2 Şubat 2012 Perşembe

Mehmet Akif, vatanperver Kur’an nurunun tebliğcisiydi



Mehmet Akif, vatanperver Kur’an nurunun tebliğcisiydi


Devlete ve millete ömrü boyunca hizmet eden Mehmet Akif, vatanperver, üretken entelektüel bir yazar, şair, siyaset adamı, idealist bir aydın, Kur’an nurunun tebliğcisi bir ahlak adamıydı. O, Dünya İslam Birliği için Hilafet kurumunun tıpkı Vatikan gibi mutlaka yaşatılıp, ihya edilmesinin şart olduğu fikrindeydi. Bu, şairin genç nesiller tarafından ibret ve örnek alınacak siyasi bir görüşü olabilirdi.



On yıldan beri Türkiye dışında ve en çok Mısır’da oturmakta olan “Safahat” müellifi Mehmet Akif, iki gün evvel Halep’ten şehrimize gelmiştir…” Akif zamanın büyük bir bölümünü Bereketzade Cemil Ağanın konağında halkla sohbet ederek değerlendiriyordu. Her gün Asi Nehri kıyısında düzenli olarak yürüyüş yapıyor ve sonra da dinlenmeye çekiliyordu. Şair, yıllardır yaşadığı Mısır gurbeti ve çöl sıcaklarından, iklimi, coğrafyası ve sosyo-kültürel yapısıyla Anadolu’nun doğal uzantısı olan Antakya’da gönüldaşlarıyla kucaklaşıp, hasret giderdi. Halkın işgal acısını ve Anavatana hasretini birlikte yaşadı. Kötü günlerin ömrü kısa olacaktı. Onlara umut ve moral verdi, sıkıntılarını sohbetlerle paylaştı.



Ali İlmi Fani, Filozof Rıza Tevfik’e yazdığı 14 Ağustos 1935 tarihli mektubunda konuya şöyle değiniyordu:



“Perşembe akşamı Akif Beyefendiyle beraber Halep’e yetiştik. Geceyi Refik Halid beyin yanında geçirdik. Ferdası sabahı Antakya’ya geldik. Kendisini Bereketzade Cemil Beyin konağına misafir eyledim. Cemil Beyle Hilvan’da tanışmışlardı. Hakkında pek ziyade hürmet göstermekte ve bu suretle istirahatını temine çalışmaktadır. Akif Bey vaziyetten pek memnundur, ancak kendisinden bir saat ayrılmak dahi kabil olmadığından benim hürriyetim elimden gitmiştir. Hatta şu kısacık mektubu bile size beş gün sonra yazmaya vakit bulabildim…”



Sağlığı dolayısıyla, Akif’e: fazla yormadan günübirlik kısa turlar düzenleyerek ve çift katananın çektiği payton-hantürlerle yakın çevredeki mesire yerleri gezdirildi. Asırlık çınar gölgeleriyle Narlıca yolu üzerindeki Maşuklu, suları ve şelaleleriyle ünlü Harbiye ve Tosunpınar’da leziz memleket yemekleri ikram edildi. Akif’in bir aylık Antakya ziyaretinin üç günü hariç hepsi de şehir merkezindeki Cemil Ağanın konağında geçti. Sadece üç gün de Tosunpınar’daki Halefzade Mesrur Ağanın çiftlik konağında geceledi. Akif’in 1935 yılınsa misafir edildiği Konak şimdi Tosunpınar Ortaokulu olarak değerlendiriliyor.



Sabah ezanına dek süren sohbetler



Şair: Antakya’dan, İstanbul’da bulunan prenses Emine Abbas Halime yazdığı mektupta bu şehri ve halkını övmekten bitiremiyor. “…Antakya şehri sırtını Habibi Neccar dağına vermiş, ayaklarını Asi nehrine uzatmış, gözlerini de karşıki Toros cibaline dikmiş, ağaçlık, bahçelik, zeytinlik, bağlık, sulak, yemyeşil bir Türk yurdu… Değersiz eserleri dolayısıyla fakire gıyaben aşina çıkan ahali, fevc fevc ziyaretime geldiler. Davet davet alıp dağlara, bahçelere, bağlara götürdüler. Hele konağına indiğim Cemil Bey, ev sahipliğini bendenize devrederek, mahcup bir misafir gibi kendisi bir köşeye büzüldü. Ahçılar, hizmetçiler bütün emirleri bendenizden telakki eder oldular. Asıl beylerine hiçbir şey sormaz oldular.! Asalet mutlaka kendini gösteriyor. Asil adam ne kadar düşse, gene sağlam bir tarafı kalıyor…”



Gördüğü samimi ilgi ve misafirperverlik onu çok mutlu etmişti. Tabiplerin tavsiye ettikleri gibi beslenme disiplinine riayet ettiğinden çok rahatlamıştı. Üşüyüp-titreme ve arkasından yüksek ateşle seyreden bir nöbet geçirince 22 Ağustos 1935 günü Akif’e tekrar sıtma aşısı yapıldı. Bereketzade Cemil Ağanın konağında bazı gece sohbetler, künefe-kerebiç ve taş kadayıf ikramlarıyla sabah ezanına kadar sürerdi.



Fransızlara karşı direnen Osmanlı torunu, bağımsızlık yanlısı çeteler, Ubeydiye üzerinden gelip ansızın Cisir Hadid Karakolu’nu çapraz ateşe alarak sekiz askeri öldürdüler. İşbirlikçi milislerin kılavuzluğunda ve cebri gece yürüyüşüyle üstün silahlarla donanmış bir Fransız ordusu iz sürerek Aşağı Kuseyr yaylasına indi. Fransız birliklerine karşı çarpışan Çetelere devamlı yardımlarıyla destek veren Beberte köyü baskınında dört şehit verdik. Harmanlar yakıldı, döven ve cercerlere koşulu büyükbaş hayvanlar kurşunlandı. Hele çete İzzettin Konuralp’e yataklık eden Büyükburç köyü Amık yolu ve Yanıkali üzerinden cebel toplarıyla bombardıman edildi. Fransız lejyonerlerine karşı dişediş-gözegöz çarpışan çetelerimiz Fransız ve paralı askerler-lejyonerlere karşı tam bir taciz sebebiydi. İşgalden sonra ilk dört yıl çete savaşlarıyla İşgalci düşmanların sesi-soluğu kesilmişti. Silahlı mücadelede kesin sınırlarla dost belli, düşman belliydi. Ama on beş yıllık belirsizliği ancak Ankara’nın müdahalesi çözebilecekti.



Akif’i ağlatan şiir



Ali İlmi Fani, Ankaradan gelen Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan Yayladağlı şair Ahmet Türkmen (Teymur)”un “Firakından ey Antakya kara bahtım sana ağlar” diye başlayan şiiri Akif’in huzurunda okudu:







Hilal gitmiş, salip gelmiş ne matem tutmuş afakın,



Bahar ağlar, harif ağlar, sana Seyf-ü şita ağlar



Ezan mahkum, Salip hakim aman ya Rab nedir hikmet?



Buna elbet diyar ağlar, melek ağlar, sema ağlar.







Garip bir hükm ile Misak-ı Milli nakzedilmiştir.



Bu davada değil millet, desatiri kaza ağlar.



Yetim kalmış bu yerlerde hezeran Türk’ün evladı.



Eder feryad mezalimden, felekde ses-seda ağlar.







Belayı dehrile bağrım nasıl yanmış ki ey Teymur!



Hayat benden kaçar, eninimden cefa ağlar…







Safahat’ın duyarlı şairi bu mısraları yüreği kabarak ve duygulanarak dinledi, gözleri doldu.



Akif Antakya halkının Fransız işgalinden duyduğu ezikliği ve Anavatan hasretiyle hürriyete olan zaptedilmez arzusuna yakından şahit oldu. Minarelerde okunan ezanla, çevresinden kulağına ulaşan, Türkçe’nin Arapçayla zenginleşen şeker gibi Antakya şivesi, Ona Fatih’te geçen gençlik yıllarını hatırlatıyordu. Üsküdar’ı, Beylerbeyi’ni, Çamlıca’yı hatırlatıyordu…



Camlı kahvenin gramofonlarından son melodiler etrafa yayılıyor. “Bağdat’ın hamamları-Yanıyor külhanları…” arkasından,” Şu karşıki dağda kar var duman yok” Akif bu türküleri zevkle dinliyordu. Asi nehri doluluğunca ve üzerinde sürükleyip götürdüğü kütüklerle birlikte, Süveydiye’ye doğru akıp gidiyor. Müziğe karşı büyük ilgisi ve sempatisi olan Akif’in, Antakya türküleriyle kulakları yıkanıyordu. Yenikapı ve Sultanahmet’teki gelenekler Antakya’da aynen yaşanıyordu. Bu ne büyük mutluluktu.



Hatay devletinde “Akif” törenleri



İskenderun Sancağının Ankara’ya mı, yoksa Şam’a mı bağlanacağının siyasi platformda konuşulduğu, Pilebisit yahut referandum tartışmalarının sürekli gerginliklere sebep olduğu en kritik günlerde Akif’in vefat haberi Antakya’ya ulaştı. Onun kadim dostları ve sevenleri, merhum şair aralarındaymış gibi tekrar toplandılar. Misafir olduğu Cemil Ağanın konağında muazzez ruh-u şerifine hatimler indirildi. En çok üzülenlerden biri de eski arkadaşı ve Akif’i Lübnan gurbetinden alıp getiren davet elçisi, edebiyat öğretmeni Ali İlmi Faniydi. Teessürünü ve duygularını Akif tarzı şiire sığınarak, beyaz kağıda döktü.







Ey, bağrıyanık şairi İslam elinin gel!



Gel, bağrına basmak için açıldı sana her el.



Dalma ebedi uykuna bir lahza uyan da,



Ruhumdaki hicranları sil gel de şu anda.







Bak, başka bahar arzediyor şimdi tabiat,



Doğmuş gibidir afakına fecr-i ezeliyet.



Zulmet eridi, her yer ışıklarla donandı,



En gamlı gönüllerde ne sevdalar uyandı.







Geldindi, fakat faslı hazanıydı bu yurdun.



Baktın da solan rengine, vurgun gibi durdun.



Sezmiştin onun çektiği a’lamı derinden,



Asi’ye düşen gözyaşının mevcelerinden.







Fikrinde geçen bahse hemen nokta koymuştun



Şu şiiri hazin bir sesle okumuştun:







“…Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm,



Gördüm de hazanında bu cennet gibi yurdu



Gül devrini bilseydim onun, bülbül olurdum,



Ya Rab, beni evvel getirseydin, ne olurdu?..”







Haklıydın evet, gülşeni küldü bu diyarın,



Sönmüştü şen neşeleri o eski baharın.



Tan yerlerinde yaslı bulutlar sürünürdü,



Her gün batıda kanlı alevler görünürdü.







Gökler doğacak aylara hasretle bakardı,



Aysız gecenin koynuna yıldızlar akardı,



İşte bu hazan bir kara rüya gibi geçti,



Yıllar bile en korkulu rüya gibi geçti.







Görmek bugünü sence de en mutlu dilekti,



Kalsandı ne var, beklediğin gün gelecekti.



Gittin bizi öksüz gibi avare bıraktın,



Kalsandı Hatay marşını sen yazacaktın!







Gül devri onun geldi, fakat bülbülü nerde?



Yadın gibi onmaz yaralar kaldı ciğerde!







Geleceğin düşünürü Reyhanlı’dan Hüseyin Cemil Meriç de Antakya Lisesi’nin kitap ve edebiyat dostu öğrencilerinden biriydi. Mehmet Akif’in aziz hatırasına kaleme alınan bu şiir, bütün talebelere yazdırıldı ve ezberlendi.



Referandum neticeleninceye kadar, şiirleriyle milletin moralini yükselten Mehmet Akif, Mecliste, Ulu Camii ve Habibi Neccar’ın minberlerinde, mahalli basında ve okullarda sürekli olarak gündemde kaldı. Ancak batı tipi kültürel metamorfozun sancıları da başlamıştı. Bağımsız Hatay Devletinin kurulup, ilan edildiği 2 Eylül 1938 akşamı, düzenlenen altı yüz kişilik muhteşem balo (!!!), Türkiye Cumhuriyetinin İstiklal Marşıyla başladı. “Hakkıdır Hakka tapan Milletimin İstiklal!” sayhası, manifestosu ve Antakya’da ilk balo! Caz müziğiyle başlayan tango, arkasından lokomeyşın ve flamingoyla hızlanan dans neydi? Lorke ve halayımıza hiç benzemiyordu. Antakyalı genç meraklılar hayatlarında ilk defa, duvarların üzerinden balo seyrettiler. Fransız’dan kurtulmuştuk ama “bu ne perhiz– bu ne lahana turşusuydu.” Bu manşetten haberi, meraklıları Yenigün gazetesinin 3.9.1938 tarihli nüshasından iftiharla veya ibretle okuyabilirler.



Bugün köprübaşında Gündüz Sineması olarak kullanılan taş binada, Hatay Millet Meclisi 8 Eylül 1938 günü toplandı. Genel kurulda yapılan görüşmelerde Hatay halkının da bir milli marşı olması gerektiği vurgulandı. Türkiye Cumhuriyetinin Milli Marşının Hatay için aynen kabul edilmesi teklifi, oy birliğiyle ve ayakta alkışlarla kabul edildi. Bu tarihten itibaren Hatay’ın resmi dairelerinde, okullarında ve kışlalarında Akif’in yazdığı İstiklal marşı okunmaya başlandı.



Hatay, Akif’in şiirleriyle coşardı



Mehmet Akif’in vefat yıldönümlerinde mutlaka onu minnetle ve rahmetle anma törenleri Hatay’ın bütün ilçelerinde yapıldı. 27 Aralık 1938 günü yani Akif’in vefatının ikinci yıldönümünde Antakya Kız Lisesi’nde “Büyük Türk-İslam şairi ve İstiklal marşının kudretli mübdii Mehmet Akif için” sabahleyin henüz dersler başlamadan önce ilk tören yapıldı. Hatay Devleti Milletvekillerinden Arif Hikmet Süralin de katıldığı törende, öğretmenler hürriyet ve birlik üzerine konuşmalar yaparken, talebeler de önce Akif’in Antakya için yazdığı şiiri, sonra da Safahat’tan dörtlükler okudular.



Aynı gün öğleden sonra, Antakya Erkek Lisesi’nin geniş konferans salonunda daha görkemli bir tören düzenlendi. Şehrin sayılı münevverleri, Meclis Başkanı Abdulgani Türkmen, ikinci başkan Vedii Münir Karabay ve çok sayıda mebus, öğretmen ve halkın katıldığı anma töreni saygı duruşu ve İstiklal marşından sonra Akif hakkında onun şiirleriyle örülü konuşmalar başladı. Talebeler Safahat’tan derledikleri şiirlerle kitleleri coşturdular.



“…Her insan bilmelidir ki, dünyada yaşadığı her olayın fizik ötesi, ahiret hesaplaşması vardır. Bu denge ancak evrensel ahlak kurallarıyla sağlanır. Akif’e göre farklı düşüncelerle birlikte hoşgörü içinde olmak, insanın anlayışını, idrakini ve karakterini yükseltir.



Gençler için önce kitap okumak, çevreyi ve dış ülkeleri gezip-görmek, başka medeniyet mensuplarının, kültür ve hayata bakışlarını öğrenmek büyük kazançtır. Milli ve moral erdemleri zayıf insanlara güvenilmez. Akif’e göre, imanı olmayan ilim üretken değildir. Aynı şekilde ilmi temel üzere kurulu olmayan iman işe yaramaz. Akif’in yaptığı dış gözlemlere göre, şarkta insana saygı ve değer yok. İnsanlar birbirlerini dinlemiyor ve anlamıyorlar. Millet olabilmenin ve birlikte mutlu yaşamanın şartı çok çalışmak ve evrensel İslam ahlakına sahip olmaktan geçer… Hoş görülü, doğu ve batıyı tanıyan, ilim, ahlak ve teknolojiye vakıf bir nesille memleketimiz payidar olur…”



Yaşarken unutturulmak istendi



Lise müdürü Zekeriya beyin alkışlanan bu konuşmasından sonra, lise son sınıf öğrencisi Kemal Sülker “Gençlik ve Mehmet Akif” konulu tarihi konuşmasını yaptı. “…Şimdi ihtifalini yaptığımız Mehmet Akif, vefatından az önce işgalci Fransızların güvensizlik havası içinde Antakya’ya gelip dolaşmış bir halk ve hamaset şairidir. Aramızda bulunduğu sırada kendisine lakayd kalışımızı, bizden ayrıldıktan sonra aziz hatırasına kucağımızı açmakla ödüyoruz… İstiklal Marşı’nın memlekete ve milli tarihimize eşine az rastlanır bir armağan sunan Mehmet Akif, ömrü boyunca kalemini yalnız sanatı ve ideali için kullanan, maddi hayatının hırpalanmasına katlanan, fakat düşüncelerine ve imanına el sürdürmeyen bir Türk-İslam şairidir. Onun sofulukla itham edip, kıymetini hiçe sayanlar, ideal ve idealisti takdir edemeyen, davası uğruna hayatını feda edenler anlamayan zavallılardır…” Türkiye’de henüz yaşarken unutturulmak istenen ve ölü muamelesi gören Mehmet Akif, Hatay’da her yıl yapılan törenlerle rahmetle anıldı ve yaşatıldı. Antakya ziyaretinde Bereketzade Cemil Ağanın konağında sohbet sırasında Mustafa Kemal’i kastederek:



“…Eğer O, halife olmak isteseydi ilk biat eden ben olurdum ve şimdi böyle vatan hasretiyle diyar diyar sürünmezdim…”dediği, 1939 yılında İskenderun’da ve Antakya’da halk arasında konuşuldu. Ancak bir gazetede yayınlanamadı. O, Dünya İslam Birliği için Hilafet kurumunun tıpkı Vatikan gibi mutlaka yaşatılıp, ihya edilmesinin şart olduğu fikrindeydi. Bu, şairin genç nesiller tarafından ibret ve örnek alınacak siyasi bir görüşü olabilirdi.



Devlete ve millete ömrü boyunca hizmet eden Mehmet Akif, vatanperver, üretken entelektüel bir yazar, şair, siyaset adamı, idealist bir aydın, Kur’an nurunun tebliğcisi bir ahlak adamıydı. Yakın arkadaşlarından Fatin Gökmen, Onun vefatını ebcet hesabıyla mısralara döktü.







“Mum gibi yandı ciğer, çünkü vatan türküsünü



Hep geçen kapkara günlerde terennüm etti.



Çıktı “Kırklar” bir ağızdan, dediler tarihini



İçimizde vatanın şairi “AKİF” gitti…”



Mecburi sürgünden vatan topraklarına acılı dönüş




Hİlvan gurbeti artık son bulmalıydı. Artık ne Endülüs ne de Ganj kıyıları, Akif Allah’ın lutfettiği ömrünün temditlerini memleketinde-İstanbul’da geçirmeye karar verdi. 1936 yılının haziran ortalarında İskenderiye’den kalkan bir yolcu vapuruyla İstanbul’a kesin dönüş yaptı. O da görüyordu ki: Bu seyahat bir sonun başlangıcıydı.



Yıllar önce Tacettin Dergahında yazdığı marşın on kıtalık tam metni içinde duaya hatta feryada dönüşen mısralar vardı:







“…Canı cananı bütün varımı alsın da Hüda,



Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda!”



On yıllık mecburi sürgünden sonra, uğruna hayatını adadığı vatan topraklarına ancak yıpratıcı bir hastalığın son günlerinde geri dönmek nasip oluyordu. Doğduğu, sokaklarında büyüdüğü gönüller sultanı İstanbul’u dünya gözüyle bir kere daha görebilmek her şeye değerdi.



İlk günlerini prenses Emine Abbas Halim’in Maçka’daki Mısır apartımanında dinlenerek geçirdi. Yoğun tedavi kürü için bazen Nişantaşı Sağlık Yurdu’na yatırıldı.



Hastalığın ağırlaşarak ilerleyişi ve tedavi için çırpınan hekimlere rağmen, tıbbın çaresiz kaldığı noktaları görüyordu. Akif daima Allah’ın merhametine sığınan tevekkül ehli bir Hak yolcusuydu. Her umutsuzluktan harikulade bir mutluluk çıkarmasını biliyordu. Ömrünün altmış üçüncü baharındaydı…



“…Ne mutlu bana, sevgili peygamberimin yaşında öleceğim !..” diyordu.



Nihayet, 27 Aralık 1936 günü ölüm meleğine teslim oldu ve Hakka yürüdü. Bu akibet, hısım-akraba ve sadık dostları tarafından bekleniyordu ama kederleri tarife sığmazdı. Gasledildi, kefenlendi ve cenaze namazı kılınmak üzere garip ve kimsesiz bir meyyit gibi İstanbul Belediyesine ait bir cenaze arabasıyla, Beyazıt Camii’ne getirilip musalla taşı üzerine bırakıldı.



Dönemin hükümetinin ilgisizliği inanılır ve affedilir gibi değildi. İstiklal marşı yazarı olan, bir milli şairi resmi törenle defnetmek akıllarına bile gelmedi.



Ancak tek atlı bir cenaze arabasıyla taşınan tabutun üzerinde Mehmet Akif’in ismini okuyan bir Tıbbiye öğrencisi, büyük bir heyecanla koşarak anfilere ve sınıflara dalıp, bu büyük insanın vefatını haber verdi. Her fakülteden üniversite öğrencileri bir anda Beyazıt meydanını doldurdular. Büyük boy ay-yıldızlı bayrakla tabutun üzeri örtüldü. Resmi ideoloji, içerde Rektörlük, dışarıda da güvenlik güçleri vasıtasıyla Üniversite öğrencilerinin cenazeye katılmalarını yasakladı. Fakat galeyana gelen milli duyguları ve Safahat şairine olan muhabbetleriyle talebelere yasak sökmüyordu.



Topluluğun içinden yükselen haykırışlarla, yol boyunca tekbirler, tehliller ve fatihalar uçuşuyordu. Beyazıt Camii’ndeki toplu cenaze namazından sonra, Edirnekapı Mezarlığı’na kadar, hiç kimse tarafından haberdar edilmeyen, davet edilmeyen, çoğunu Üniversitelilerin teşkil ettiği büyük bir konvoy, hayatı ve eserleriyle gönüllerde büyüyen Akif gibi bir büyük şahsiyeti ebedi yolculuğuna uğurladılar. Ayrılmadan önce, mezarı başında son bir kere daha, toplu halde ve gözyaşları içinde İstiklal marşını okudular. O iki tarih arasına sığmayacak kadar büyük bir sanatkar ve örnek bir ahlak adamıydı. Onu yakından tanıyan yazarlardan Mithat Cemal’in vurgusuna katılmamak mümkün değil:



“…Fetihten beri şehrin toprağına, kendi eseriyle gömülen ilk ölü."





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder