”

***

Temel nizamın Kur’an’daki açık ve kesin hükümler olduğunu söylüyor, o halde neden bayrağı Haç olan Isviçre’den medeni, Diktatör Hitler’in Nazi Almanya’sından borçlar/ticaret ve Diktatör Mussolini’nin faşist Italya’sından ceza kanunlarını temel nizam olarak müslüman millete dayatıyor??

Burada açıkça tenakuz var?

Demek ki, M. Kemal bu konuşmasında samimi değildi...

***

Bir paragraf daha:

“Efendiler! Camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler, söylenenleri dinleme ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılması lazım geldiğini düşünmek, yani birbirimizin görüş ve düşüncelerini almak için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihninin başlı başına faaliyette bulunması lâzımdır. İşte biz de burada din ve dünya için, geleceğimiz için her şeyden önce hakimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım.”

***

Madem Camiler din ve dünya işlerinin konuşulması gereken yerdir, o halde neden din ve dünya/devlet işlerini ayırdı?

Peki, neden Camiler için kapatma kanunu çıkarılıp, 19 Şubat 1932 tarihinde “Halkevleri” kuruldu?

O halde neden bir daha bu konuşmadan sonra Camiye giderek din ve dünya işleri hakkında bir konuşma yapmadı?

Bu sorular cevapsız kalmaya mahkumdur herhalde… Gördüğünüz gibi, çelişki üstüne çelişki. Bu noktada cevaplanması gereken başka bir soru var…

M. Kemal neden bu konuşmayı yaptı?

Bize göre Lozan görüşmeleri yakın zamanda kesildiği için, muhtemelen karşı tarafa; “Ya benimle anlaşırsınız, ya da Hilafeti (dolayısıyla Şeriat’ı) kaldırmam” mesajı verdi.

Tabii bir de halkın duymak istediği şeyleri söylemek o kritik dönem için önemliydi. Balıkesir insanının milli ve dini duygularının çok kuvvetli olduğunu hesaba katarsak, vakayı daha iyi kavramış oluruz.

Yani, resmen dini kullandı.

***

M. Kemal’in daha sonra dinimizin aleyhinde sözleri de olmuştur. Bu durumu Kazım Karabekir, söz konusu Balıkesir konuşmasına da değinerek hatıralarında şöyle yazmaktadır:

“16 Ağustos’ta İsmet Paşa ile görüştüm. 18 Temmuz’da Teşkilât-ı Esasiye münasebetiyle Fethi Bey ve arkadaşlarıyla yaptığımız (islâmlık terakkiye -ilerlemeye- manidir) münakaşasını ve Gazi M. Kemal’in yakın zamanlara kadar her yerde islâm dinini, Kur’ân’ı ve hilâfeti medh-ü sena ettiği ve pek fazla olarak Balıkesir’de minbere çıkıp aynı esaslarda hutbe (Karabekir paşa da hutbe derken yanılmaktadır) dahi okuduğu halde dün gece Heyet-i ilmiye muvacehesinde Peygamberimiz ve Kur’an hakkında hatır ve hayale gelmeyecek tecavüzde bulunduğunu anlattım ve bu tehlikeli havanın Lozan’dan yeni geldiği hakkındaki kanaatin umumi olduğunu da söyledim.”[1]

***

Hatta Kazım Karabekir paşaya göre M. Kemal Halife ve Padişah olmak istiyordu:

“Hilâfet ve saltanatı almak için koyu bir mutaassıp çehre ile minberlere kadar çıkıp hutbeler okumak, muvaffak olamayınca da bizzat medh-ü sena edilen mukaddesata dil uzatmak ve bunları altüst etmek üzere bir diktatörlüğe çıkmak gibi iki tehlikeli ifradın birinden diğerine atlamak herkesin yapabileceği bir iş değildi. Fakat bu felaha (kurtuluşa) doğru bir gidiş de değildi.”[2]

***

Neticede M. Kemal’in Balıkesir’de söyledikleri sadece kağıt üzerinde kaldı. Artık kimse Balıkesir “Hutbe”sine dayanarak, M. Kemal’in müslüman olduğunu iddia etmesin. Kur’an’a göre de Müslüman olmayan idareciye itaat edilmez.

***

Bana göre halkla resmen alay etmiştir… Bu arada nedense aklıma şu ayetler geldi:

Bakara Suresi

14 – Onlar iman edenlere rastladıkları zaman: “İnandık” derler. Fakat şeytanlarıyle yalnız kaldıkları zaman: “Biz, sizinle beraberiz, biz sadece (onlarla) alay ediyoruz.” derler.

15 - (Asıl) Allah onlarla alay eder ve taşkınlıkları içinde serserice dolaşmalarına mühlet verir.

***

Başka bir konuda da belirtmiştim, buraya da yazayım… Cenab-ı Hakk “15″inci ayette; “serserice dolaşmalarına `mühlet´ verir.” buyuruyor.

M. Kemal’de Ekim 1923′ten, Kasım 1938 yılına kadar tam “15″ yıl saltanat sürmüştür.

Tesadüflere inanmam…


**********


KAYNAKLAR:

[1] Kazım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 85

[2] Kazım Karabekir Anlatıyor, Yayına Hazırlayan: Uğur Mumcu, Tekin Yayınevi, Ankara 1993, sayfa 115.

***

Konuyu Internet sitemizde görüntülemek için tıklayın ve böylece bize destek olun:
http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/14/m-kemal-ataturkun-balikesir-hutbesiyle-ilgili/


**********

`K. Çandarlıoğlu´


**********


"Belgelerle Gerçek Tarih" isimli 792 sayfalık çalışmamızı ücretsiz indirebilirsiniz:
http://www.mediafire.com/?vgk9k8cozdpy7ez


Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:

"
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com "

***
https://www.facebook.com/TarihveDinArastirmalariMerkezi

Mobilciler, yani cep telefonundan girenler için: http://m.facebook.com/TarihveDinArastirmalariMerkezi
*****Tarih ve Din Araştırmaları Merkezi
.

LOZAN'A İMZA VATANA İHAMNETTİR!...



LOZAN'A İMZA VATANA İHAMNETTİR!...


- "SURİYE HALKINA KARŞI ASIL CİNAYET LOZAN"DA İŞLENDİ"

- "NOEL BİR PAGAN GELENEĞİ, HRİSTİYANLIKLA ALAKASI YOK"


... - "ŞAPKA TAKMAYAN İNSANLARIN BAŞINA KATRAN SÜRÜLDÜ"

Video için: http://www.ahaber.com.tr/Gundem/2012/12/29/kadir-misiroglu-lozana-imza-vatana-ihanettir


Kaynak; Üstad Kadir Mısıroğlu

Atatürk Mason localarını kapattı mı?






Atatürk Mason localarını kapattı mı?
M. Kemal Atatürk mason mu?

 
(Fotoğraf: Bu resim, M. Kemal Atatürk’ün mason olduğunu îtiraza mahal bırakmayacak bir şekilde göstermektedir)

M. Kemal, mason olmak için ilk başvurusunu, 1905 Kasım’ından 19...
07 Ekim’ine kadar görevli kaldığı Şam’da yapmıştır. Mimar Sinan dergisinde Semih Tezcan “Mim Kemal Öke ve Atatürkle Diyalogu” başlıklı makalesinde, Büyük Üstad Mustafa Hakkı Nalçacı’nın torunu Ümit Nalçacı’dan rivayeten, M. Kemal’in Şam’da görevliyken Mason olmak için yaptığı başvurunun kabul edilmediğini yazmaktadır.[5] “M. Kemal 13 Ekim 1907′de (Şamdaki görevini tamamlayarak) Selanik’e döner. 29 Ekim 1907′de İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne girer. Üye alımları ya Ömer Naci’nin evinde, ya da mason locası `Macedonia Risorta´nın bekleme odasında yapılmaktadır. Ikinci mekanda subaylar önce tekris edilerek mason, sonra yemin ettirilerek Cemiyet üyesi yaptırılmaktaydı.”[6] diyen mason yazar Tamer Ayan, üye listelerinde yer alan isimlerden bazılarını sıraladıktan sonra bir sonraki sayfada konuyla ilgili değerlendirmesini şöyle yapmaktadır:

“Atatürk çevresindeki, hem ittihatçı, hem mason olan asker ve sivil arkadaşlarının etkisiyle, `önce mason, sonra ittihatçı´ kuralına uygun olarak önce `Macedonia Risorta´ locasında mason olmuş ve bunu takiben de Ittihat ve Terakki Cemiyeti’ne 1907 yılında 322 numara ile üye yapılmıştır.”[7]

Araştırmacı Bilal Şimşir, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanan, “Ingiliz Gizli Belgeleri’nde Atatürk” adlı çalışmasında, 20 Ocak 1921 tarih ve sayı 35, Istanbul Genel Karargahı’ndaki General Harington’dan Ingiltere Savunma Bakanlığı’na gönderilen “Şifre Tel No:1,9821-Gizli” kayıtlı evrakta, M. Kemal hakkında derlenen bilgilerde;

“1907′de Selanik’e atanınca, Ittihat ve Terakki’ye ve İtalyan Mason Locası’na girdi”[8] denildiğini aktarmaktadır.

***

YAZININ DEVAMINA BURADAN ULAŞABILIRSINIZ:
http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/05/13/m-kemal-ataturk-mason-mu-ataturk-mason-localarini-kapatti-mi/

***Tarih ve Din Araştırmaları Merkezi / K. Çandarlıoğlu

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
"
www.belgelerlegercektarih.wordpress.com "

Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sünneti (hıtam) Yasaklama Teşebbüsü




Cumhuriyetin İlk Yıllarında Sünneti (hıtam) Yasaklama Teşebbüsü.


Kemalistlerin alkışlayıp övdükleri Atatürk dönemi; Müslümanların donlarının içinin bile değiştirilmek istendiği bir dönemdi.

Fotoğrafta, Türkiye’de Müslüman çocukların "sünne...
t (hıtam) edilmelerinin yasaklanmak istenmesi" hareketine karşı Mustafa Sabri Efendi’nin o sıralarda Batı Trakya’da çıkarmakta olduğu “Yarın Gazetesi”nde verdiği cevaba ait makalenin başlığı görülmektedir.

***
http://belgelerlegercektarih.wordpress.com/2012/07/25/cumhuriyetin-ilk-yillarinda-sunneti-hitam-yasaklama-tesebbusu/

***Tarih ve Din Araştırmaları Merkezi / K. Çandarlıoğlu

Alıntılarda şu şekilde kaynak belirtiniz:
"
http://www.belgelerlegercektarih.wordpress.com/ "

29 Aralık 2012 Cumartesi

Atatürk:"Dine ihtiyaç duyan bir yönetici korkaktır"



Atatürk:"Dine ihtiyaç duyan bir yönetici korkaktır"


Ahlaksız bir Arap'ın dini görüşlerinden oluşan İslam artık ölmüştür. Belki çöldeki göçebe kabilelerine uygun olmuş olabilir, ama gelişmekte olan modern bir ülke için değil.. Dine ihtiyaç duyan bir yönetici korkaktır. Hiçbir korkak, yönetici olmamalıdır."

KAYNAK:
Grey Wolf, Mustafa Kemal, An Intimate Study of a Dictator, H.C. Armstrong, sayfa 241, 1934

23 Aralık 2012 Pazar

ÖYLE BİR GEÇER ZAMANKİ

Kanuni Sultan Süleyman Kimdir?


 
Kanuni Sultan Süleyman Kimdir?
 
Dünyanın muhteşem, biz Türklerin ise Kanûnî adıyla andığımız ünlü Osmanlı padişahıdır. 27 Nisan 1495 günü, babası Yavuz Sultan Selim'in vali olarak bulunduğu Trabzon'da doğdu. 1520 yılında tahta çıktı ve en uz...un süre saltanat süren Osmanlı padişahı oldu. Kanûnî'nin tahtta kaldığı 46 yıl içinde Osmanlı İmparatorluğu en yüksek noktasına ulaştı. Kanûnî, torununun oğlunu gördükten sonra 7 Eylül 1566'da Zigetvar muhasarası sırasında harp meydanındaki otağında öldü.

Osmanlı İmparatorluğunun en yüksek devrinde hükümdar olan Kanûnî Sultan Süleyman, cihangir bir padişahtı. İmparatorluğunun bir ucundan güneş doğar, öbür tarafından batardı. Türkiye bir “güneş ülkesi” idi. İmparatorluğun içinde yaşayan Müslüman ve Hıristiyan tebaalar tam bir hürriyet ve saadet içinde yaşamakta idiler.

Müslümanlar camilerinde ne derece hür ibadet ederlerse, Hıristiyan tebaa da aynı derecede serbestçe ayin ve ibadetlerini yaparlardı. Ticaret serbestti, en yüksek derecesini bulmuştu.

Kanûnî’nin saltanat sürdüğü XVI. yüzyılda Osmanlı Devleti’nin nüfusu 110 milyondu. O devirde bu kadar büyük bir nüfusa sahip bir devlet yoktu. İmparatorluğun yüz ölçümü sekiz milyon kilometre kare olup devlet, Avrupa Türkiye’si, Asya Türkiye’si ve Afrika Türkiye’si olmak üzere üç kıtaya hakimdi. Sınırlarımız Viyana kapılarından Kafkasya’ya, buradan da Fas’a kadar devam etmekteydi. İmparatorluk tam otuz sekiz devleti idaresi altına almıştı.

Böylesine haşmetli bir devirde Osmanlı tahtında bulunan Kanûnî Süleyman’a Avrupalılar Muhteşem Süleyman, Türkler de bir kanunname meydana getirdiğinden dolayı Kanûnî unvanını vermişlerdir.

Kanûnî, Yavuz Sultan Selim’in oğludur. Yavuz Sultan Selim, annesi Gülbahar Sultan ve eşi Hafize Ayşe Sultanla beraber Trabzon’da bulunuyordu. Babası II. Bayezit onu Trabzon’a Vali tayin etmişti. Bir Türkmen kızı olan eşi Hafize Ayşe Sultan sima itibariyle pek güzeldi, kalbi de o derece yüksekti.

Hafize Sultan, 1494 tarihinde Trabzon’da bulunan Ortahisar sarayında bir erkek çocuk doğurdu. Yavuz Selim, oğlunun adını Süleyman koydu. Oğlunun doğumunu babası Bayezid-i Veli’ye bildirdi. Hafize Sultan’ın sütü az olduğundan Beşiktaş Dergahı şeyhlerinden Yahya Efendi’nin annesi, Süleyman’a süt anası olarak tayin olundu. Süleyman on bir yaşında iken, çok sevdiği büyükannesi Gülbahar Sultan öldü. Onu, İmaret Camii haziresine gömdüler. Bundan sonra Süleyman’ın terbiyesiyle annesi meşgul oldu. Yavuz’un tek erkek evladı Süleyman’dı. Dört tane de kızı dünyaya gelmişti.
Şehzade Süleyman’a devrin en büyük alimlerinden Kastamonulu Mevlana Hayreddin hoca olarak tayin olundu.

Bu hoca ona okumayı, yazmayı ve diğer ilimleri öğretti. Süleyman bir yandan kültür derslerini öğrenirken ayrıca kuyumculuk sanatını da öğrendi. İstanbul’un en meşhur kuyumcularından Unkapanı’nda dükkanı bulunan Kostantin Usta ona kuyumculuğu öğretti. Fakat günün birinde Şehzade Süleyman hocasının verdiği işi yapamadı. Ustası ona kızarak : “Sana bin sopa atacağım...” diye yemin etti. Bunu duyan Valide Sultan, hocasını huzuruna çağırtarak oğlunu affetmesini rica etti. Hatta oğlunu affederse ona bin altın vereceğini vadetti. Kostantin Usta, Valide Sultanın ricasını kabul etti. Biraz sonra çırağı Süleyman’ı yanına çağırarak bu altınlardan yüz tane ince tel yapmasını söyledi. Yeminini yerine getirmek için Süleyman’ın yapmış olduğu bu telleri bir araya getirip Süleyman’ın tabanına on kere vurdu, Süleyman da cezasını hafifçe atlatmış oldu.

Yavuz Sultan Selim, bir ordu ile babasının üzerine yürüyerek Bayezid-i Veli’yi tahttan indirip padişahlığı ele aldı. O zaman Süleyman da hayli büyümüştü. Yavuz oğlunu devlet işlerine alıştırmak için onu Manisa’ya vali tayin etti. Süleyman, babası gibi kuvvetli bir şairdi. “Muhibbî” mahlasıyla şiirler yazıyordu. Bütün şiirleri bir Dîvan halinde toplanmıştır.

Hamasi bir şiiri şöyledir :

Allah, Allah diyelim rayet-i şah çekelim
Gözüne sürme deyu dûd-i siyahı çekelim
Pâyimâl eyleyelim kişverini sürh-serin
Yürüyüp her yanda şarka sipahi çekelim.

Hayatının sonlarına doğru söylediği beyitler arasında son derece kıymetli vecizeleri mevcuttur. Bunlardan biri :

Halk içinde muteber bir nesne yok Devlet gibi,
Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.

Babasının, 1520 tarihinde Çorlu’da gözlerini hayata yumması üzerine, Veziriazam Pîri Mehmet Paşa, Kanûnî Süleyman’ı saltanat tahtına davet etti. Kanûnî Süleyman, Osmanlı Padişahlarının onuncusu olarak 1520 tarihinde 26 yaşında padişah olarak tam kırk altı yıl saltanat sürmek bahtiyarlığına ulaştı. Babası ona zengin bir hazine, geniş bir ülke, kuvvetli ve tecrübeli bir ordu bırakmıştı. Kanûnî, XVI. asırda Türklerin hakanı, bütün Müslümanların Halifesi ve yeryüzünün en büyük hükümdarı oldu. Tarihte bu asra, “Türk Asrı” adı verilmektedir. Medeniyette ise Türkler, dünyanın en üstün mertebesine yükseldiler.

Kanûnî, azamet ve haşmetini ifade eden şu mektubunu, Fransa Kralı I. Faransuva’ya yazmıştı : “Ben ki, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman ve Rum’un ve Dulkadir Vilayetinin ve Diyarbekir’in ve Kürdistan’ın ve Azerbaycan’ın ve Acemin ve Şam ve Haleb’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve ecdadımın fethettikleri daha birçok diyarın Sultanı ve Padişahı Sultan Bayezid Han oğlu Sultan Selim Han oğlu Sultan Süleyman Han’ım; sen ki Frençe Vilayetinin kralı Françeskosun....”

İmparatorluğun sınırlarını doğuya doğru genişleten babası Yavuz Sultan Selim'in aksine Kanûnî Sultan Süleyman, İmparatorluğun Avrupa'da genişletilmesi siyasetini gütmüştü. Belgrad'ın tekrar alınışı, Rodos'un ele geçirilmesi, Fransız Kralı I. François'in Charles Quint'in elinden kurtarılması için Kanûnî 'ye elçi göndermesi ve bu sebeple yapılan deniz ve kara harekâtı, Macaristan seferi, Mohaç meydan muharebesi, Budin'in fethi, İkinci Macaristan seferi ve Viyana'nın kuşatılması, üçüncü Macaristan ve Alman seferleri hep bu siyasetin sonucu idi. Bu arada doğu da ihmal edilmemiş, İran ve Bağdat seferleri yapılmış, Kızıl Deniz'den Hint'e kadar her yere donanmalar gönderilmiş, Aden ve Yemen de İmparatorluk sınırları içine alınmıştı.

Osmanlı tarihinin en ünlü simaları da Kanunî Sultan Süleyman'ın saltanatına rastlayan bu altın çağda görülmüştü. Hükümdar olduğu devirde Mimar Koca Sinan, Fuzûli, Bakî gibi büyük sanatkarlar yetiştiği gibi, Barbaros Hayreddin gibi kahramanlar. Piri Mehmet Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük devlet adamları da yetişmişti.
Kanûnî’nin eşsiz veziri Piri Mehmet Paşa, ona : Padişahım; Avrupa’nın kapısı Belgrat, Akdeniz’in kilidi de Rodos’tur.! Dediği zaman Kanuni, Vezirinin işaret ettiği yerleri almaya karar verdi.

1521 yılında Belgrad’ı, 1522’de de Sen Jan Şövalyelerinin elinde bulunan Rodos Adasını fethetti. Bu fetihlerden sonra vezirliğe Makbul İbrahim Paşayı getirdi. İbrahim’i Manisa’da iken bir köle olarak yanına almış ve kendi terbiyesiyle yetiştirmişti.
Kanûnî Süleyman’ın en büyük seferi Mohaç Savaşıdır. Kanûnî, Macaristan’ı zaptetmek üzere dört yüz bin kişilik bir ordu ile Macaristan’a hareket etti. Türk ordusu bütün haşmetiyle Avrupa’ya girdi. Müttefik bir haçlı ordusu Mohaç Ovasında Türk Ordusunu beklemekte idi.

29 Ağustos 1526 tarihinde Türk Ordusu, aynı yerde harp düzenine girdi. Güneş henüz doğmuştu. Bir ezan sesi, bütün orduyu ayağa kaldırdı. Hepsi kıbleye dönerek namaza durdu. Renk renk ve çeşit çeşit kavuklu dört yüz bin Türk askeri, zümrüt yüzlü bu ovada açmış çiçeklere benziyordu. Tanrı huzurunda bir huşu içinde namaz kılan askerler, diz çöküp ellerini göğe kaldırarak Cenabı Haktan zafer niyaz ettiler. Namazdan sonra Kanûnî Süleyman parlak bir zırh giymiş olduğu halde otağının önüne konulmuş tahtına oturdu. Bu anda padişahın dokuz tuğu açıldı. Bundan sonra da tekbirlerle sancak açılarak alemdarlar etrafı sardılar. Orduyla gelen Hazine-i Hümayun da ihtiyatta muhafaza altına alındı.

Bundan sonra saflar arasından en yaşlı bir asker tahtın önüne gelip diz çöktükten sonra Padişaha karşı : Padişahım, dünyada harpten şerefli ne var? diye bağırdı. Bu sözü, bütün ordu tekrarladı. Sözü söyleyen yaşlı asker yerine döndüğü zaman ordunun büyük bir çoğunluğunu teşkil eden sipahiler atlarından indiler. Ellerindeki palalarını yere koyup üzerine bastılar, sonra palalarını kından çıkarıp hep bir ağızdan : Padişahım, din-i millet uğruna baş vermeğe geldik, hazırız! diye bağırdıktan sonra üç defa başlarına toprak serperek sipahi yeminini ettiler.

Bu merasim bittikten sonra Kanûnî taarruz emrini verdi. Sipahiler sağ ve sol kanatlarda, yeniçeriler ve padişah ise ordunun kalbinde yer aldılar. Taarruz başlamadan önce mehter takımı cenk havaları çalmaya başladı. Geleneğe göre harp bitinceye kadar mehter çalardı. Fil ve develerin üzerindeki büyük köslerin çıkardığı sesler her tarafı inletirdi. Taarruz başlayınca ilk defa Azaplar, bunların arkasından da yeniçeriler hücuma kalktılar. Macar Kralı Lui de ağır Macar süvarileriyle karşı taarruza geçti. Düşmanı içeri çekip bir anda cep içine aldılar. Bu anda sağ ve sol kanatlardaki sipahiler müttefik ordusunu sarıverdiler. Kanlı bir savaş başladı.

Bu anda Macar Kralı Lui de öldü. Bütün ordu perişan olup, bir kısmı da esir düştü. Mohaç seferi iki saat sürdü. Bu çeşit yıldırım harbi tarihlerde yazılı değildi. Kanûnî, Mohaç Seferiyle bütün Macaristan’ı fethetti. Ertesi gün de, kralın sarayında zafer tebriklerini kabul etti.

Alman İmparatoru Şarlken’in kardeşi Ferdinand, Macaristan topraklarına taarruza geçti. Bunun üzerine Kanûnî Süleyman, 1529 tarihinde büyük bir ordu ile Almanların üzerine yürüdü. Karşısında bir ordu görmeyince Viyana şehrini kuşattı. Fakat ağır toplar getirmediğinden dolayı Viyana şehri alınamadı. Ancak Türk akıncıları Almanya’nın göbeğine kadar akınlar yaptılar. Bunun üzerine bütün Avrupa heyecana kapıldı.

Kanûnî, batı seferlerinden sonra İran üzerine de bir sefer tertipleyerek Bağdat’ı fethetti. Türk orduları karalara hakim olduğu sıradaa, Türk Amiral Barbaros Hayrettin de Akdeniz’de Türk bayrağını dalgalandırıyordu. Barbaros Hayrettin, Venedikli Amiral Andrea Dorya’nın donanmasını Preveze’de mağlup etti. Bu büyük deniz zaferi neticesinde Akdeniz, bir Türk Gölü haline geldi. Aynı zamanda Türk donanması, Hind Denizinde de Portekiz sömürgecileriyle savaşa devam etti.

Kanûnî, son zamanlarında çok sevdiği Haseki Sultanı, Hürrem Sultan’la vaktini geçiriyordu. Nihayet ihtiyarlığında Roksolan adlı bu Rus kızının nüfuzu altında kaldı. Hürrem Sultan, oğlu Sarı Selim’i tahta çıkartmak için bir Türk anadan doğan Şehzade Mustafa’yı Konya Ereğli’sinde katlettirdi. Kanûnî’ye kadar bütün Türk padişahları Türk anadan doğan çocuklardı. Fakat Mustafa’nın ölümü ile Hıristiyan anadan doğan çocuklar da tahta geçmeye başladılar. Bundan sonra İmparatorluğun çöküşü başladı. Hürrem Sultan, damadı Hırvat Rüstem Paşayı Sadrazam yaptırdı. Bu vezir rüşvet alma usulünü meydana getirdi. Kanûnî’nin en son veziriazamı Sokullu Mehmet Paşa idi. Bu kudretli vezir, memleketin dış siyasetini başarıyla idare etti. Fakat “Tımar” usulünü bozmak suretiyle de bir kötülük yapmış oldu.

Kanûnî’nin 71 yıllık muhteşem yaşantısının on üçüncü ve sonuncu seferi Zigetvar üzerine oldu. Vergiye tâbi tuttuğu Alman İmparatorunun sözünü yerine getirmediğini gören Kanûnî, yaşlı, hasta ve bitkin haline rağmen bu sefere çıkmıştı. Kendisini hiç de iyi hissetmiyordu. İlk defadır ki bir seferde araba içinde yol alıyordu. Kanûnî., 46 yıllık saltanatının 10 yıl 3 ay 5 gününü seferlerde at sırtında geçirmişti. 5 Ağustos 1566 günü, Macaristan toprakları üzerinde, Almanların elinde bulunan Zigetvar Kalesi'nin muhasarası başladı. Kanunî Sultan Süleyman Hân, otağından bu kuşatmayı izliyordu.
Her geçen gün biraz daha bitkinleşmekteydi. 71 yaşındaki cihan padişahı, kuşatmanın birinci ayı dolarken artık yatağından kalkamaz hale gelmişti.

Bin bir şan ve şerefle dolu bir ömür tükenmek üzere idi artık. Pîri Mehmet Paşa, Makbul İbrahim Paşa, Ayas Paşa, Hadım Süleyman Paşa, Rüstem Paşa, Semiz Ali Paşa, Sokullu Mehmet Paşa gibi büyük sadrazamlar, Barbaros Heyrettin Paşa, Aydın Reis, Pîri Reis, Turgut Paşa, Seydî Ali Reis gibi yaman kaptan-ı deryâlar, Piyâle Paşa, Uluç Ali Reis gibi namlı denizciler, Devlet Giray, Lala Mustafa Paşa gibi ünlü kumandanlar, Koca Mimar Sinan, Karahisarî, Nakkaş İbrahim, Fuzulî, Bakî gibi ölümsüz eserler bırakan dev sanatçılar arasında geçen 46 yıllık saltanatın son demleri gelmişti.

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi
Olmayâ devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi
Saltanat dedikleri bir cihân gavgasıdır
Olmayâ baht u saadet dünyada vahdet gibi

sözlerinden oluşan ölümsüz mısraların da güçlü şairi olan cihan padişahı Kanûnî Sultan Süleyman Hân, 7 Eylül 1566 Cumartesi, günü sabaha karşı harp alanındaki otağında top sesleri, kılıç şakırtıları, kös gümbürtüleri ve mehter növbetleri arasında son nefesini verirken Zigetver Kalesi düşmek üzere idi.

Bu nedenle büyük Sadrâzam Sokullu Mehmet Paşa, cihan padişahının vefat haberini askerden sakladı. Otağda, Hekimbaşı Kaysûnizâde Mehmet Çelebi tarafından tahnit işlemleri yapıldı. Bu işlem sırasında hazır bulunan Hünkâr Başimamı Derviş Efendi dinî görevleri yerine getirdi.Ve üç kıtaya hükmeden koca imparatorluğun büyük padişahı, tesadüfün garip bir cilvesiyle üç ayrı yerde kılınan üç cenaze namazı sonunda İstanbul'da adını taşıyan caminin yanındaki türbesinde ebedî istirahatgâhına tevdi olundu.
 

17 Aralık 2012 Pazartesi

Pargalı İbrahim Paşa, bilindiğinin aksine padişahın eniştesi değilmiş.




Pargalı İbrahim Paşa, bilindiğinin aksine padişahın eniştesi değilmiş.


Kanuni Sultan Süleyman'ın veziriazamı Makbûl ve Maktul İbrahim Paşa, nâm-ı diğer Pargalı İbrahim Paşa, bilindiğinin aksine padişahın damadı değilmiş.


Bu bilgi Türk Tarih Kurumu'nun (TTK) kurucularından ve on ciltlik Osmanlı Tarihi'nin yazarı Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'ya ait. Uzunçarşılı, TTK'nın resmi dergisi Belleten'in 114. sayısında, Pargalı İbrahim Paşa'nın padişah damadı olmadığını yazıyor. Uzunçarşılı, Pargalı İbrahim'in eşinin, Hatice Sultan değil Muhsine adında saray soylu olmayan bir hanım olduğunu belgeleriyle açıklıyor. Yazar, Hatice Sultan'ın İbrahim Paşa ile değil, İskender Paşa ile evli olduğunu da belirtiyor.


Muhteşem Yüzyıl dizisiyle birlikte geçtiğimiz yıldan itibaren Kanuni Sultan Süleyman hakkında birçok kitap ve yazı kaleme alındı. Dizide Okan Yalabık'ın canlandırdığı Pargalı İbrahim Paşa ile ilgili yazılanlar ise genellikle memleketi, esir edilişi, Hatice Sultan'la evliliği ve öldürülmesiyle ilgiliydi. Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan "İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın Osmanlı Hanedanı Üstüne İncelemeler-Seçme Makaleler 2" adlı kitabındaki bir makalesinde yazar, İbrahim Paşa'nın Padişah'ın damadı olduğuna dair hiçbir kaydın bulunmadığını söylüyor.


Bu bilgiyi ise İbrahim Paşa'nın tezkirecisi ve sonra reisülküttap olan Celalzade Mustafa Çelebi'ye dayandırıyor: "Paşa'nın en yakını ve en çok itimat ettiği adamı olduğundan Mustafa Çelebi'nin Tabakatü'l-Memâlik isimli eserindeki kayıttan anlaşılacağı üzere damatlığı hakkında bir ima dahi olmadığı gibi zevcesinin de hanedana uzaktan yakından mensubiyetine dair bir mütalaa zikredilmemektedir."


İsmail Hakkı Uzunçarşılı, ikinci elden eserler olan, Âli, Peçevî, Solakzade, Mir'ât-ı Kâinat, Ravzatü'l-ebrar, Enderuni Ata tarihleriyle Hadikatü'l Vüzera'da da damatlığa dair bir kanıt olmadığını belirtiyor. Yazar, İbrahim Paşa'nın Padişah'ın kardeşiyle evlendiğine dair tek bilginin Hammer Tarihi'nde geçtiğini söylüyor. Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi'nin ikinci cildinin birinci basımında, İbrahim Paşa'nın Hatice Sultan'la evli olduğu şeklindeki kendisine ait beyanın da yanlış olduğunu belirtiyor: "Benim kitabımdan nakil yapanlar, İbrahim Paşa'nın zevcesinin Hatice Sultan olduğunu göstermişlerdir; halbuki bu hususta ben yanılmış ve yanıltmışım, şimdi bu yazımla bu yanlışlığı düzeltmiş olacağım."


İsmail Hakkı Uzunçarşılı, bu bilgiyi İbrahim Paşa'nın eşine gönderdiği ve Topkapı Sarayı arşivinde bulunan mektuplarla da destekliyor. Paşa'nın Ekim 1524 tarihli mektubunda "Kaynanama selam ve dualar ederiz" şeklinde bir ifade bulunduğunu, bu ifadeye göre Paşa'nın hayatta olan kayınvalidesinin bir sultan anası olamayacağını belirtiyor. Yazar, eşinin İbrahim Paşa'ya yazdığı bir mektupta, "valide sultanın vefat ettiğini fakat kendisine (İbrahim Paşa'ya) danışmadan taziyeye gittiği için paşasından özür dilediğini" yazdığını belirtiyor ve ekliyor: İbrahim Paşa'nın zevcesi olan bu hanım Yavuz Sultan Selim'in kızı olsaydı, saraya taziyeye gittiğinden dolayı kocasından özür dilemeğe hacet yoktu. Vefat eden valide sultan, onun hakiki validesi olmasa bile üvey validesi demekti."


http://www.hurrem.net/node/664

FRANSA KRALI'NIN KULAĞINI ÇEKEN KANUNİ




FRANSA KRALI'NIN KULAĞINI ÇEKEN KANUNİ



Osmanlı devletinin sınırları Avrupa içlerine kadar uzandığı mühteşem süleyman devrinin fransa'sınında kadın ve erkeğin birbirine sarılarak dans ettikleri haberi Kanuniye ulaşınca Osmanlı hakanının zamanın Fransa kralına bir mektup yazıp, mektubunda:


"Ben ki;kırksekiz krallığın hakanı Sultan Suleyman Han'ım.Seferimden aldığım habere göre ,memleketinizde dans namı altında kadın-erkek birbirine sarılmak suretiyle herkezin gözü önünde faydasız işlerişlemekte olduğunu işitmişimdir.


....İş bu rezaletin memleketime de sirayeti ihtimali muvacehesinde name-i hümayunum yed'inize(elinize) bulaşmasından itibaren derhal son verildiği taktirde,bizzat orduya hümayumumla gelip men'e muktedirim ."
diyerek gözdağı verdiğini ve bunu üzerine Fransada bu dans adetinden hemen vazgeçildiğini biliyor muydunuz?


Not: Bu mektubu yalanlayan Erhan Afyoncu gibi tarihcilerde mevcuttur. Neymiş hiç bir kaynak yokmuş. Hammer tarihinde de geçen bu mektubu işlerine gelmediği için yalanlayanlar, tamamen kurgu olduğunu itiraf ettikleri osmanlıya iftiralar yağdıran diziye de danışmanlık yapabilmekteler..


http://www.hurrem.net/kanuni/fransa-krali-nin-kulagini-ceken-kanuni.html

16 Aralık 2012 Pazar

BURASI BATI ÜLKESİ DEĞİL

Belgeyi görelim belgeyi - ENGİN ARDIÇ




Belgeyi görelim belgeyi - ENGİN ARDIÇ


Hani şu Atatürk'ün "yeni kurulan Suudi devletinin kralına" çektiği söylenen telgraf var ya... Olay 1926 yılında geçiyor...


Suudi devleti 1932 yılında kurulmuş ama zarar yok, "Hicaz kralına" çektiğini kabul edelim.


Hani Suudiler peygamber efendimizin Mescidi Nebevi'sini yıkmaya kalkmışlardı da, Atatürk çok sinirlenmişti. O sinirle "beni aşağıya indirtmeyin" demişti. Tam olarak öyle dememiş ama biz öyle kabul edelim.


Şimdi Aydın Doğan'ın gazetesi, telgrafın metnini de yayınladı.
Bakın ne demiş Atatürk: "Hazret-i Muhammed'in mezarının yıkılacağını büyük bir üzüntü içinde öğrendim. Bu kutsal emanete asla dokunamazsınız. Bir tek taşının bile zarar gördüğünü duyarsam orduyu acilen aşağıya gönderirim."


"Dil devrimi" henüz yapılmamış ama yüce önder 1926 yılında vallahi çok yeni bir dil kullanıyor. Bir yıl sonra Büyük Nutuk'unda orta karar bir Osmanlıca'ya dönecek olan Gazi Paşa, bir yıl önce "kutsal" falan gibi kelimelerden yararlanıyor.


Yok canım, sadeleştirmişlerdir arkadaşlar... Halk anlasın diye... Hani Hıfzı Veldet'in "Nutuk"u "Söylev", "efendiler"i "baylar" yapması gibi.


Ordu "aşağıya" inecek, Fransız "mandası" altına bulunan Suriye'yi, Lübnan'ı, İngiliz "mandası" altında bulunan Filistin'i, Ürdün'ü çiğneyip geçecek, Hicaz'a dayanacak. İngiltere buna hiç sesini çıkarmayacak.
Musul ve Kerkük için savaşmayan Gazi, Medine için savaşacak.
Hadi bunu da kabul edelim.


Belge nerede, belge?


Efendim bu meseleyi ilk kez Demirel'in eski televizyon müdürü Nevzat Yalçıntaş ortaya atmış... TRT'ye program yapıyorlarmış, Atatürk'ün yüzüncü doğum yıldönümü dolayısıyla. 1981 gibi, Kemalizm'in şaha kalktığı bir dönemde.


Münir Bey adında bir adamı Atatürk'ün bilinmeyen yönlerini araştırmakla görevlendirmiş, o da bir gün heyecanla bu belgeyi getirmiş.


Bütün bunları da, Yalçın Mıhçı adında bir adam, yazmış olduğu "Atatürk'üm" adlı kitapta anlatıyormuş. (Kılıçdaroğlu'yla çekilmiş resmini gördüm Internet'te.)


Peki nerede o belge?


Aydın Doğan'ın adamları bu konuya da açıklık getiriyorlar: Bu belge daha sonra -maalesefyakılarak imha edilmiş!


Bu telgraf, "emekli Mustafa'nın Çankaya postanesinden Arap Abdülaziz'e çektiği" bir telgraf değil ki, devletin resmi yazışması... Kim, hangi yetkiyle nasıl yakar?


Altında büyük Atatürkçü Turgut Özakman'ın da imzası bulunan bir raporla Kemal Tahir'in "Yorgun Savaşçı" romanından yapılan diziyi yakmak kadar kolay mı yahu, Atatürk'ün telgrafını yakmak?


Ayrıca, niçin? Atatürk'ün peygamberin mezarına sahip çıkmış olması mı rahatsız etmiş cunta yönetimini? Kenan Evren mi gocunmuş, din dersini zorunlu tutan adam?


Hani, Atatürkçü arslan parçalarının, Yorgun Savaşçı'da "kurtuluş savaşının başlarında halkın savaşmaya pek de gönüllü olmadığının" anlatılmasından gocunmaları gibi?


Yoksa o telgraf pek de serinkanlı bir kafayla çekilmemiş miydi?
Bu Münir Bey kimdir, çıksın ortaya konuşsun.
Efendiler, belgeyi çıkarıp gösteremediğiniz sürece bizim söyleyeceğimiz bir tek şey olabilir: Yürrüüü...


 
Ayrıca: 

TÜRKLÜĞÜN AMENTÜSÜ


Türk Tarih Kurumu: M. Kemal Ingiliz Valisi olmak istedi



Türk Tarih Kurumu: M. Kemal İngiliz Valisi olmak istedi


14 Kasım 1918 günü, bir gün önce İstanbul'a gelip Pera Palas'ta ikamete başlamış olan M. Kemal Paşa,İngilizlerin Daily Mail Gazetesi'nin muhabiri G. Ward Price'ı aracı yaparak General Harrington'la görüşmek ister. Price, Pera Palas'ta yaptığı görüşmeyi hatıralarında şöyle aktarıyor:
"M. Kemal, yapmak istediği bir teklif için Britanya resmi makamlarıyla nasıl temas edeceğini" bildirmemi rica etti.
"Bu harpte yanlış cephede savaştık, dedi, eski dostumuz Britanyalılarla asla kavga etmek istemezdik...
Biliyoruz, partiyi kaybettik... Anadolu'nun Müttefik Devletler tarafından işgal edileceğini tamamen biliyordum...
Bu topraklar üzerindeki bir Britanya idaresinden o kadar hoşnutsuzluk gösterilmemesi gerektir."Kim kahraman, kim hain?Anadolu'da **İngiliz idaresinden o kadar da rahatsızlık duyulmaması** gerektiğini söyledikten sonra M.Kemal, bu topraklar üzerindeki **İngiliz idaresinde bir vali olarak çalışmaya hazır** olduğunu gazeteci
aracılığıyla işgalci yetkililere şöyle iletecektir:
"Eğer İngilizler Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa Britanya idaresinde bulunan tecrübeli Türk
valileri ile işbirliği halinde çalışmak ihtiyacını duyacaklardır. Böyle bir selahiyet dâhilinde **hizmetlerimi
arzedebileceğim** münasip bir yerin mevcut olup olmayacağını bilmek isterim..." [1]

Türk Tarih Kurumu'nun çevirtip bastığı bir kitaptan alındı bu çarpıcı sözler.
**********
KAYNAK:
[1] Price'ın Extra-Special Correspondent (Çok Özel Yazışmalar) adlı kitabından (1957, sayfa 104) aktaran
Gotthard Jaeschke, Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri, Çeviren: Cemal Köprülü, Ankara 1991, Türk
Tarih Kurumu Yayınları, sayfa 98.

KEMALİST TÜRKİYE'DEN FAŞİST İTALYA'YA SELAM

OSMANLI'DA HAREMİN GERÇEK YÜZÜ




OSMANLI'DA HAREMİN GERÇEK YÜZÜ
 



Bir ülkede deprem sözkonusu olursa jeologlar, hastalıklar sözkonusu olursa doktorlar, savaş sözkonusu olursa siyasiler ve askerler konuşurlar. Bu bizim ülkemizde de böyledir. Ancak bizde iki konu vardır ki bunlar üzerinde herkes konumuna, birikimine, eğitimine bakmadan üstelik de allame edasıyla konuşur. Bu konulardan bir tanesi dindir diğeri tarih.

Tarihle ilgili bir şeyler söz konusu olduğunda siyasetçi konuşur, gazeteci konuşur, televizyoncu konuşur vs. Bir Allah kulunun aklına da bu işin profosörleri bulup konuşturmak gelmez. Veya gelir de, onların söyleyecekleri işlerine gelmez.
Tarih deyince her zaman revaçta olan konulardan bir tanesi de Osmanlı ve haremidir.


Bunu içoğlanları takip eder. Ardından valide sultanlar, kadınlar saltanatı, devşirmeler vs. böyle gider.

İlim ahlakına sahip bir tarihçinin Osmanlı haremi konusunda söyleyeceği şeyler çok azdır. Çünkü elinde bu konuyla ilgili yeterli belge, döküman vs. yoktur.
Kalın duvarlarla çevrili harem binası, etrafındaki harem ağalarına ait binalar ve diğer ocakların daireleriyle adeta ulaşılması imkansız bir kale gibidir. İçinde değil, etrafındaki kendilerine ait binalarda yaşayan, zorunlu hallerde Haremin içine girmeleri gerektiğinde salavat-ı şerife getirerek dolaştıkları bir ortamdır. Her odanın kapısının girişinde, duvarlarında ayetler, hadisler, dualar bulunan bir mekandır Harem.
Zorunlu hallerde ancak harem ağalarına ve tabiplere açılan bu mekana yabancı seyyahların, tarihçilerin nasıl girip, orada adeta gezmiş dolaşmıs gibi haremi anlatışlarına şaşmamak elde değil. Kaldı ki bizimkilerin en çok esas aldıkları, kullandıkları kaynaklarda, ilmi otoritelerce yüzlerce kez tenkid edilmis, çürütülmüş bu batı tarihçilerinin kitaplarıdır.

I. Ahmed döneminde saraya gizlice girdiğini iddia eden Venedik elçisi Ottavinano, ancak Revan Kasrı'nın önündeki havuza kadar olan yerleri görebildiğini söyledikten sonra padişahın odasındaki cariyesiyle nasıl ilişki kurduğunu detaylarıyla anlatmakta ve insanlar da bu anlatıma değer vererek kaynak gösterirken yapılan ilmi ahlaksızlığa çanak tutmaktalar.

18. yüzyılda bile ancak yazlık sarayların boş haremlerini gezebilen batılı birkaç yazar, nedense göremedikleri kısmı hayalleriyle doldurmayı denemişlerdi. Havuzu gördüler ama havuz sefalarını kendileri uydurdular sonra da uydurduklarının resmini çizdiler. Hata yaptıklarını belki de hiç bir zaman düşünmediler çünkü kendi kırallarının kadınları ile yaşantıları öyleydi. Birlikte oldukları düzinelerce kadının yarı çıplak resim ve heykelleri ile saraylarının duvarlarını süsleyen bir zihniyetin Osmanlı hükümdarlarındaki edep kavramını anlayabilmelerini zaten beklemiyoruz.

Ama anlayamadığımız, bizim bize bunu nasıl yapabildiğimiz. Yıllarca Topkapı sarayını gezdiren rehberlerin turistlere Harem'in duvarlarında yazılı Arapça metinleri göstererek bunların padişahların cariyeleri için yazdıkları aşk şiirleri olduğunu söylemelerini, ellerindeki broşürlerde de böyle yazmasını hangi düşünceyle izah etmek gerek bilemiyoruz. Zira bu Arapça metinlerin tamamı Kur'an ayetlerinden ve dualardan başka bir şey değil. Hükümdarların çıplak cariyelerin danslarını seyrettiği idda edilen Hünkar Sofası Daire'sinin duvarlarında Bakara Suresi 257. ayetinden itibaren yedi ayet yazılıdır ki bir ayetin meali aynen şöyledir: "Allah kendisine hükümranlık verdi diye (şımarıp azarak) Rabbi hakkında İbrahim ile tartışanı görmedin mi?" Sanki adeta Osmanlı hükümdarı bu ayetle gerçek hükümdarın kim olduğunu, hükümdarım diye şımarıp azdığı taktirde Nemrutlaşabileceği ihtimalini, hergün bilinç altına kazıyor, iman edenlerin karlı bir konumda, Nemrut gibi imansızların ise ne derece zararda olduğunu görüyor ve okuyordu.

Doğru! Bu sofada padişah eşleri, çocukları, kızları, validesi ile birlikte oturur ve helal dairesinde (yani kimseyi huzurunda yarı çıplak oynatmadan) sazlar çalınıp ilahiler söylenip eğlenilirdi. Ancak bugünkü insanların eğlence kavramından anladıkları şey otomatikman Osmanlı padişahının da öyle eğlenmiş olması gerektiğini düşündürtüyordu onlara.

Onlar bunları yaptıklarına dair (yani hamam havuz sefaları, yarı çıplak cariyelerin dans etmesi gibi) belge bırakmayınca bizimkiler hayallerini belge-vesika-kaynak haline getirdiler.
Öyle ya; bir erkeğin elinin altında 300-500 cariye olur da nasıl bunlarla gününü gün etmez ki. Hele hele 36 Osmanlı padişahının içinden 15 tanesinin sadece bir veya iki kadınla birlikte olduğu diğerlerinin de en fazla yedi sekiz kadınla aile hayatı yaşadığı belgelerle gözlerine soksanız bu sefer de pişkin pişkin sırıtıp Osmanlı padişahlarının erkekliklerini sorgulamaya kalkacaklar.

Hemen şunu da belirtelim; şu an tek eşli (ama çok metresli) evlilik sisteminin içindeki insanlar olarak, Osmanlı padişahının birlikte olduğu 7-8 kadın bile bize çok abartılı gelecektir. Ancak unutmamak gerekir ki Osmanlı'nın yaşadığı dönemde tıpkı dünyanın her yerinde olduğu gibi bir kralın güzel kölesini istediği gibi kulllanması ve bunların sayısının yirmiye otuza çıkması normaldi. O kadar normaldi ki krallar bu kadınlarının heykellerini yaptırıp saraylarının yüksek duvarları üzerine herkesin görebileceği şekilde koydurabiliyorlar ya da yüzlerce genç ve güzel kadınla hamam sefası yapabiliyorlardı. Bizim haremi sorguladığımız gibi Avrupalılar kendi krallarının bu hallerini asla sorgulamadılar. Tarihlerinin yaşanmış bir gerçekliği olarak tarihlerinde bıraktılar.

Oysa biz, asla yaşanmamış sahneleri alıp, doğru gibi kabul edip, kendi kendimize duyduğumuz saygıyı ve özgüveni aramızdan kaldırdık.
1909 yılına kadar Harem Dairesi'ne padişahtan başka, ancak mecburiyet halinde Harem Ağaları ve doktorlar girebiliyorlardı. Son onüç yıllık dönem ise Haremi görenlerin hatıratlarında oldukça net bir biçimde anlatılıyor. Yazık ki (!) orada bile havuz - hamam sefaları yok.

Peki o zaman "Bu Harem nasıl bir yer?" denilebilir.
Kısa ve net bir cevap verelim: Tek idarecisinin Valide Sultan olduğu (yani padişahın annesi) kendisine ait, padişahın bile bozamadığı çok kesin ve katı kuralları bulunan yüzlerce genç kızın, dönemin ilim anlayışına göre en iyi eğitimi aldığı, nihayetinde de devletin önemli kademesindeki görevlilerle evlendirilerek teliyle-duvağıyle-çeyizi ile gönderildiği bir bayanlar mektebidir.

Evet, tam anlamıyla böyledir. Çünkü saraya çeşitli yollarla (esir alınarak veya satın alınarak) alınan kadın köleler yani cariyeler "Acemi" statüsü ile saraya girerler. Bunların padişahla görüşebilmesi mümkün değildir. Öncelikle padişahla karşılaşabilecek, konuşabilecek bir eğitime tabi tutulmaları gerekmektedir. Eğer bunların içinden gerek zekası, gerek güzelliği ve kabiliyetleri ile dikkati çeken birisi olursa bunlar daha özel bir eğitime tâbi tutulurlar ki saraydaki 500-600 cariyenin ancak %10'u bu guruba girebilir. Bu %10'un içinden onları yetiştiren kalfalar ve Valide sultanın dikkatini çekebilenler ancak, has odalık olabilir ki bunlar padişahın özel hizmetlisi konumundadır.
Eğer Has Odalık olarak ayrılan cariyeler padişahın dikkatini çekmeyi başarabilirlerse, yani padişahla karı-koca hayatı yaşarsa ikbal mertebesine yükselir. Genellikle de ikballer padişahın çocuğunu doğurduğunda Kadın Efendi olurlardı. Bunun bir üst mertebesi Kadın Efendinin Valide sultan olmasıdır ki o da ancak doğurduğu çocuk tahta çıkarsa mümkündür .Özetle bütün kıyamet 600 cariyenin içinden aynı anda sayıları dördü beşi geçmeyen Kadın Efendi ve İkballer yüzünden kopmakta.

Şunu da belirtelim ki, Osmanlı padişahı dileseydi o dönemde dünyanın her yerinde olduğu gibi bu 500-600 cariyeyi önünde resmi geçit yaptırıp içlerinden dilediğini de seçebilirdi. Bunu yapabilecek siyasal otoriteye de, cariye köle konumunda olduğu için dinsel özgürlüğe sahipti. Oysa o hareme girerken içeriye haber verilir ve onun geçeceği yol üzerindeki bütün dairelerin kapıları kapatılır, kazara bir cariye padişahla karşılaşacak olursa yaptığı edepsizlik sayılır ve o cariye cezalandırılırdı. Öyle ki kitaplar, bu "kazara" karşılaşmalara tahammül edemeyen padişahların yüksek ökçeli takunyalar yaptırıp Harem'in içinde iken bunlarla dolaştığını yazdı. Geldiği anlaşılsın ve yolunun üzerinden çekilsinler diye. Cariyeleri bırakın, çıktığı seferde nikahlı karısını bulunduğu şehre getirtmeyi unuttuğu için karısının sitem dolu mektuplarını alan padişahları yazdı arşiv vesikaları.

Koca Sultan'ın sitem dolu mektuba cevabı ise;

"Varın söyleyin Hafsa Sultan'a: Biz gaza kılıcını kuşanmışız. Gayrısından başkasını gözümüz görmez" olacakdı.
Buraya hatıralarına ve mahremiyetlerine hürmetsizlik olmasın diye isimlerini yazmayacağımız bir hükümdarımızın gözdesi ile arasında geçenleri de almak durumunda kalacağız. Zira köle bile olsa, rızası olmadan padişah ile karı-koca hayatı yaşamadıklarının pratikte delili gibidir bu hatıra.

Koca Sultan'ın aziz ruhundan özür dileyerek;
Kızı anlatır padişahımızın: "........... kumraldı, ela gözlü idi, 23 yaşında kadardı. Gayet de iyi tahsil görmüş, son derece zarifti. Daha saraya intisab ettiği (girdiği) günden itibaren babam kendisinden pek hoşlanmıştı. Artık, daima onu yanında gezdiriyor, kendisi ile uzun uzun, tatlı tatlı konuşuyordu. Lakin bütün bu "iltifatı şahaneye" rağmen elâ gözlü dünya güzeli, hükümdarın bazı arzularına "evet" demiyordu. Onun bu şiddetli mukavemeti babamın kendisine karşı alâkasını daha ziyade arttırıyordu. Bu hal böyle tam beş sene devam etti. Elâ gözlü güzelde hiç bir değişiklik yoktu..........".

Bir bayram günü, çok güzel görünen kız padişahın huzuruna girer tebrikini yapar. Hünkar "Hâlâ inadında devam mısın?" diye sorar. Genç kız gözlerini yere indirip susar. Bunun üzerine Hakan " Hem sen bugün ne kadar güzelsin!" der. Genç kızın bu iltifata cevabı şu olur: "Efendimiz!! Ömrüm oldukça size canımı feda etmeye daima hazır olacağım. Yanınızdan ayrılmam. Fakat bütün dünyayı bağışlasanız asla hareminiz olmam!.. Çünkü kocam olacak erkeğin yalnız ve yalnız bir karısı, yani tamamen bana ait olmasını isterim, aksi halde kimse ile evlenmem....."
Güzelden ümidini kesen Hükümdar ona bir konak alır, içini donatır. 45 Yasında gayet dindar bir kıranta (oturaklı, gösterişli, bakımlı, orta yaşlı) zatla evlendirir. Kocasının tek eşi olarak hayatını devam ettirir.


Binyediyüzlü yılların başında İstanbul'a gelen İngiltere Büyükelçisi'nin eşi Lady Montague'nin hatıraları batılıların pek hoşuna gitmedi. Hareme girebilen Lady'nin yazdıkları daha önceki ve sonraki batılıların yazdıklarına ters düştüğü için, gerek o dönemde, gerekse daha sonra Lady Montague'yi yalancılıkla itham eden pek çok yazar çıkacaktı. O'nun ülkesi olan İngiltere'de üstelik de 1800'lü yıllarda, evli bir erkek çok rahatlıkla karısını gazeteye "ihtiyaçtan satılık ev kadını" ilanı vererek satabildiği için, Osmanlının saraya giren kadın köleye maaş bağlamasını, eğitim vermesini, sonra da değerli çeyiz ve mücevherleri ile saraydan âzâd etmesini elbette anlamakta zorlanacak ve inkâr yolunu tercih edeceklerdi.

Aşağıda, onun mektuplarından yaptığımız alıntı, ne demek istediğimizi daha da iyi izah edecektir:

"Bu milletin din ve töreleri hakkında eksik bilgimiz var. Dünyanın bu tarafına seyrek geliniyor. Gelenler de ticaretten başka bir şey düşünmeyen tüccarlar. Türkler ise, bunlarla yüz-göz olmayacak kadar ağırbaşlılar. Bu sebeple tüccarların getirdikleri bilgiler yalan yanlış oluyor.

Belki de dünyanın bütün kadınlarından daha hür..... Hayatı hiç aksatmadan, zevkle süren, kaygılardan uzak yaşayan, boş vaktini komşu ziyaretleriyle, hamamlarda yıkanmakla, ya da bol para harcayıp yeni yeni modalar çıkarmakla geçiren yeryüzündeki tek kadın.

Avrupa'da hiç bir saray düşünemem ki, orada yabancı bir kadına karşı bu kadar namusluca davranılsın.

Hamamda ikiyüz kadar kadın vardı. Hiç birinde bizdeki gibi alaycı gülüşmeler ve fısıldaşmalara rastlamadım. Üstelik benim için "güzel, çok güzel" dediklerini işittim. Bir kadının, bir başka kadın için "güzel" diyebilmesi hâyâl bile edilemez.
Konakların hepsinde bir harem dairesi ve cariyeler var. Ancak bu cariyeler evin hanımına âit hizmetçiler. Evin erkeği ömrü boyunca bunları yolda görse tanımaz. Ne kadar garip değil mi?
Kış geceleri toplanıyorlar, geç vakitlere kadar öyle güzel ve saf eğleniyorlar ki zamanın nasıl geçtiği hissedilmiyor. Her evde misafir odaları var. İkram ve misafirperverlik Türklerin yaşama kudreti gibi bir şey......."
Çok zor ve ağır bir konu olan Harem'i böyle bir kaç satırda özetlemek elbetteki mümkün değil. Ancak kendimizle, geçmişimizle barışma çabasının içinde küçük bir damla olmaktı niyetimiz.

Yazımıza bir soru ile son vermek istiyoruz:

Biz, zamanın hiç bir diliminde ve dünyanın hiç bir coğrafyasında sarayına aldığı bir köleden "valide sultan" dediğimiz zamanının "first lady"sini çıkaran bir başka medeniyet bilmiyoruz.
Siz biliyor musunuz?


Oya Kayıcıoğlu – Tarih Öğretmeni


http://www.hurrem.net/harem/osmanli-da-haremin-gercek-yuzu.html





HAREM BİR MEKTEPTİ EĞLENCE YERİ DEĞİL!



HAREM BİR MEKTEPTİ EĞLENCE YERİ DEĞİL!


Haremağaları hareme girmez, haremle dışarının irtibatını temin ederdi. Harem ağaları?dizideki gibi beyaz değil, hepsi zenciydi.

Son günlerin popüler mevzuu tarihe dairdi. Herkes Muhteşem Yüzyıl adındaki dizi filmi konuştu. Dizi, biraz abartılı da olsa, menfi reaksiyona sebebiyet vermişti. Geçen yazıda dizide göze çarpan bazı yanlışları ele almıştık. Bugün bunlara devam edelim:

13) Kanuni Sultan Süleyman tahta çıktığı tarihlerde Topkapı Sarayı’nda bir harem dairesi yoktu. Sultan Fatih’in sarayı, İstanbul Üniversitesi merkez binasının bulunduğu yerde idi. Eski Saray diye bilinir. Halkın Topkapı Sarayı dediği Yeni Saray ise devlet ofislerinin bulunduğu yerdi. Padişah akşamları yatmak için Eski Saray’a giderdi. Topkapı Sarayı harem dairesi Sultan Kanuni’nin torunu Sultan III. Murad devrinde kurulmuştur.

14) Bir sahnede Hurrem Sultan’ın ailesinin intikamını almak üzere saraya giren bir kadın intibaı uyandırılmış ki çok yanlıştır. Ailesinin öldürüldüğü bilinmiyor. Muhtemelen esir edilmediler. Hürrem Sultan, saraya 12 yaşlarında girdi. O zaman Kanuni Sultan Süleyman padişah değildi. Çok güzel değildi ama zekâsı ve sempatikliği ile temayüz etti. Hurrem (sevimli) ismi bu yüzden kendisine verildi. Şiirler yazan, edebiyat, dikiş-nakış, musiki bilen entelektüel bir hanımdı. Hürrem Sultan hataları ve zaafları bir yana, Kanuni Sultan Süleyman gibi herkesin övdüğü bir cihan padişahının gönlünü kazanmış; kocasına destek olmuş; hayır hasenatıyla kendisini sevdirmiş bir şahsiyettir. Kocasının sevdiği kadınlar kıskanılır, iftiraya uğrar.

15) Harem bir mektepti, eğlence yeri değildi. Hristiyan kız haremde kalamaz. Hepsine yeni isim verilir. Hiçbiri Hristiyan ismiyle anılmaz. Hürrem Sultan’ın ikide birde bakıp imrendiği gözdeler balkonu başka bir âlem. Filmlerde tasvir edilen kibar randevuevlerini andırıyor. Balkonda mânâsızca salınan şuh bir sürü kadın. Gerçeği aksettirmiyor. Padişah, şatafatı, güzel yaşamayı severdi. Ama zannedilenin aksine kadınlara düşkün değildi. Dört hanımı vardı. Hürrem’den sonra da kimseye iltifat etmemiştir. Fevkalâde prensipli, protokole çok bağlı, aynı zamanda pek zarif bir zât idi.

16) Padişahı eğlendirecek cariyeleri hasodabaşı seçiyor. Hasodabaşı hareme bile giremez. Cariyeler saraya alındığında haremin mutfak, kiler, hamam, hastane gibi muhtelif kısımlarına ihtiyaca göre dağıtılır. Zeki ve güzel olanları vâlide sultan dairesine alıp yetiştirir. Padişaha takdim eder. Bunlar padişahın cariyesi olduğundan hepsi nikâhlı zevce statüsündedir. Câriyelerin örtünmesi dinen farz değildir. Haremde zaten herkes başı açık dolaşabilir. Zaten erkek sinek bile hareme giremez. Ama Osmanlı terbiyesi muayyen şekilde kapalı giyinmeyi icab ettirir. Bilmeyen, haremdekiler niye tesettüre uymuyor diye sorar!

17) Haremde bir kız serkeşlik yaparsa, bir gün tutmaz, saraydan çıkarırlar. Hürrem de karnı sıcak yemek gördü diye sevinmiştir. Ülkesinde kalsaydı belki de acından ölürdü. Mendil atma, padişaha bağırma, kucağına düşme gibi hafiflikler haremde yoktur. Hele dizide cariyelerin dansı tamamen uydurmadır. Düğünde dernekte oynamak vardır ama Osmanlı eğlence telâkkisi bu değildir. Oryantal dans bize son yıllarda gelmiştir. Bunları bilmeyenler, padişahı gayrimeşru münasebet içinde zannedecek.

18) Cariyeleri harem ağaları değil, kadın ve gerekirse kafes arkasından erkek muallimler terbiye eder. Haremağaları hareme girmez, haremle dışarının irtibatını temin eder. Hareme doktor mu, hoca mı gelecek, odun mu alınacak, cariyeler gezmeye mi götürülecek bununla meşgul olur. Hepsi oturaklı adamlardır. Hadım olmak, kırıtmayı, homoseksüel olmayı gerektirmez. Üstelik dizidekiler kulaklarında küpeleri, garip türbanlarıyla Hindli falcılara benziyor. Harem ağalarının hepsi zencidir. Dizidekiler nedense beyaz.

KAFE GENÇLİĞİ TÜRKÇESİ


19) Padişah ve devlet adamları ekseriya, Hasodabaşı İbrahim Paşa ise dizinin hemen her sahnesinde başı açık geziyor. Bu mümkün değildir. Resmiyette kavuk, evde ise işlemeli takke giyilir. Şarkta başı açık durmak çok ayıptır. Üstelik devlet adamları arasında sakallı kimse neredeyse yok. Bunlar süklüm püklüm halleriyle daha çok köy ihtiyar heyetine benziyor. Hele uzun saçları, kirli sakalıyla genç bir adam, kaptan-ı derya Cafer Ağa rolüne hiç yakışmamış.

20) Dizide kullanılan Türkçe bugün kafe gençliğinin kullandığı Türkçeye çok benziyor. Evet, ağdalı Osmanlıca kullanılsın denemez ama madem ki bu bir “dönem dizisi”, o halde Hatırla Sevgili kadar herkesin bildiği eski kelimeler kullanılmalıydı. Şu haliyle çok itinasız duruyor.

Türkiye’de yıllarca sanat ciheti zayıf, tarihî gerçeklere aykırı, hatta koyu ideolojik filmler yapıldı ve romanlar yazıldı. Seneler boyu tarih öğretilmedi, kültür anlatılmadı. Nesiller bir öncekinden o kadar kopuktur ki, ne lisanını anlar, ne terbiyesini bilir, ne dünya görüşünü çözebilir. Bir yandan mekteplerdeki sıkıcı tarih dersleri, bir yandan da bu ideolojik film ve romanlar insanları tarihinden soğuttu. Şurası memnuniyet vericidir ki, insanlar artık hâdiselere daha nötr bir havayla yaklaşılıyor. Ancak tarihî hâdiseleri doğru bilmek yetmiyor; analize de ihtiyaç duyuluyor. Bu da fıkıhtan tasavvufa, edebiyattan sosyal hayata kadar İslâm-Osmanlı kültürünü iyi bilmeyi gerektiriyor. Burada hassas davranarak, zamanla hiç menfi reaksiyonla karşılaşmadan reytingi yüksek, ama aynı zamanda bilgilendiren, tarihe yönlendiren ve tarihi sevdiren filmler, romanlar yapılacağından ümitliyiz.


Ekrem Buğra Ekinci - Türkiye Gazetesi


http://www.hurrem.net/harem/harem-bir-mektepti-eglence-yeri-degil.html



Hürrem'in padişah oğlu II.Selim Kıbrıs'ın fatihi






Hürrem'in padişah oğlu II.Selim Kıbrıs'ın fatihi  
 



İzledikleri iftira dolu diziye kanıp tarih okumadan atıp tutanlardan şok bir iddia da. Hürrem Sultan intikam almak için en becereksiz evladını osmanlı padişahı yapmış.

Kim peki bu  becereksiz denilen oğul?
Tabi ki 2. Selim Han Hazretleri.. Namı diğer Sarı Selim.

İnanılmaz ama ŞOK.. Topu topu 8 senelik padişahlık yapmış. Ve döneminin en büyük fethi ise KIBRIS'ı 50 bin şehit vererek alması olmuş.

Bunu kaç kişi biliyor. Fatihin İSTANBUL'u feth etmesi kadar önemli bir kaleyi osmanlı topraklarına katmış. Taa ki 1923 LOZAN ANLAŞMASINA kadar..

Lozan anlaşmasında ne yazık ki ismet inönü Kıbrıs'ı istemeyi bile cesaret edememiş. Vatan toprağını ingilizlerin kucağına teslim edivermiş.İncirlik Üssü gibi kullandıkları kıbrıs'ı ingilizler 1914'te birinci dünya savaşını bahane ederek tek taraflı ilhak ettiğini ilan etmişti. Savaş bitti ama biz toprağımızı masa başında sahip çıkamadık!

Acaba tarih'te düşmanlardan medhiyeler övgüler almak için vatan toprağını peşkeş çekmek mi lazım? Ya da anası hakkında bin türlü dedikodular babasına bintürlü iftiralar ve kendisine ağzı alınmayacak hakaretler yağdıracak insanların gelmesi için düşmanların toprakları söke söke ellerinden almak mı gerek..
Uyanın ve kendinize geliniz. Bakın bir PKK terörünü bile yok etmekten aciziz. Kuzey Irak'a asker gönderebilmek için bin yerden icazet almak gerekiyor.
2. Selim ise bugünkü PKK'lılardan daha beter olan Kıbrıs'a yerleşmiş korsan'ları yok etmek için harekete geçmiş papalık ve venediglerin ittifakına rağmen yılmayıp orayı vatan toprağına katmıştır...

Kıbrıs fatih'i 2. Selimin anasının soyunu sopunu sorgulayacaklar, Kıbrıs'ı lozan da istemeyi bile cesaret edemiyen İsmet İnönü'nün soyunu araştırsınlar..
İsmet İnönü'nün vakası sadece kıbrıs değil RODOS adasını da istememiştir. İtalyanlar çekilirken istemiyoruz diyecek kadar vatanından uzaktadır.. Peki neden?

Bunun cevabını cok ilginç bir iddia ile Kadir Mısırlıoğlu veriyor.. Malatyalı Kürd'üm diyen İsmet İnönü'ün Annesi Aydınlı yörük kızı Babası ise iddiaya göre ERMENİ imiş..

Peki bunları araştırmaktan ya da konuşmaktan aciz biz, Padişahların anaları babaları hakkında verip veriştirmekten utanmıyor muyuz...
İcraatlar ortada..

http://www.hurrem.net/tarihi-gercekler/hurrem-in-padisah-oglu-kibris-in-fatihi.html



EN FAZLA 4 CARİYEYLE NİKAH KIYILABİLİR?



EN FAZLA 4 CARİYEYLE NİKAH KIYILABİLİR?


Prof. Ahmet Akgündüz, padişahların 'çok eşliliği' ve cariyelerle halveti konusuna ise şöyle açıklık getirdi:

"Bir padişah, veya siz, isteseniz İslam'a göre, İslam hukukuna göre bir cariye ile de nikah kıyabilirsiniz. Nikah kıydığınız an, o cariye sizin hanımız olur. Nikah kıydığınız cariyelerin sayısı dördü geçemez. Bu önemli bir hukuki statü. Şayet bir çocuğu olur ise o cariyeyi hür hale getirmek mecburiyetindesiniz."

Akgündüz, harem mektebine alınan cariyelerin zekâlarına, ahlaklarına ve güzelliklerine göre, evvela haremin hizmetçi statüsündeki grubu olan cariye, kalfa ve ustalar makamlarına ve sonra da Padişahlar tarafından seçilmeleri halinde Padişah ile karı koca hayatı yaşayan gözde, ikbal, kadın efendi ve neticede valide sultan payelerine kadar yükselme imkânlarına kavuşabildiğini anlattı. Akgündüz, sarayda sayıları bazı dönemler 500'e kadar ulaşan cariyelerin çok büyük bir kısmının hizmetçi grubundan olduğunu dile getirdi.

Prof. Akgündüz, Hürrem Sultan konusunda bazı yanlış anlaşılmaları giderecek şu değerlendirmeyi yaptı: "Aslı ne olur ise olsun. Osmanlı Devleti'nin haremine alınan ve İslami bir manevi terbiyeden geçen çok kıymetli bir hanımefendi. Ben bu hanımefendinin birkaç tane "aşk mektubu" diye tabir edilen mektuplarını da yayımladım. Bir mektubunda şunu diyor: "Efendi, Hoca Sadettin Efendi'nin eserini okuyorum. Bu gece birinci cildi bitirmek istiyorum. Bu gün teravih namazına gelemeyeceğim." Ben şunu açıkça ifade edeyim ki bu eserin bir iki sayfasını bir iki saat içinde çözebilecek çok az ilahiyat profesörü var. Bunu üzülerek ifade ediyorum. Yani Hürrem Sultan da böylesine bir kültürlü hanımefendidir".

Bu tür diziler kafa karıştırma operasyonu

Son dönemde Türk gençliğinin, tarihini doğru olarak öğrenmeye yöneldiğini vurgulayan Prof. Akgündüz, dizideki sanatçıları suçlamadığını; fakat bu tür projelere yatırım yapan insanlarda iyi niyet aramadığını söyledi. Ahmet Akgündüz, "Bu gibi diziler, son zamanlarda Türk gençliğinin Osmanlı'yı doğru öğrenmesine karşı başlatılan bir kafa karıştırma projesidir." Birden fazla hanımla aynı anda münasebetin İslam'a aykırı olduğunu ve padişahın da bu tür alemler düzenlemesinin mümkün olmadığını vurgulayan Akgündüz, "Bu İslam'a da hakarettir. Osmanlı'ya da hakarettir. Zihinleri de bozmak için müthiş bir kasıt vardır. Bu kastı filmi çevirenlerde aramıyorum. Çünkü onların bir kısmının hayatı böyle. Bu diziyi yönetenlerde ve yayınlayanlarda çok ciddi manada bir kasıt hissediyorum." ifadelerini kullandı.

http://www.hurrem.net/harem/en-fazla-4-cariyeyle-nikah-kiyilabilir.html

Fâtih Sultân Mehmed'in kendi küçük yaştaki kardeşi Ahmed'i katlettiği söylenmektedir



Fâtih Sultân Mehmed'in kendi Kanunnâmesinin ilgili maddesini uygulayarak küçük yaştaki kardeşi Ahmed'i katlettiği söylenmektedir. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?


 

Burada meseleye değişik yönlerden bakmak gerekir:

Evvela; Bu hadisenin meydana geldiği şüphelidir. Zira Kantemir gibi yabancı tarihçiler dahi, II. Murad vefat ettiğinde Şehzade Mehmed dışındaki bütün evlâdının vefat ettiğini ve bu arada Şehzade Ahmed'in de Amasya'da vali bulunduğu sırada öldüğünü yazmaktadır ki, bu ihtimalin doğru olması halinde, henüz bebek iken öldürülme iddialan da ortadan kalkar. Namık Kemal de, şehzade Ahmed'in katl edildiği iddiasını sadece bir iftiradan ibaret görmektedir. Böyle bir zulme, Fâtih Sultân Mehmed'in razı olamayacağını ısrarla savunmaktadır. Bazı kaynaklar da, olayı doğrulamakla beraber. Şehzade Ahmed'i haksız olarak katleden Evrenoszâde Ali Bey olduğunu ve bu sebeple Fâtih tarafından idam ettirildiğini kaydetmektedirler.

http://www.sorularlaislamiyet.com/qna/3920/osmanli-neden-cocuklarini-ve-kardeslerini-oldurtmustur-fatih-ve-kardes-katli-konusunda-detayli-bilgi-verir-misiniz.html



15 Aralık 2012 Cumartesi

MİHRİMAH SULTAN VE HAYRATI




MİHRİMAH SULTAN VE HAYRATI


Mihrimah Sultan (21 Mart 1522, İstanbul - 25 Ocak 1578, İstanbul), Osmanlı padişahı I. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın kızı.

İlk yılları

1522 yılında, Osmanlı padişahı I. Süleyman ile eşi Hürrem Sultan'ın Mehmed'den sonraki ilk çocuğu olarak dünyaya geldi.[1] Mihrimah Sultan'ın doğumundan 2 yıl sonra da Hürrem Sultan, I. Süleyman'ın ölümünden sonra yerine geçecek olan diğer çocuğu II. Selim'i dünyaya getirdi.

Gençlik yılları

1539 yılında 17 yaşındayken Diyarbekir Beylerbeyi Rüstem Paşa ile evlendirildi. Düğün töreni iki küçük erkek kardeşi Bayezit ve Cihangir'in sünnet düğünüyle birlikte At Meydanı'nda şölenlerle kutlandı. Rüstem Paşa bu evlilikten sonra sadrazam oldu ve 1544-1561 yılları arasında 2 yıllık bir süre hariç kesintisiz sadrazamlık yaptı.

Mihrimah Sultan yaşamı boyunca hayır işlerinde bulundu. Mihrimah Sultan 1540-1548 yılları arasında Mimar Sinan'a İstanbul'un Üsküdar ilçesinde cami Üsküdar İskele Camii, medrese, ilkokul ve hastaneden oluşan büyük bir külliye yaptırdı.

Ayrıca 1562-1565 yılları arasında yine Mimar Sinan'a İstanbul'un Edirnekapı semtinde cami, çeşme, hamam ve medreseden oluşan Mihrimah Sultan Camii ve külliyesini yaptırdı. Annesi 1558 yılında öldükten sonra babasına annesinin oynadığı danışmanlık rolünü oynadı.

1566 yılında babası öldükten sonra yerine geçen erkek kardeşi II. Selim'in saltanatı boyunca da danışmanlığını sürdürdü. Anneleri Hürrem Sultan ölmüş olduğu için kardeşi için adeta bir Valide Sultan rolünü oynadı.

Son yılları Mihrimah Sultan 1578 yılında yeğeni (erkek kardeşinin oğlu) III. Murat'ın saltanatı sırasında öldü ve babası I. Süleyman'ın Süleymaniye Camii'ndeki türbesinde babasının yanıbaşında gömüldü.

http://tr.wikipedia.org/wiki/Mihrimah_Sultan