2 Şubat 2012 Perşembe

Âkif'in Beyrut Ve Antakya Seyahati




Âkif'in Beyrut Ve Antakya Seyahati



Nil kıyıları ve sorgulama dönemi



Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire'ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.



Hilvandaki hayatını "inziva ve itikaf" diye adlandıran Akif, iç dünyasını zenginleştiren bu yalnızlığından razıydı, mutluydu ve memnundu. Daha çok genç kuşakları yüreklendiren vurgularla, hamaset ve sosyal ağırlıklı dizeler Anavatanda yazılmıştı. Manevi yükselişle birlikte iç dünyasını sorgulayan tasavvufi şiirleri ise Nil kıyılarında ve El-Ezher avlusunda kaleme aldı. Kıpti ve Nobyan gençlere Mısır Üniversitesinde Türkçe öğretmek ve Türk edebiyatı dersi vermek için düzenli olarak, haftada iki defa Kahire'ye iniyordu. Ona heyecan veren bu koşuşturmadan yorulmadığı gibi büyük mutluluk duyuyordu.


Ancak 1934"ün kış mevsiminde, aziz arkadaşı ve kötü gün dostu Abbas Halim Paşa'nın vefat haberiyle ziyadesiyle sarsılmıştı. Bu sahavet-cömertlik sembolü, sadık arkadaşı ve kültür adamının defniyle meşgul olup evlatlarını teselli etti. Artık Akif için Büyük acıyı paylaşacak kimsesi kalmamış ve koca Kahire boşalıvermişti. Aziz arkadaşının vefatıyla sanki Mehmet Akif bir hayati organını kaybetmişcesine kendini eksik hissetmeye başladı.


Bir dostu kaybetmenin hüznü


Akif, sabah ve akşam yürüyüşleri dışında çalışma odasında sürekli okuyordu. Masa üstüne yerleştirdiği hediye gramofona taş plaklar sürüp memleket havalarıyla klasik müzik dinliyor, sonra da kendini ibadete vererek namaz ve zikre bol zaman ayırıyordu. 1935 yılının ilkbaharında Onun da sağlığı bozulmaya başladı.


Bir sabah kalktıklarında yüzü ve elleri solgundu.


Eşi İsmet Hanım:


--"…Efendi, galiba sen sarılık olmuşsun! " diye Onu uyardı.


Akif, önce kollarına, sonra da aynada yüzüne dikkatle baktı, gözlerinin akı bile sararmıştı. Aynı gün Hilvan Bölge hastanesi-Müsteşfesinde bir hekime göründüler. Şiddetli baş ağrısı vardı, kendini yorgun ve bitkin hissediyordu. Kansızlıkla ilgili ilaç, vitamin hapları ve perhiz tavsiyeleriyle evlerine döndüler. Çok sıvı alacak ama tuzlu yemeyecekti. Birkaç gün içinde zayıfladı, gül yüzündeki pembelik soldu rengi koyulaşmaya başladı. Her gün artan halsiz, bitkin ve iştahsızdı.


El elden üstündü ve can tatlıydı, bir kere de Kahire'nin tanınmış hekimlerine muayene oldu, "müsteşfede" laboratuar tahliller tekrar yapıldı. Artık bazen kontrol, bazen de hacamat için başkentteki doktorlara taşınmaya başladılar.

Hastalıklar peşini bırakmıyor

Hastalık değişik bulgular veriyordu. Saatler süren karın ve baş ağrılarıyla birlikte, üşüme ve titreme nöbetleri, sırılsıklam terleten ve yine en az bir saat süren yüksek ateşle sonlanıyordu. Hastalığa bazıları Humma-i Muhrike diyordu. Karasu humması diyenlerin yanında, karaciğer ve dalağın büyüdüğünü, karın ve kol-bacak şişmelerine bakarak "Bu bir karaciğer hastalığı olan sirozdur !" diyorlardı. Nihayet yapılan konsultasyonla siroz teşhisi kesinleşti.

Mısır'ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde "tebdil-i hava" yapmasına karar verildi. Hastanede doktorlarla, Hilvan'daki evinde, eşi ve çocuklarıyla müşavere edildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi.


Akif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye'den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı. Tavsiye edilen doktor muayenesinde Akif'te sirozdan başka bir de Malarya, yani sıtma olduğu da ortaya çıktı.


Beyrut'ta kaldığı günler içinde İslâm'ın dört büyük müctehidinden biri olan Evzai'nin türbesine gidip fatihalar ikram ederek saygıyla ziyaret etti. Ertesi gün tekrar hekim kontrolünden geçti.


Aşı yapıldı ve yeni tedavi yöntemlerinin uygulanmasından sonra Beyrut ve Akdenize yüzlerce metre yukardan bakan ve yoğun sedir ormanlarıyla kaplı, Cebel-i Lübnan'ın en meşhur yaylası Suk-ul Garb köyüne çıktı. Havası bol oksijenli, suyu kaliteliydi. Diğer ülkelerden gelenlerle birlikte Akif de "Funduk el - Haccara "-Haccar Oteline-yerleşti.


İstanbul'a yazdığı mektuplarda hayatından memnun ifadeler okunmaktadır. Oysa Akifi Lübnan dağlarına savuran, yıpratıcı hastalığının doğurduğu ağır ve tahammülü zor zaruretlerdi. Bir mektubunda bunu vurguluyordu.


-- "…Burada Mısır'ın sıcağıyla tozundan mahrumum. İlk gün bu mahrumiyeti hissettim. Lakin artık ona da alıştım…"


"…Misafir olduğum otel hayli kalabalık, maamafih dervişlerin Kesrette Vahdet dedikleri gibi, sırf kendi alemimde yaşıyorum…"


Gönüllü geziler yahut böyle doktor raporuyla "tebdil hava" gerektiren hastalıklar dolayısıyla mecburi seyahatler Akif'i bulunduğu yerden çabuk bıkan bir insan haline getirdi. Dost sohbetlerinde anlattığı, yalnızlığına hayran olduğu seyyah Abdurreşit İbrahim gibi gezmek istiyordu. Özellikle Hindistan ve İspanya'yı merak ediyordu. Arkadaşlarıyla yaptığı sohbetleri okuyucularıyla da paylaşmaktan mutluluk duyuyordu. Ama ömrü vefa etmedi.

Dünyayı tanıma hayali...

"…-- Nasip olursa nisan ayı içinde İspanya'ya giderek Endülüs İslam Medeniyetinin bakıyesi olan Elhamra harabesini görmek istiyorum. Zannederim çok iyi bir şey olacak. Meşhudatımı –müşahede ettiklerimi, gördüklerimi-yazar, bir manzume vücuda getiririm. Bir Müslüman şairi için o havaliyi, o asarı ziyaret etmemek doğru değil. Mamafih bu niyetimden kimseyi haberdar etme, anlıyor musun?

"...Hayırlısıyla bu seyahat tahakkuk eder, sonra ihtisasatımı nazma da muvaffak olursam çok sevineceğim. Ümid ne tatlı şey ! …Baharda Elhamra'yı temaşa edip, yazın tasvirine çalışacağım. Gelecek kışa Himalaya dağlarına çıkarak, Ganj nehri vadilerinde dolaşarak, öbür bahara Hind şiirleri yazacağım !..."

Sırat-ı Müstakimin 1 Temmuz 1326 tarihli nüshasında Akif'in üzerinde durduğu konu seyahat ve dünyayı tanımaktır.

"… -- Bilad-ı Garbın ahvalini tasvir edecek seyahatnamelere bizde lüzum olsa bile, ihtiyacımızı bertaraf etmek elimizdedir. Bu eserleri tercümelerinden de okur ve Avrupa hakkında istediğimiz bilgiyi istediğimiz eserden alabiliriz.


Lakin Asyayı hangi eserden öğreneceğiz?

İtiraf etmeliyiz ki: dünyada en az tanıyıp bildiğimiz kıta, menşeimiz ve memleketimiz olan Asya'dır. Bu eski dünyadaki ülkelerin en meşhurlarını, yalnız isimlerini bilmek suretiyle tanırız. O mütenevvi iklimlerde yaşayan akvamın lisan, ahlak ve adetlerine dair pek az şey biliriz…"

Başka şehir ve ülkelere yapılan seyahatlar, ticari ve siyasi maksatla yapılabilir ama Akif'e göre bu gezilerin sosyolojik faydaları önceliklidir ve her şeyin üzerindedir.


Antakya halkı Âkif'in yolunu bekliyor

Fakat bu sefer evinden ve çocuklarından ayrılıp Lübnan dağlarına tırmanışı geriye dönüşü ve tedavisi mümkün olmayan yıpratıcı, amansız bir hastalık yüzündendir.


Yüzelliliklerden Muhittin Meydani, Beyrut'ta çıkardığı El-Necm yani Yıldız gazetesinde Mehmet Akif'in, aynı hafta Lübnan'a teşrifini duyurdu. El-Necm gazetesi, Şam, Halep ve İskenderun sancağına günlük ulaşır ve okunurdu. Yine Yüz elliliklerden Refik Halid Karay,Tarık Mümtaz Göztepe, Celal Kadri ve Hasan Sadık gibi aydınlar bu bölgede yaşıyordu. Bazıları yaylaya çıkarak şair Mehmet Akif'le görüşme imkanı buldular.


Antakya'da ise farklı bir heyecan yaşanıyordu. Halk ve aydınlar arasında milli şairimizi, Safahat ve Sırat-ı Müstakim'de, kuvay-ı milliyi ateşleyerek kurtuluş savaşını başlatan yazılarıyla tanıyanlar, bunca yakına gelmişken Akif'in yüzünü de görüp onunla şehrin en aziz bir misafiri olarak sohbet edip, tanışmak istediler. Antakya eşrafından Bereketzade Cemil Ağa, Akif'i Hilvan inzivasında tanımış ve candan sohbetine doyamamıştı.


Cemil Bereket:

--"Türkiye Cumhuriyetinin Milli marşını yazan büyük şairimizi aramızda görmek bizim için paha biçilmez bir şereftir !" diyordu.

Antakya ileri gelenleri arasında müşavere edildi ve görev taksimi yapılarak karara varıldı.. Davet sahibi Cemil Ağa, davet elçisi de Akif'le yıllar önce İstanbul'dan yakın tanışıklığı olan, Yüzelliliklerden, Antakya Lisesi edebiyat öğretmeni Kozanlı Ali İlmi Fani olacaktı. Hiç vakit kaybetmeden yola çıkıldı. Ali İlmi bey Beyruta geldi ve Suk-ül Garp yaylasına tırmanıp, Akif'i hem dinlendiği, hem de tedavi olduğu otel odasında buldu. Karşılıklı gönül alıcı sözlerden sonra Ali İlmi bey: kendisinin Lübnan toprağına geliş sebebini ve teklifini lisanı münasiple ifadeye çalıştı.

-"…Efendim sevenleriniz İskenderun Livasında sizin yolunuzu hasretle gözlüyorlar. Burada yalnız başınıza kalmanın da bir manası yok. Bol oksijenli havası ve meşhur Zugaybe suyuyla Antakya'nın iklimi Beyrut'tan daha sağlıklı. Tabiblerimizin kontrolünde aşılarınız da yapılır…"

Böyle zor zamanda aranmak, hasta halinde Şairi çok duygulandırmış ve mutlu etmişti. Cemil Ağa'nın ve İskenderun Sancağı'ndaki aydınların selamlarını ilettikten sonra, Onu yine lisanı münasiple Antakyaya davet etti. Akif bu nazik daveti bitkin ve yorgun olduğu halde, memnuniyetle kabul etti.


Halep üzerinden ve 9 Ağustos 1935 günü Antakya'ya ulaştılar. Yol yorgunu olan Şair, bir gün dinlendikten sonra Antakyalı sevenleriyle tanışmaya başladı. Cemil Bereket, bugün Hatay Vilayet binasının karşısındaki görkemli konağını ona tahsis etti. Antakyada yayınlanan, Ankara yanlısı ve işgale direnen Altınözü, Vahdet, Doğruyol ve Yıldız gazetelerinde tarihi ziyarete yer verildi. Yenigün Gazetesinin 11 Ağustos 1935 tarihli nüshasında Akif'le ilgili haber manşetten geçiyordu.


Beyrut'ta "tebdil-i hava"



Hastalığının teşhisiyle birlikte Mısır'ın yakıcı, subtropikal sıcaklarından uzak ve serin bir yerde "tebdil-i hava" yapmasına karar verildi. En yakın ve en uygun mekan Beyrut idi. Âkif bavulunu hazırladı ve 1935 temmuzunun son haftasında İskenderiye'den kalkan ilk yolcu vapuruyla hareket etti. Saatler sonra, yamaçlarındaki sedir ormanlarının uzaklardan göründüğü Beyrut iskelesinde karaya ayak bastı.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder