2. Abdülhamid'in iktidar yıllarında bu fikir, içte ve dışta büyük tesirleri olan bir cereyan hâlini almıştı. Bunun sebebi olarak, 1878 Berlin Antlaşması'nı müteakip Osmanlı Devleti'nin karşı karşıya kaldığı yeni coğrafî, dinî, etnik ve demografik yapı, dışta karşılaştığı büyük baskılar ve birkaçı hâriç bütün İslâm topluluklarının Batı'nın sömürgesi olması gibi hususlar gösterilebilir. Bu yeni akımın güç aldığı en temel unsur, sultanın aynı zamanda "halife-yi rûy-ı zemin" yani dünyadaki bütün Müslümanların temsil makamı olmasıdır. Abdülhamid, Hatırat'ında bu hususu şu cümlelerle ifade eder: "Tenkidlere rahatlıkla tahammül edebilirim. Ancak kendimi sadece bir hükümdar addetmeyeceğim. Aynı zamanda bütün Müslümanların fikrini de dikkate almam lâzım geldiğini unutuyorlar. Hattâ her şeyden önce Müslümanların başı yani halife olarak hareket etmem icap eder."3 Kemal Karpat, Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm politikasının genel çerçevesini çizerken, dışta Müslüman topluluklara el uzatmakla birlikte, onun dünya Müslümanlarını birleştirmek, aynı siyasî çatıda toplamak gibi bir gayesinin olmadığını; içte ise Müslüman teb'ayı kaynaştırarak onlar arasında birlik ve tesanüt sağlamak hedefinde olduğunu ifade etmektedir.4 Dünyanın farklı bölgelerine dağılmış Müslümanların gerçekte bir devletin bayrağı altında toplanması, o devrin siyasî şartları göz önüne alındığında pek mümkün değildir. Ancak hepsinin ümidi İstanbul'dur. Başka çalacak kapıları yoktur. Abdülhamid bu konuyu şu sözlerle ifade eder: "Dindaşlarımın yaşadığı memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması çok acıdır. Osmanlı Devleti'ne 20 milyon Müslüman katılmıştır. Buna rağmen Müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddî kuvvetimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, mânevî kudretimiz bâki kalacaktır."5
Dönemin düşünürlerinden Cemaleddin-i Afganî'nin İttihad-ı İslâm düşüncesinin Abdülhamid üzerinde tesirli olduğu görüşleri vardır. Ancak Afganî'nin savunduğu, bütün Müslümanları kuvvetli bir devlet, federasyon altında toplayan siyasî mânâda bir İslâm birliği idi. Abdülhamid'inki ise, muayyen sınırlarda yaşayan Müslümanlar arasında sömürülmeye karşı ortak bir düşünce oluşturmaktı. Bu açıdan ikisi birbirinden farklıdır. Cemaleddin Afganî'yi bir müddet Yıldız Sarayı'nda tutan sultan, onun daha çok İran ve Şiiler konusundaki birikiminden istifade etmeyi hesaplamış, ondan Sünnî ve Şii âlimleri bir araya getirerek mezhep ayrılıkları ve aradaki ihtilâfların asgariye indirilmesi için raporlar istemiştir.6
İttihad-ı İslâm düşüncesinin temeli, İslâm dünyasının geri kalmışlığı ve zulme maruz kalması idi. Batı, onun bütün İslâm ülkelerini silâhlı mücadeleye sevk edecek topyekûn bir direniş başlatma yerine "hilâfet" eksenli bir himaye politikası ile Osmanlı merkezli ortak bir gönül dayanışması oluşturma gayretinde olduğunu çok iyi biliyor ve bunu kendileri için öncekinden daha tehlikeli görüyordu. Abdülhamid, Rum yazar M. De Grece'e: "Çalışma odama, Müslüman ülkelerin iyice belirli bir şekilde yeşil renkle işaretlenmiş olduğu bir haritayı asmıştım. Elçileri, özellikle de İngiliz'i her kabul edişimde parmağımı haritaya doğru götürüyordum. Bu da onları endişelendirmeye yetiyordu."7 der. Gerçekten de Ortadoğu'da bulunan zengin petrol yataklarına göz diken emperyalist Batılı devletler -bilhassa İngiliz ve Fransızlar- bir taraftan ajanları vasıtasıyla milliyetçilik fikirleri aşılayarak Osmanlı'yı parçalamaya çalışırken, diğer taraftan da kendi sömürgelerini İttihad-ı İslâm düşüncesinden uzak tutma gayreti içindeydiler. Abdülhamid: "Müslümanların bulunduğu yerlerle irtibatımız daha sıklaşmalı, birbirimize daha fazla yaklaşmalıyız. İstanbul için, yalnız bu birlikte, ümit vardır. İslâmiyet'in birliği devam ettiği müddetçe, İngiltere, Fransa, Rusya, Hollanda vs. elimizde sayılır... Henüz zamanı gelmiş değil, ama bir gün mü'minler birden kalkınacaklar ve tek bir insan gibi hareket ederek gâvurların boyunduruğunu kıracaklardır. Toplam 250 milyon Müslüman kurtuluş için Allahu Tealâ'ya yalvarmaktadır ve Hazreti Muhammed'in (sallallahü aleyhi ve sellem ) vekili olan halifeye ümitlerini bağlamışlardır." sözleri ile bu politikadaki kararlılığını ortaya koymaktadır.8
Kıtalar ötesine gönderilen heyetler
Onun saltanatı boyunca Yıldız Sarayı, Orta Asya'dan Kuzey Afrika'ya dünyanın her tarafından gelen veya davet edilen Müslüman temsilcilerinin uğrak yeri idi. 2. Abdülhamid, davetli veya davetsiz huzuruna gelen bütün misafirlere İslâm kardeşliği ve birliği ruhunu işleyen konuşmalar yapıyor, uğurlarken de gittikleri yerlerde dağıtılmak üzere Kur'ân-ı Kerîmler hediye ediyordu. Özellikle hac mevsiminde İstanbul'a gelen fakir hacı adaylarını memnun etmek için büyük gayret gösterilirdi. Karadeniz yoluyla İstanbul'a gelen Tatar, Kalmuk, Kırgız, Kafkas ve Kaşgar Türkleriyle Afganlar ve Türkmenler, Anadolu yakasındaki Valide Camiî'nde toplanırlar; iaşe ve ibateleri devlet hazinesinden sağlanan bu kişiler, sultanın İdare-i Mahsusa'dan kiraladığı gemiler ile Harem'den hac yolculuğuna başlarlardı. Bir Osmanlı Arşiv Belgesinde, on beş fakir Dağıstanlının İdare-i Mahsusa vapurlarından biriyle hac için Cidde'ye gidişleri ve seyahat masraflarının 2. Abdülhamid tarafından ödenmesi şu şekilde anlatılır:
"Mabeyn-i Hümâyûn Baş Kitâbet-i Celîlesine
Cânib-i Hicaz´a azîmet etmek üzere surre-i hümâyûn vapuruyla Dersaadet´ten Beyrut´a gelen on beş nefer Dağıstan muhâcirlerinin fakr-ı hallerine binâen İdâre-i Mahsûsa vapurlarından birine irkâben Cidde´ye kadar i´zâmları zımnında ikişer yüz kuruştan üç bin kuruş vapur navlunlarının sadaka-i âtıfet cereyân-ı kıymet hazret-i padişahi olmak üzere Beyrut Mal Sandığı´ndan tesviyesine me´zûniyet buyrulması ma´rûftur.
Beyrut Valisi"
Müslüman toplulukların dertlerini dinlemek için yakınlığına uzaklığına bakılmaksızın, dünyanın muhtelif yerlerine 2. Abdülhamid'in özel izniyle heyetler gönderilmekteydi. Bunlardan biri 28 Nisan 1901'de Enver Paşa başkanlığında Çin Müslümanlarına gönderilmişti. Bu sırada sayıları yetmiş milyonu bulan Çin Müslümanları camilerinde hutbelerini Sultan 2. Abdülhamid adına okutmaktaydı. Heyet Ağustos 1902'de burada görüşmeler yaptıktan sonra geri dönmüş ve Çin Müslümanlarının din görevlisi talebini Yıldız Sarayı'na giderek Abdülhamid'e iletmişlerdi. Bunun üzerine 1906'da Ali Rıza Efendi ve Bursalı Hafız Hasan Efendi Pekin'e gönderilmiştir. Bu iki âlim bir taraftan ulûm-u diniye ile meşgul olurken, diğer taraftan da "Dar'ul-Ulûmi'l-Hamidiye" adında bir okul açılmasına önayak olmuşlardır.9 Ayrıca Uzakdoğu'da İttihad-ı İslâm fikrinin neşv ü neması (gelişip-büyüme) için, heyetler gönderilmesine karar verilmişti. Diğer bazı coğrafyalarda olduğu gibi buraların ileri gelen Müslümanları hiçbir zaman Osmanlı'dan hediye, nişan veya para talebinde bulunmamışlardır. 1889 yılında Japonya'ya gönderilen Ertuğrul Fırkateyni'nin her ne kadar resmî bir ziyaret için yolculuğa çıktığı ifade edilse de, gerçekte Hind sahilleri ve adalarında yaşayan Müslümanlarla bir araya gelme hedeflenmişti. Bunu duyan Hind Müslümanları, günler öncesinden onun uğrayacağı limanlara akın etmişti. Bombay'da Ertuğrul Fırkateyni'ni günde ortalama 20.000, bir hafta içinde ise toplam 150.000'e yakın ziyaretçi görmeye gelmiştir. 29 Ekim 1889 tarihli Advocate of İndia isimli İngilizce yayımlanan gazete, Ertuğrul'un ziyaretinin tesirleriyle alâkalı şu bilgileri vermektedir: "Fırkateynin Bombay'a gelişi Hindistan'ın Müslüman halkı üzerinde geniş bir tesir bırakmış, bu halk din kardeşlerini büyük bir içtenlikle bağırlarına basmıştı. Cuma günü gemi mürettebatından 150 kadar asker ve subay gayet temiz giyinmiş hâlde Cuma namazını eda etmek üzere camilere gitmişler ve yolda kalabalık bir halk kitlesi tarafından saygıyla selâmlanmıştı."10
Ertuğrul'un Bombay'da nasıl büyük bir tesir icra ettiği ve Müslümanların Osmanlı hilâfetine olan bağlılıkları, bizzat gemi komutanı Osman Bey tarafından yazılan raporlarla Abdülhamid'e iletilmiştir.11 26 Ekim 1889 tarihinde halkın ziyaretlerine son verilerek ertesi günkü sefer için su, yiyecek ve kömür ikmali yapılmıştır. Kolombo üzerinden Singapur'a geçilmiş ve aynı coşku burada da yaşanmıştır. Geminin uzunca bir süre Singapur'da kalacağını haber alan uzaktaki Müslüman hükümdarlar temsilciler göndermişlerdir. Bunlardan Sumatra, Cava ahalisi, Siyam Müslümanları, Flemenklerin (büyük ölçüde şimdiki Hollanda ve Belçika devleti) mezalimlerinden dolayı, Osman Paşa'ya dert yanmışlardır.12
Hind Müslümanları, 1857 yılında Babür Devleti yıkıldıktan sonra gözlerini Osmanlı'ya çevirmişlerdi. Seylanlılar Cuma hutbelerinde 2. Abdülhamid'in adını zikrediyor ve kendilerini onun teb'ası sayıyorlardı. 1882 Ağustos'unda Mısır'da İngiliz saldırılarına karşı Albay Arabî'nin başarısı için Hindistan'da toplu dua yapılmıştı. 1897 Osmanlı-Yunan Savaşı neticesi kazanılan galibiyet, Hindistan'ın birçok şehrinde kutlanmış, zafer sebebiyle sultana tebrik mesajları gönderilmişti. Abdülhamid'in 1900 yılında yapılan cülus kutlamaları, Hindistan'da da coşkuyla kutlanmıştır.13
2. Abdülhamid'in Müslümanların yaşadığı bir başka yer olan Kuzey Afrika'da da benzer faaliyetler içinde olduğu görülür. Sultan'ın burada üzerinde önemle durduğu kabile Senusîlerdi. Bunlar, Bingazi'nin güneyinde ve Büyük Sahra'nın ortasında yemyeşil Kufra Vahası'nda yaşayan çok cesur, istiklâllerine düşkün insanlardı. Abdülhamid, Fransızca, Almanca ve İngilizceyi iyi bilen bir askerini Azamzâde Sâdık Müeyyed Paşa'yı Kufra'ya Senusîlere iki defa göndermişti. Müeyyed Paşa, onlara, Osmanlı'ya bağlılık ve sadakât yemini ettirdi. Ayrıca Fas Şerifi Hasan ile önce şeyhülislâmla, ardından da diplomatik kanallarla münasebet kurulmuştu.
Somali'de Şeyh Üveys ve rakibi Muhammed Abdullah Hayın da sultanla sürekli haberleşiyordu. Zengibar Hükümdarı Sultan Ali de İstanbul'a bağlıydı. Hattâ İstanbul'la hiç bağlantısı olmayan Fas Rif bölgesi emiri Abdülkerim dahi, Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm şemsiyesi altında idi. Trablusgarp'ta önemli bir tarikat olan Medeniye'nin şeyhi Muhammed Zafir, Yıldız Sarayı'nda misafir ediliyordu. Sultan burada İttihad-ı İslâm çalışmalarını, müntesibi bulunduğu Şazeliye ve bunun bir kolu olan Medeniye ile yürütüyordu.
İslâm'ın kalbgâhına giden yol: Yemen
İttihad-ı İslâm fikrinin en yaygın olduğu yerlerden biri Arap vilâyetleridir. Bu vilâyetler, Osmanlı Devleti'nde Müslüman teb'anın yaşadığı en geniş coğrafyadır. Abdülhamid'in üzerinde hassasiyetle durduğu konulardan biri, bu vilâyetlerin elde tutulması idi. Bu coğrafyanın Hindistan yolu üzerinde bulunması, hele 19. asrın sonunda petrol yataklarına rastlanması, dünyanın bütün dikkatini bu bölgeye çevirmişti. Tahsin Paşa Hatırat'ında bu durumu şu şekilde anlatır: "Bir tarafta müstakil bir hükümdar gibi yaşayan Yemen İmamı, Mısır Hidivi, Necid, Zafir Emirleri, Lahiç Sultanı, Basra Nakibüleşrafı, Cebel-i Dürzi Reisi, Barzan, Maskat Şeyhleri diğer tarafta Halife izafesiyle bütün âlem-i İslâm'a sahip görünen Osmanlı Padişahı bulunuyordu. Bu iki kuvvetli tarafın arasına giren, her biri başka başka menafi-i siyasiye ve iktisadiye takip eden İngiltere, Fransa ve İtalya devletleri ise çizdikleri program dairesinde istifadelerini temine say ve ihtimam eyliyorlardı. Bu oyunda birinci rolü İngilizler oynuyordu. İngilizler, dâhilde belli başlı cemaat, aşiret ve kabilelerin ileri gelen reislerini okşayarak, âtiyyeler vererek, icabında himaye edeceklerine inandırarak kendilerine celb ederlerdi. Bu işi başarmak için suret-i mahsusada yetiştirilmiş, türlü türlü kıyafetlere girmiş memurlar gönderirlerdi. O memurlar lisan ve mahalli âdetlere gerçekten aşina olurlardı. Memur olduklarını hissettirmeden efkârı ifsada ve hükümeti metbularından soğutmaya çalışırlardı."14
Sultan Abdülhamid, iktidarda kaldığı sürece Arap vilâyetlerinde İngiltere ile kıyasıya bir mücadele içinde olmuştur. İngiltere, Osmanlı hâkimiyetini Kuveyt-Akabe-Sana üçgeninde boğmak istiyordu. Yemen ve Akabe'deki mücadeleyi Osmanlı kazanmış, Kuveyt'te ise başarılı olunamamıştı. İngilizlerin Mısır'a yerleştikten sonra üzerinde en çok durdukları yer Yemen olmuştu. Yemen elden giderse, Mekke ve Medine'yi korumak zorlaşırdı. Bu sebepten 2. Abdülhamid buranın savunmasına özel bir önem vermişti. Yemen kabilelerine nişanlar, rütbeler ve ihsanlar verdi. Bu suretle Arabistan'da bulunan şeyhlerin çoğu Osmanlı idaresinden ayrılmadı. Burada sekiz bin kişilik bir kolordu görevlendirildi. En dirayetli paşalardan olan Ahmed Muhtar, Ahmed Eyüp, İsmail Hakkı, Müşir Osman, Ahmed Fevzi, Hüseyin Hilmi ve Tevfik Paşalar, vali ve komutan olarak atandı. Osmanlı Yemen'i 1. Dünya Savaşı'nın sonunda bıraktı. O zamana kadar sadece bu topraklarda 150 bin şehit verildi.
Abdülhamid, İttihad-ı İslâm siyaseti için hac ibadetini çok iyi değerlendirmişti. Hac ibadeti boyunca birbirleriyle yakınlaşıp kaynaşan Müslümanlara hitap edilmiş, Dünya Müslümanlarının desteğini alabilmek için broşürler hazırlanıp dağıtılmıştır. Ayrıca Sultan, Hicaz'da hastaneler yaptırmış ve bu hastanelerde hasta hacılar tedavi edilmiştir. Parasız kalan hacıların masrafları karşılanarak memleketlerine gönderilmeleri sağlanmıştır. Osmanlı Devleti hacılar için su yolları, konaklama tesisleri ve misafirhaneler yaptırmıştır. Hac ibadetini yapmak isteyen hacıların kolay ve güvenli bir şekilde yolculuk yapmalarını sağlamak için Hicaz Demiryolu inşa edilmiştir. 1901'de Şam'da inşasına başlanılan demiryolu, 1908'de Medine'ye ulaştırılarak tamamlanmıştır. Hicaz Demiryolu'nun masrafları ise başta Abdülhamid olmak üzere tamamen İslâm dünyasından toplanan yardımlarla karşılanmıştır. Hindistan, İran, Fas, Tunus, Cezayir, Türkistan, Sumatra, Java ve Malezya Müslümanları açılan yardım kampanyalarına katılmışlardır. Bilhassa Afganistan Sultanı Amir Han, en büyük yardımı yapan şahıs olmuştur. Abdülhamid burada en çok Şerif Hüseyin ailesi ile meşgul olmuştu. Suriye'de ise eşraftan İzzed Hulo, Necip Melhama ve Rufaî Şeyhi Ebu'l- Huda'yı Yıldız Sarayı'nda misafir ederek onların gönlünü almış, Suriye Müslümanları da sonuna kadar Osmanlı'ya sâdık kalmıştır.15
İngilizlerin yeni bir halife çıkarma gayretleri
Sultan Abdülhamid'in İttihad-ı İslâm politikası İngilizleri hayli tedirgin etmişti. Onu tesirsiz hâle getirmek için Hindistan Müslümanları üzerinde baskı ve şiddet uygulamışlardır. Arap ülkelerinde ise daha başka yollar izlediler. Buralarda "Arap Halifeliği" veya "Arap Irkçılığı" ön plâna çıkarılmıştır. Özellikle halifeliğin Osmanlı'dan alınması için "Halife Kureyş'ten, Araplardan olmalıdır." propagandasını yapmışlardır. Halife adayları da, Mısır Hidivi Tevfik Paşa idi. Bu propagandanın tesirinde kalan Tevfik Paşa, halifelik konusunda bir ara epeyce ümitlenmişti. Bu gelişmeler üzerine Abdülhamid, Kahire'deki Mısır Yüksek Komiseri Ahmed Muhtar Paşa vasıtasıyla Mısır gazetelerine nişan vererek, hediyeler göndererek Osmanlı lehine yayımlar yaptırmıştır. Kahire gazeteleri, Halifenin Kureyş'ten değil, kuvvet ve kudret sahibi Müslümanların içinden olması gerektiği şeklinde yayımlar yapmışlardır. İngilizler, bundan netice alamayınca, bu defa da halifeliğin tarihî ve dinî temelleri kalmadığı şeklinde propagandaya başlamışlardır. "Hilafet Abbasilerle sona ermiştir, ondan sonrası sahtedir.", "Hilafet Bağdat'ın düşmesi ile birlikte sona ermiştir. Memlûkler tarafından canlandırılışı cansız bir gösteri, Osmanlı'nınki ise rüyadır." diyorlardı. Bir de Alman İmparatoru Wilhelm'in 1898'de Şam'da Selahaddin-i Eyyübî Türbesi'nin başında yaptığı meşhur "Şam Nutku", İngilizleri çok rahatsız etmişti. Wilhelm nutkunda şunları söylemiştir: "Burada bütün zamanların en kahraman askeri Sultan Selâhaddin'in mezarı önündeyim. Majesteleri Sultan 2. Abdülhamid'e misafirperverliğinden dolayı teşekkür borçluyum. Gerek Majeste Sultan, gerekse halifesi olduğu dünyanın her tarafındaki 300 milyon Müslüman bilsinler ki, Alman İmparatoru onların en iyi dostudur." İngilizler bu safhadan itibaren tehlikeli bir faaliyete girişerek, din duygusunu silip süpüren ırk esasına dayalı Arap milliyetçiliğini tahrik etmeye başlamışlardır.16
2. Abdülhamid'in 27 Nisan 1909'da tahttan indirilerek Selanik'e sürgüne gönderilmesi, İslâm dünyasında oluşan hilâfet eksenli heyecanın da sönmesine sebep olmuştur. 1. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı'nın yıkılması ve hilafetin kaldırılması üzerine 1926'da Kahire'de ve 1931'de Kudüs'te yeni bir halifenin seçilmesi hususundaki gayretler ise neticesiz kalmıştır. Böylece, asırlarca Osmanlı'ya ve bütün İslâm dünyasına ruh veren ve 2. Abdülhamid'le siyaset sahnesinde önemli bir yer bulan İttihad-ı İslâm düşüncesi, bir gaye-i hayal olarak müminlerin zihinlerinde kalmıştır.
Dipnotlar
1. Metin Hülagü, Panislâmist Faaliyetler, s.9, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1994.
2. Azmi Özcan, Panislâmizm, Osmanlı Devleti, Hindistan Müslümanları ve İngiltere, 1877-1914, TDV yay., İstanbul 1997.
3. Ali Vehbi, "Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım)", s. 86, Hareket Yay. İstanbul 1974.
4. Kemal Karpat, Panislâmizm ve II. Abdülhamit, s. 28, 48, Türk Dünyası Araştırmaları, İstanbul 1987
5. Vehbi, age., s.86.
6. Süleyman Kocabaş, Sultan II. Abdülhamit, s. 229, Vatan yay., Konya 1995.
7. De Grece, Michel, II. Abdülhamit Y ı l d ı z Sürgünü, s. 180, Çev: D. Bayladı, Milliyet yay. İstanbul 1995.
8. Vehbi, age., s. 86.
9. Kocabaş, age., s.237–238.
10. Apatay Çetinkaya, Ertuğrul Fırkateyninin Öyküsü, XX. Yüzyıldan Bugüne Türk-Japon İlişkileri, s. 123-125, Ad Yayıncılık, İstanbul 1998.
11. Apatay, age., s.125.
12. DMA, Mektûbî, Belge No: 608/46.
13. Kocabaş, age, s.241.
14. Tahsin Paşa, Hatırat, s.244,
15. Kocabaş, age, s.254.
16. Yusuf Hikmet Batur, Türk İnkılâbı Tarihi, C.I, s.118-119, Ankara 1995.
Ahmet Ürgüplü
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder