Medine Müdafii Fahreddin Paşa
Galip ÇAĞ
Elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. Durdu. Her iki yanındaki İngiliz askerlerine baktı. Onların gözlerindeki korkuyu hissetti. Ne de olsa "Çöl Aslanı"na refakat ediyorlardı. Tüfekleri ellerinde, parmakları sürekli tetiklerinde idi. Korkuyorlardı. Döndü ve tozdan artık iyice seçilmez olan şehre baktı. Yüreği daraldı. Nasıl bırakırdı, nasıl giderdi? Sırtına inen dipçikle zor da olsa döndü ve tekrar yürümeye başladı.
Haziran 1916'da İngiliz müfsitlerin telkinleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin'e bütün İslâm âlemi tepki göstermiş; ama o, ihanetinden dönmemişti. Kendince bahaneler bulmuştu bu menfî hareketine... Osmanlı'yı İngilizlerin yanında savaşa girmemesi dolayısıyla yargılıyor ve kendi kurduğu mahkemede mahkûm ediyordu.
Osmanlı birlikleri, isyan başladığında Yemen'de âdeta bir ölüm kalım savaşı veriyordu. Hava sıcaktı, hem düşmanla hem de salgın hastalıklarla mücadele ediyorlardı. Dahası diğer cephelerden gelen kötü haberler iyice zorlaştırıyordu işlerini. Asker yorgundu, asker yılgındı. Fakat Şerif Hüseyin'in isyanı başkaydı. Alınan haberlere göre isyancılar, 7 Temmuz 1916'da Mekke'ye ulaşmışlardı. Sıra, Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin bulunduğu Medine'ye gelmişti. Kanal Cephesi ve sonrasında bölgede kurulan cephelerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, buranın savunmasını Fahreddin Paşa'ya vermişti ve onu 17 Temmuz 1916'da Hicaz Seferi Kuvvetleri'nin başkumandanı olarak atamıştı.
Osmanlı birlikleri Medine önlerine ulaştığında şehir tam bir muhasara altında idi. Bir yanda düşman askeri, diğer yanda çöl, burayı dış dünyadan âdeta tecrit emişti. İsyancıların çemberi kısa zamanda yarıldı ve şehir Osmanlı kontrolüne alındı. Ama asıl çile şimdi başlıyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu kararlıydı, Medine alınacaktı.
Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü. Askerlerin bir kısmı firar etti, yiyecek bitti, su tükendi. Ama o kararlıydı. Yapamazdı, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrini terk edemezdi. Ama ümitsizlik artık askerlerinin damarlarına iyice işlemişti. Bazılarına göre her şey bitmişti. İşte tam bu sırada Fahreddin Paşa'nın, Çaldıran Seferi'nde ümitsizliğin pençesine düşmüş askerlerini birer kaplana çeviren Yavuz gibi yaptığı konuşma, yeniden diriltmişti bu yorgun ruhları:
"Ey İnsanlar! Mâlûmunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim; bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücün desteği, Hilâfet'in gözbebeği olan Medine'yi son kurşununa, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman'ca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Tealâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O'nun Resulü, Peygamber Efendimiz'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zâbitleri! Ey her cenkte (savaşta) cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek dâima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlâtlarım! Gelin hep beraber Allah'ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah, biz Sen'i bırakmayız!"
Çırpınıyordu. Görünen düşmandan çok görünmeyen düşmanla, ümitsizlikle mücadele ediyordu. Askerlerinin onu, dik görmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için canla başla çalışıyordu. Mahiyetindeki subay ve erleriyle birlikte bir sabah namazını Mescid-i Nebevi'de edâ ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve mübarek huzurunda yemin etti, şeref sözü verdi: "Yâ Resulallah! Son neferimize varıncaya dek şehit olmadıkça Sen'in mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz."
Askerleri yiyeceklerinin tükendiğini söyleyince, onlara çekirge yemelerini emretti, öyle ya çölde çekirgeden bol ne vardı ki! "Çekirgenin serçeden ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Serçe gibi huysuz ve serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor." Gündüzleri askerinin zihnine âbidevî bir duruş nakşeden Fahreddin Paşa, geceleri Mescid-i Nebevî'ye gidiyor ve orada sabaha kadar gözyaşı döküyordu: "Ya Resulallah, Sen'i nasıl bırakırım..."
Mondros'un imzalandığı haberi Medine'ye ulaştığında herkes gözlerine bakar, bitti mi artık dercesine. "Hayır, bitmedi." demedi belki; ama teslim olmaya dâir de en ufak bir îmada bulunmamasından burayı vermeyeceği anlaşılıyordu. Harbiye Nazırı Cevat Paşa'nın teslim emri kendisine ulaştığında silâh arkadaşlarına şunları söylemişti: "Hükümet, Medine'nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silâhlarımızla dövüşerek ölmek evlâdır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilâfet ve padişahın bir iradesi olmalıdır."
Bu kararlılık 27 Ocak 1919'daki o kara güne kadar sürdü.
Haziran 1916'da İngiliz müfsitlerin telkinleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin'e bütün İslâm âlemi tepki göstermiş; ama o, ihanetinden dönmemişti. Kendince bahaneler bulmuştu bu menfî hareketine... Osmanlı'yı İngilizlerin yanında savaşa girmemesi dolayısıyla yargılıyor ve kendi kurduğu mahkemede mahkûm ediyordu.
Osmanlı birlikleri, isyan başladığında Yemen'de âdeta bir ölüm kalım savaşı veriyordu. Hava sıcaktı, hem düşmanla hem de salgın hastalıklarla mücadele ediyorlardı. Dahası diğer cephelerden gelen kötü haberler iyice zorlaştırıyordu işlerini. Asker yorgundu, asker yılgındı. Fakat Şerif Hüseyin'in isyanı başkaydı. Alınan haberlere göre isyancılar, 7 Temmuz 1916'da Mekke'ye ulaşmışlardı. Sıra, Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin bulunduğu Medine'ye gelmişti. Kanal Cephesi ve sonrasında bölgede kurulan cephelerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, buranın savunmasını Fahreddin Paşa'ya vermişti ve onu 17 Temmuz 1916'da Hicaz Seferi Kuvvetleri'nin başkumandanı olarak atamıştı.
Osmanlı birlikleri Medine önlerine ulaştığında şehir tam bir muhasara altında idi. Bir yanda düşman askeri, diğer yanda çöl, burayı dış dünyadan âdeta tecrit emişti. İsyancıların çemberi kısa zamanda yarıldı ve şehir Osmanlı kontrolüne alındı. Ama asıl çile şimdi başlıyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu kararlıydı, Medine alınacaktı.
Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü. Askerlerin bir kısmı firar etti, yiyecek bitti, su tükendi. Ama o kararlıydı. Yapamazdı, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrini terk edemezdi. Ama ümitsizlik artık askerlerinin damarlarına iyice işlemişti. Bazılarına göre her şey bitmişti. İşte tam bu sırada Fahreddin Paşa'nın, Çaldıran Seferi'nde ümitsizliğin pençesine düşmüş askerlerini birer kaplana çeviren Yavuz gibi yaptığı konuşma, yeniden diriltmişti bu yorgun ruhları:
"Ey İnsanlar! Mâlûmunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim; bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücün desteği, Hilâfet'in gözbebeği olan Medine'yi son kurşununa, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman'ca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Tealâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O'nun Resulü, Peygamber Efendimiz'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zâbitleri! Ey her cenkte (savaşta) cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek dâima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlâtlarım! Gelin hep beraber Allah'ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah, biz Sen'i bırakmayız!"
Çırpınıyordu. Görünen düşmandan çok görünmeyen düşmanla, ümitsizlikle mücadele ediyordu. Askerlerinin onu, dik görmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için canla başla çalışıyordu. Mahiyetindeki subay ve erleriyle birlikte bir sabah namazını Mescid-i Nebevi'de edâ ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve mübarek huzurunda yemin etti, şeref sözü verdi: "Yâ Resulallah! Son neferimize varıncaya dek şehit olmadıkça Sen'in mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz."
Askerleri yiyeceklerinin tükendiğini söyleyince, onlara çekirge yemelerini emretti, öyle ya çölde çekirgeden bol ne vardı ki! "Çekirgenin serçeden ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Serçe gibi huysuz ve serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor." Gündüzleri askerinin zihnine âbidevî bir duruş nakşeden Fahreddin Paşa, geceleri Mescid-i Nebevî'ye gidiyor ve orada sabaha kadar gözyaşı döküyordu: "Ya Resulallah, Sen'i nasıl bırakırım..."
Mondros'un imzalandığı haberi Medine'ye ulaştığında herkes gözlerine bakar, bitti mi artık dercesine. "Hayır, bitmedi." demedi belki; ama teslim olmaya dâir de en ufak bir îmada bulunmamasından burayı vermeyeceği anlaşılıyordu. Harbiye Nazırı Cevat Paşa'nın teslim emri kendisine ulaştığında silâh arkadaşlarına şunları söylemişti: "Hükümet, Medine'nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silâhlarımızla dövüşerek ölmek evlâdır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilâfet ve padişahın bir iradesi olmalıdır."
Bu kararlılık 27 Ocak 1919'daki o kara güne kadar sürdü.
Sabaha karşı uyuyakalmış olmalıydı, zîrâ uyandığında üniforması üzerinde idi. Kendine gelmeye çalışırken, diğer taraftan da özel odasında silâh arkadaşlarının ne aradığını anlamaya çalışıyordu. "Bitti paşam!" diyebildi biri. Anlayamadı. Sonra ellerinde silâhlarıyla İngiliz askerlerini gördü. "Buraya kadar paşam, teslim olunuz!" Beyninden vurulmuşa döndü. Gözünden büyük birkaç damla yaş düştü. Hiddetle kalkmak istedi, silâhına uzandı bir yandan, ama ne mümkün, derhal engellendi. Konuşmadı; ama gözleri onun yerine yalvardı âdeta; "Bırakın, Allah aşkına bırakın!" Bırakmadılar. Zîrâ İngilizler zaten böyle bir hamle bekliyorlardı. Çöl Aslanı'nı feda edemezlerdi. Çaresiz mâni oldular komutanlarına...
Dışarı çıktığında yüzlerinde hayâsız bir zaferin nişanesi hükmünde ukalâ tebessümleri ile diğer İngiliz subaylarını gördü. Biri yanaştı ve bu büyük kahramana elini uzattı, sıkmak istedi. Paşa ağlıyordu. Görmedi veya görmezden geldi. Bir diğeri yanaştı bu sefer, göz işareti ile kılıcını istedi. Kaşları çatıldı. Kılıcının kabzasını sıkı sıkı tuttu. Ravza-i Mutahhara'nın bulunduğu yöne döndü yüzünü. Kılıcını çekti ve secdeye kapanıp kılıcını yere bıraktı. Medine'ye bir ölüm sessizliği çöktü, artık hep birlikte ağlayan askerlerin gözyaşları insanın içine işleyen kumlu rüzgâra karıştı. Ayağa kalktı. Arkasını döndü, iki adım atmıştı ki âniden: "Affet beni, ya Resulallah!" dedi ve hıçkırıklara boğuldu.
Şimdi artık Medine iyice gözden kayboldu. Onu Yenbu Limanı'na ulaştıracak cipe binerken kum fırtınası iyice ağırlaştı. Başını öne eğdi. İngiliz askerleri, pürdikkat onu izliyorlardı. Ellerini kaldırdı göğe ve Medine gözden kaybolurken dilinden şunlar döküldü: "Allah'ım, ben sözümü tutamadım. Sen beni affet!"
Biz de diyoruz ki, ey Medine müdafii kahraman insan! Üzülme. Sen'in ruhunu şad edecek, İslâm'ı dünyanın her yerinde lâyıkıyla temsil edecek, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) adını dünyanın dört bir yanına götürecek, mübarek beldelere gerçek mânâda sahip çıkacak altın bir nesil yetişiyor. Ecdadın kaybettiği her yerde ve dünyanın dört bir bucağında bütün insanlık, bu nesli bekliyor.
Fahreddin Paşa Kimdir?
Medine Müdafii olarak tanınan Fahreddin Paşa,1868'te Rusçuk'ta doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Soyadı kanunundan sonra Türkkan soyadını almıştır. 93 Harbi'nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ömer Fahreddin 1888'de Harp Okulu'nu, 1891'de Erkân-ı Harbiyye'yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasındaki başarısıyla Edirne'nin geri alınmasında rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914'te 1. Dünya Savaşı'na girdiği vakit miralay rütbesiyle Dördüncü Ordu'ya bağlı 12. Kolordu kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. 25 Kasım 1914'te mirlivalığa terfi ettirildi. 26 Ocak 1915'te 12. Kolordu'daki vazifesine ilâveten Dördüncü Ordu kumandan vekilliğine getirildi.
İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin'in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa'nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler âsilerin eline geçti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şiddetiyle devam ettiğinden Hicaz'a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca kahramanca müdafaa etti.
İngilizler tarafından 'Türk kaplanı' diye adlandırılan Fahreddin Paşa 27 Ocak'ta savaş esiri olarak Mısır'a gönderildi. 5 Ağustos'ta Malta'ya sürgün edildi. Sürgün sırasında, savaş suçlularını yargılamak üzere işgalci devlet tarafından İstanbul'da kurdurulan ve başkanından dolayı halk arasında Nemrud Mustafa Dîvânıharbi adı verilen mahkemece ölüme mahkûm edildi. Ancak Fahreddin Paşa Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921'de Malta'dan kurtuldu. Berlin'de karşılaştığı Enver Paşa'nın daveti üzerine Moskova'ya geçti. 24 Eylül 1921'de Millî Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kabil sefirliğine tayin edildi. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı. 12 Mayıs 1926'da görevinin sona ermesi üzerine yurda döndü. 5 Şubat 1936'da Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden tümgeneral rütbesiyle emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948'de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı'na defnedildi.
(TDV İslâm Ansiklopedisi'nden özetlenerek iktibas edilmiştir.)
* Bu mısraların sahibi, Türk tarihinin en şerefli sayfalarından biri olan tarihî Medine Müdafaası'nda bulunmuştur ve bu mısraları Ömer Fahreddin Paşa'ya ithaf etmiştir.
Dışarı çıktığında yüzlerinde hayâsız bir zaferin nişanesi hükmünde ukalâ tebessümleri ile diğer İngiliz subaylarını gördü. Biri yanaştı ve bu büyük kahramana elini uzattı, sıkmak istedi. Paşa ağlıyordu. Görmedi veya görmezden geldi. Bir diğeri yanaştı bu sefer, göz işareti ile kılıcını istedi. Kaşları çatıldı. Kılıcının kabzasını sıkı sıkı tuttu. Ravza-i Mutahhara'nın bulunduğu yöne döndü yüzünü. Kılıcını çekti ve secdeye kapanıp kılıcını yere bıraktı. Medine'ye bir ölüm sessizliği çöktü, artık hep birlikte ağlayan askerlerin gözyaşları insanın içine işleyen kumlu rüzgâra karıştı. Ayağa kalktı. Arkasını döndü, iki adım atmıştı ki âniden: "Affet beni, ya Resulallah!" dedi ve hıçkırıklara boğuldu.
Şimdi artık Medine iyice gözden kayboldu. Onu Yenbu Limanı'na ulaştıracak cipe binerken kum fırtınası iyice ağırlaştı. Başını öne eğdi. İngiliz askerleri, pürdikkat onu izliyorlardı. Ellerini kaldırdı göğe ve Medine gözden kaybolurken dilinden şunlar döküldü: "Allah'ım, ben sözümü tutamadım. Sen beni affet!"
Biz de diyoruz ki, ey Medine müdafii kahraman insan! Üzülme. Sen'in ruhunu şad edecek, İslâm'ı dünyanın her yerinde lâyıkıyla temsil edecek, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) adını dünyanın dört bir yanına götürecek, mübarek beldelere gerçek mânâda sahip çıkacak altın bir nesil yetişiyor. Ecdadın kaybettiği her yerde ve dünyanın dört bir bucağında bütün insanlık, bu nesli bekliyor.
Fahreddin Paşa Kimdir?
Medine Müdafii olarak tanınan Fahreddin Paşa,1868'te Rusçuk'ta doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Soyadı kanunundan sonra Türkkan soyadını almıştır. 93 Harbi'nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ömer Fahreddin 1888'de Harp Okulu'nu, 1891'de Erkân-ı Harbiyye'yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasındaki başarısıyla Edirne'nin geri alınmasında rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914'te 1. Dünya Savaşı'na girdiği vakit miralay rütbesiyle Dördüncü Ordu'ya bağlı 12. Kolordu kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. 25 Kasım 1914'te mirlivalığa terfi ettirildi. 26 Ocak 1915'te 12. Kolordu'daki vazifesine ilâveten Dördüncü Ordu kumandan vekilliğine getirildi.
İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin'in isyana hazırlandığı haberinin alınması üzerine Fahreddin Paşa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Paşa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa'nın savunduğu Medine dışındaki hemen bütün büyük merkezler âsilerin eline geçti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şiddetiyle devam ettiğinden Hicaz'a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elinde bulunan son derece kısıtlı imkânlarla Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca kahramanca müdafaa etti.
İngilizler tarafından 'Türk kaplanı' diye adlandırılan Fahreddin Paşa 27 Ocak'ta savaş esiri olarak Mısır'a gönderildi. 5 Ağustos'ta Malta'ya sürgün edildi. Sürgün sırasında, savaş suçlularını yargılamak üzere işgalci devlet tarafından İstanbul'da kurdurulan ve başkanından dolayı halk arasında Nemrud Mustafa Dîvânıharbi adı verilen mahkemece ölüme mahkûm edildi. Ancak Fahreddin Paşa Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921'de Malta'dan kurtuldu. Berlin'de karşılaştığı Enver Paşa'nın daveti üzerine Moskova'ya geçti. 24 Eylül 1921'de Millî Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kabil sefirliğine tayin edildi. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı. 12 Mayıs 1926'da görevinin sona ermesi üzerine yurda döndü. 5 Şubat 1936'da Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden tümgeneral rütbesiyle emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948'de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı'na defnedildi.
(TDV İslâm Ansiklopedisi'nden özetlenerek iktibas edilmiştir.)
* Bu mısraların sahibi, Türk tarihinin en şerefli sayfalarından biri olan tarihî Medine Müdafaası'nda bulunmuştur ve bu mısraları Ömer Fahreddin Paşa'ya ithaf etmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder